Arşiv

 Yaşadığımızın Farkında mıyız?

İlyas Üzüm

İnsan hayatı ne kadar farketmeye çalışırsa,

yaşatılma gerçeğini o kadar iyi anlıyor.

Elbette Kimin yaşattığını da.

Nasıl yaşanması gerektiğini de.



SIRA SIRA uzanan dağlar toprağı çivi gibi tutuyor. Etrafı okyanuslarla çevrili kıtalar canlılara beşik oluyor. Nehirler çağıl çağıl akıyor. Kaynaklardan buz gibi sular fışkırıyor. Çekirdekler nemli topraklarda filiz veriyor. Bitkiler yerin derinliklerine kök salıyor. Ağaçlardan salkım salkım meyveler sallanıyor. Kirazlara renk geliyor. Kavunlar tatlanıyor. Kırlarda çiçekler açıyor. Lâleler sümbül veriyor. Bülbüller ötüyor. Kanaryalar şakıyor. Koyunlar çayırlarda otluyor. Arılar çiçeklerden çiçeklere koşuyor. Güneş her sabah pırıl pırıl doğuyor. Ay cam gibi parlıyor. Yıldızlar gökyüzünü süslüyor. Anneler yavrularına şefkat kanatlarını geriyor. İnsanlar görüyor. Konuşuyor. Üzülüyor. Seviniyor. Kısacası, bu güzelim gezegenimiz, üzerinde bulunan onca mevcut ve onca canlı ile birlikte dönüp duruyor.

Dönüp durmaya dönüp duruyor, ama acaba onca mevcut ve onca canlı gerçekten varolduklarını ve bir faaliyet içinde bulunduklarını farkedebiliyorlar mı? Yaşamlarının ayırdında bulunabiliyorlar mı?

Bir an için hayalen gökyüzüne çıkıp gezegenimize ve gezegenimizde bulunan varlıklara kuşbakışı baktım ve onlara sordum: “Varlığınızdan haberdar mısınız, yaşadığınızı biliyor musunuz? Ve yaşadığınızın farkında mısınız?”

Önce taş, toprak, kaya gibi cansız varlıklara baktım. Hepsi de varlıklarını ve mevcut olduklarını hal dilleriyle ilân ediyorlardı. Ama hiçbirisi varlıklarından haberdar olduklarını söylemiyorlardı. Bir mânâda mevcut olduklarını farketmiyorlardı. Gözümün önünde duran kocaman dağ varolduğunu bilmiyordu. Bağrından hayat coşan toprak mevcudiyetini hissetmiyordu. Doğrusu biraz şaşırdım, biraz da üzüldüm.

Sonra tarladaki ekinlere, meradaki otlara, saksıdaki çiçeklere baktım. Onlar da hal dilleriyle varolduklarını ifade ediyorlardı. Büyüyorlardı. Gelişiyorlardı. Değişiyorlardı. Ürün doluyorlardı. Hareketliydiler. Açılıyorlardı. Yayılıyorlardı. Kısacası buralarda cansız varlıklara göre daha çok faaliyet ve kıpırdanma göze çarpıyordu. Muhtemelen bunlar yaşadıklarının farkında olabilirlerdi. Aynı soruyu onlara da yönelttim. Başka bir ifadeyle bu soru zaviyesinden onları da inceledim. Ama ne yazık ki onlar da varlıklarını, yaşadıklarını, büyüdüklerini farketmiyorlardı. Farketmedikleri için de birşey söyleyemiyorlardı.

Doğrusu üzüntüm biraz daha arttı. Yeryüzü baştan başa bitkilerle, ağaçlarla, çiçeklerle doluydu, ama hiçbirisi yaşadıklarından şuurlu olarak haberdar değildi. Otlar büyüyor, ama bunu farketmiyorlardı. Ekinler başaklanıyorlar, ama başaklandıklarını hissetmiyorlardı. Çiçekler etrafa renk saçıyor, ama bunun ayırdında olmuyorlardı.

Yaşayan başka varlıklara bakmalıydım. Meselâ hayvanları incelemeliydim. Gezegendeki bütün hayvanlara atf–ı nazar ettim. Kuşları seyrettim. Balıkları izledim. Davarlara göz gezdirdim. Arılara göz attım. Gördüm ki, hepsinin de çok şirin ve çok şeker hayatları vardı. Bitkiler gibi dikildikleri yere çakılıp kalmıyorlardı. Annelerinin sütüyle karınları doyan kuzular otlaklarda zıplıyordu. Kuşlar gökyüzünün mavi derinliğinde kanat çırpıyorlardı. Balıklar denizin tatlı sularında bayram ediyorlardı. Arı, kovanından çıkıyor, kilometrelerce gidiyor, çiçeklerle buluşuyor, bal özü topluyordu. Eminim bunlar yaşadıkları şirin ve lezzetli hayatın farkında idiler. Hiç beklemeden tümüne birden aynı soruyu sordum: “Yaşıyor musunuz ve yaşadığınızın farkına varabiliyor musunuz?”

Büyük bir ümitle, söyleyeceklerine kulak verdim. Ama hiçbirisinden tek ses çıkmıyordu. Hepsi neş’e içinde, şevk içinde hayatlarına devam ediyordu. O hareketlilik, o çalışkanlık, o canlılık sürüp duruyordu. Yaşıyorlardı. Koşturuyorlardı. Yaptıklarından ve yaşamlarından büyük bir zevk alıyorlardı. Ama hiçbirisi bunun şuurunda bulunmuyordu. Yaşadıklarının ve yaptıklarının farkında değillerdi. Hissetmiyorlardı.

Belki de bunda tamamen haklı idiler. Çünkü yaşadıklarını farkedecek, yaşamın bilincinde olacak “özellik”e sahip değillerdi. Şuurları yoktu. Farkına varmak demek şuuruyla takip etmek demekti. Oysa onlar bu “yeti”ye sahip bulunmuyorlardı. Dolayısıyla yaşamlarını farketmeleri ve hayatta olduklarını izlemeleri ve yaşamın güzelliklerini tattıklarını anlamaları mümkün olamazdı. Aslında yaşamı farketmek, yaşamın kendisi kadar, hatta ondan da öte bir güzellik ve imkândı. Ama onların bu imkândan mahrum olmaları ve mahrum olduklarını bilmemeleri yaşama zevklerini gölgelemiyordu.

Yaşadığının farkında olmak ve hayatı hissederek yaşamak meselesine gelince, bu ancak şuur sahibi varlıklar için söz konusu olabilirdi. Yani insanlar için. O halde bu soruyu önce kendime sormalıydım. Dünya gezegenine kuş bakışı baktığım hayalî geziyi noktalayıp kendi kendime sordum: “Yaşıyor musun ve yaşadıklarının farkına varıyor musun?”

Bu sefer sorum boşlukta kalmadı. En azından; insan, düşününce ve farkına varmak isteyince gerçekten hayatının sürdüğünü hissedebiliyor. Deminden beri hayalen dolaşıyordum. Çeşitli mevcutları aklıma getiriyordum. Onların özelliklerini düşünüyordum. Görüyordum. İşitiyordum. İrade ediyordum. Güneşin sıcaklığını tenimde hissedebiliyordum. Seviyordum. Seviniyordum. Kısacası yaşıyordum.

Ve işte şu anda yaşadığımı farkediyordum. Kalbim çalışıyordu. Bedenimin her tarafına kan pompalanıyordu. Hücreler, organlar, sistemler tam bir uyum içinde muntazam faaliyetlerine devam ediyordu. Duygularım işliyordu. Gezegenimiz uzayda âheste âheste dönüyordu. Hayatımın devam etmesi için binlerce, milyonlarca, belki sayısız şartlar bulunması gerekiyordu.

Ve bütün bunlar sağlanıyordu. Ama düşününce bu şartlardan hiçbirisini hazırlayanın “ben” olmadığımı anlıyordum. Güneşten gelen zararlı ışınları süzsün diye ozon tabakasını “ben” düzenlememiştim. Midemi besinleri sindirmesi için uygun biçimde “ben” ayarlamış değildim. Kalbimin çalışmasına “ben” komuta etmiyordum. Demek ben, yaşıyor değil, doğrusunu söylemek gerekirse “yaşatılıyordum”. Belki de yaşamın farkına varmak, bu “yaşatılmayı” anlamak demekti. İnsan hayatı ne kadar farketmeye çalışırsa, yaşatılma gerçeğini o kadar iyi anlıyor. Elbette, Kimin yaşattığını da. Nasıl yaşanması gerektiğini de.

Siz de soruyor musunuz kendinize: “Yaşıyor musun ve yaşadığının farkında mısın?” diye.

  10.05.2004

© 2021 karakalem.net, İlyas Üzüm




© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut