BAHAR, BİR kez daha, binbir güzelliğiyle önümüzden geçip gitti. Bir kez daha, binbir çeşit çiçeğin, otun, yaprağın geçit resmini seyrettik. Papatyalar ve sarıçiçekler, birbiri ardısıra geldiler, gittiler. Sümbüller, laleler ve gelincikler kırlarda birbirine sarmaştılar. Erguvan çiçeğinin kokusu ile dağ kekiğinin nefes açan kokusu nice bayırda birbiriyle buluştu. Derken, koca bir bahar kâinatta kök salan bir birlik, kardeşlik ve de farklılık ve çeşitlilik gerçeğinin aynası oldu. Bahar aynasında gördük ki, papatya lalenin rakibi değil; sümbül nergisin aleyhine var edilmiyor. Her bir çiçek ayrı renk, ayrı desen, ayrı kokular taşıyor olmakla, aksine birbirini tamamlıyor. Beraberce, bize güzelim bahar tablolarını sunuyorlar. Renkler, desenler ve kokular ne derece artarsa, tablonun doyumsuz güzelliği daha bir beliriyor.
Şimdi ise, önümüz yaz. Aynı gerçeği bu kez kırlarda değil; bahçelerde, pazarlarda veya sofralarda göreceğiz. Kiraz, erik, vişne, şeftali, üzüm, karpuz, kayısı derken, ayrı tatların, ayrı desenlerin, ayrı kokuların nasıl bir güzelliğin aynası olduğunu ta damağımızda hissedeceğiz.
Sözün özü, çokluk birliğin rakibi değil. Farklılık ve çeşitlilik, aslında kardeşliğe perde oluyor da değil. Bilakis, o çeşitlilik içinde, her bir mevcudun kendine has güzelliği de daha açık görünüyor.
Ne var ki, her yıl ve her mevsim bu güzelim gerçeğe muhatap olan bizler, iş kendi dünyamıza gelip dayanınca, başka bir halet-i ruhiyenin insanı oluveriyoruz. Gördüğümüz onca “birlik içinde çokluk”, “kardeşlik içinde çeşitlilik” manzarasına rağmen, bir bencilliğin rüzgarına kapılabiliyoruz. İstiyoruz ki, insanlar benim gibi düşünsün, benim gibi sevsin, benim gibi okusun, benim yazdığımı beğensin. Öylesi bir hal içinde, dimağları bir tek fikir, tek adam, tek üslup anlayışı sarabiliyor. Sanki başka herkes ve herşey sahteci imiş gibi, “Hak yalnız benim mesleğimdir” haksızlığına bile düşebiliyoruz. “Daha hak’ı ararken, “hak’ı bir kalemde silebiliyoruz.
Karakalem doğarken, dünyamızda, bu gerçeğin taşıdığı sorular vardı. Bu dergi neden doğuyordu ve ne şekilde yaşamalıydı? Başkaca birçok dergi zaten vardı; Karakalem nereden icap ediyordu?
Böylesi soruların muhasebesini yaşarken, gördüğümüz bahar ve göreceğimiz yaz manzaraları, bizim için bir anahtar oldu. Karakalem gelmeliydi, ama bir çiçek olarak gelmeliydi. Kendi imkânı ve istidadı ölçüsünde, kendi üslûbunca “doğru”nun ve “güzel”in aynası olmayı hedefleyen bunca dergiyi reddetmeden gelmeliydi. Papatya olmalı ve laleyi hor görmemeli idi. Kelebek olmalı ve arıya hor bakmamalı idi. Çünkü papatya, lale, kelebek ve arı birbirinin rakibi değillerdi; hepsi ayrı ayrı diller ile aynı gerçeğin aynası oluyordu.
Bu bakımdan, bir derginin doğuşunun başka bir derginin yokluğunu gerektirmediği; bir derginin var oluşuyla sair tüm dergilere rakip olmadığı düşüncesindeyiz. Aslolan bir gerçeğin ifadesi ise, gerçeğin nerede ifade edildiği çok büyük önem taşımıyor: İfade edilenin gerçek olması önem taşıyor. Keza, bir derginin doğruyu yazıyor oluşu, diğerlerinin yanlış yazdığı anlamına gelmiyor. Güneş tek ve bir, ama ışığı her bir çiçekte apayrı renklerle aksetmede...
Bu noktada, Said Nursî’nin yüzyılın başında ortaya koyduğu ve“umum dinî ve müstakim” dergileri, ayırmaksızın ümmetin “nâşir-i efkar”ı sayan anlayışın, yolumuzu aydınlatması gerektiği kanaatindeyiz. Yine onun İhlas Risalesi’nde sunduğu “Müslümanların, nereden ve kimden olursa olsun istifadesine taraftar olmak” gibi ölçülerin de...
Ya böyle olmazsa? O zaman ne olacağını, aynı hakikat insanı, şöyle özetliyor: “Birbiriyle boğuşanlar müsbet hareket edemezler.”
Buluşmaların “müsbet” çizgisinde gerçekleştiği nice sayılar dileğiyle...