ÜSLÛB İNSANIN aynasıdır” derler. Doğrudur. Bir yazıyı okurken, çoğu kez yazarının iç dünyasını da okumuş olursunuz. Satırların arasında gizli bir dil, kalb kulağınıza yazarın iç dünyasını fısıldar. Yazarın o anki ruh halini; içtenlikli mi, içten pazarlıklı mı olduğunu; tevazu mu, kibir mi sergilediğini; söylediğinin doğruluğundan emin olup olmadığını; hüzün mü, sevinç mi, korku mu, gurur mu duyduğunu, biraz dikkat etseniz, anlarsınız. Bir insanın yazılarını okurken sizde uyanan izlenim, yazarını tanıdığınız anda uyananın hemen hemen aynısıdır. Zaten, Karakalem’in yolunda yürümek istediği o büyük insanın, şahsıyla görüşmek isteyenlere “Risale–i Nur, benim bedelime sizlerle her vakit görüşüyor” demesi bu sırdan değil midir?
Bu bakımdan, birçok yazıya, birçok yayına muhatap olurken, ne yazık ki iç dünyamızda iyi izlenimler uyanmıyor. Sözgelimi, “olgusal gerçeklerin kavramsal analizi bağlamında fenomenolojik bir yaklaşımın epistemik bir perspektifle eklemlenmesinin sağladığı ontik açılımın irdelenmesi” bir okuyucu olarak bize iyi duygular kazandırmıyor. Yazarın amacının ne olduğu; düşüncesindeki bulanıklığın mı üslûbuna yansıdığı, yoksa “Konuyu anlaşılmaz derecede iyi biliyor” dedirtmek için mi kaleme sarıldığı gibi sorular aklımıza geliyor.
Yahut, dünyaya nâzır bir uzay üssünden halimize nazar edip, dünyayı kurtaran “otorite” yazılarla karşılaşınca da, insan birtakım sorularla yüzleşmeden edemiyor. Keza, dipnotların asıl metinden daha fazla yer işgal ettiği; ana fikre dipnotların onda biri kadar emek harcanmamış intibaı bırakan yazılara da rastlıyoruz.
Elbette, bunun zıddı örnekler de var. Dili belli bir kıvraklığa erişmiş, üslûbu belli bir kıvama gelmiş kimi kalem sahipleri, üslûp ve dil oyunu peşinde ana fikri unutabiliyor. “Hoş yazı” özlemleri, boş yazılarla sonlanıyor. Ayrıca, “İyi insan olmak iyidir. İyilik güzel şeydir. Dinimiz de iyiliği emreder…” misali öyle yazılar var ki, yazarının ya kabiliyetinin o düzeyde kaldığı; yahut okuyucusunu çok hafife aldığı izlenimini uyandırıyor.
Tüm bu örnekleri sıralamak istemezdik. Doğrusu, şu satırları yazarken, bu örneklemeler ile incittiğimiz insanlar olur mu endişesi dolaşıyor damarlarımızda. Nefislerin gururu kırılsın derken kalbleri kırmayı sevmiyoruz.
Ne çare ki, insan, doğruyu çoğu kez yanlışı görerek öğreniyor. Rahatsız olduğu şeyleri görerek, rahatsız etmemek için dikkatli olması gereken hususları farkediyor. Mükemmeli kusur, güzeli çirkin sayesinde buluyoruz. Bize çirkin, kerih, kusur, hata gözüken pek çok şey, “Bak, bunlar sevimli değil. Sakın yapma” mesajı taşıyor iç dünyamızda…
Bu yüzden, üslûbu zaman zaman eleştiriye, şikâyete konu olan; kimilerine sevimli ve sıcak, ama kimilerine fazla basit ve şahsî gelen Karakalem’in, mevcut üslûbunu bilerek seçtiğini vurgulamak istedik. Bu yazının da belgelediği gibi, başkaca üslûpların farkındayız. Karakalem’in sevgili yazarları her satıra dipnot koymaktan, bir dizi eser ve yazar ismi sıralamaktan, anlaşılmaz kelimeler kullanmaktan, “post–modern söylem”e dair “psikolojik gözlem”ler yapmaktan, “İyilik güzeldir” gibi doğrunun içi doldurulmadan sunulduğu yazılar yazmaktan, her yazının sonunu “Bütün bunlar tarih ve millet şuuruna sahip olamayışımızdan kaynaklanıyor” diye bağlamaktan, kelime oyunları yapmaktan âciz bulunmuyor.
Ama yine de bu tarzları kullanmıyorlar. Böyle yazamadıkları için değil! Böyle yazmıyorlar. Böyle yazmamayı tercih ediyorlar; çünkü, bu dili, bu üslûbu, bu yaklaşımı uygun bulmuyorlar.
Zira, avâm–havas demeden tüm insanlığa seslenen; bizi her insanın gördüğü kâinatın ve her insanda bir olan fıtratın şahitliğinde Rabbimize yönelten; mutlak hakikatleri dar aklımıza yaklaştırmak için mesel ve temsilleri kullanan Kelâm–ı Ezelîye, üslûb noktasında da tâbi olmayı istiyorlar. Kendisi her sorunu halletmiş, artık sıra başkalarını irşada gelmiş üslûbuyla yazmak yerine; “Ey nefsim” diye yazan, “Kendi müşahedatımı kendim için yazdım” diyen Kur’ân talebesinin yolunu izliyorlar. Kuş değil koyun olmayı; ham gıda değil, süzülmüş safi süt sunmayı hedefliyorlar.
Peki, başarabiliyorlar mı?
Buna lâyıkıyla, “evet” demenin mümkün olmadığını biliyoruz. Aşmamız gereken engebelerin farkındayız. Bu engebelerin, farkına vardıklarımızla sınırlı olmadığının da farkındayız. Ama en azından yolumuzu biliyoruz.
Bu yoldaki her başarı Rabbimizden, her başarısızlık kendimizdendir, vesselâm…