Arşiv

 Mâruf ve münker

BUGÜN, HAYATLARINI Rablerinin rızası doğrultusunda yaşamak isteyen insanları kuşatan bir gerilim mevcuttur. Muhtemelen, geçmiş asırlardaki mü’minleri de kuşatan bir gerilimdir bu. Bir yanda doğruluğu bilindiği halde yapılamayanlar vardır, öte yanda yanlışlığı bilindiği halde yapılanlar... Doğruluğunu bildiğimiz nice güzel fiili tatbikte kendimize söz geçirmekte zorlandığımız gibi, bu doğrulardan kendilerini haberdar ettiğimiz sair insanlarda da benzer bir zorlanmayı görür gözlerimiz. Yanlışlardan el çekme noktasında da benzer bir zorlanma sözkonusudur.

Bu durumun bir dizi sebebi vardır, ve bu durumu aşmak bir dizi unsurun varlığını gerektirir.

‘Emr-i bi’l-maruf ve nehy-i ani’l-münker’ diye hâfızalara yer etmiş bir Kur’ânî ölçüyle ilgili gözlerden kaçan bir nüans da, işte bu sebepler ve unsurlar arasındadır.

Bu emir ve nehiy, Kur’ân’da sıklıkla vurgulanan bir keyfiyettir. Bir şeyin emr-i ilâhî sınıfına dahil olması için tek bir âyette zikredilmesi kâfi geldiği halde, ona yakın âyette mü’minlerin ‘mârufu emr ve münkeri nehy’e davet edildiğini görür insan. Bu, elbette ilgili hususa âlemlerin Rabbi nezdinde ne derece büyük bir önem atfedildiğinin göstergesidir. Ancak, bu önemli hususun dünyalarımıza taşınması hengâmında bir nüans gözden ırak kaldığında, bu davetin sonuçları da dünyamızın uzağına düşmekte; sonuçta, bilip de yapmama, duysa da uymama ve uygulamama keyfiyeti ortaya çıkmaktadır.

İlgili nüansın gözden kaçması, ‘maruf’ ile ‘münker’ kavramını basite indirgeme sûretinde gerçekleşir. Bu yönde her iki kavrama yüklenen anlam yanlış değildir; ama eksiktir. En önemlisi, en can alıcı noktayı buharlaştırmaktadır.

Sözkonusu âyetler, meselâ Âl-i İmran sûresinin 110. âyeti “Siz insanlar için çıkarılmış ümmetlerin en hayırlısı olmak üzere vücuda getirildiniz. Marufu emreder, münkerden nehyedersiniz” derken, meallerin büyük kısmı bunu ‘iyiliği emr, kötülüğü nehy’ sûretinde vermekte; anlamın buharlaşması, işte bu basitleştirmenin akabinde gerçekleşmektedir.

Maruf, elbette iyiliğe ve iyi şeylere delâlet eder; münker ise kötülüğe... Ancak, çıktığı köke dikkat edildiğinde, her iki kelimenin bunlardan da fazlasına delâlet ettiği görülür. Mevdudî gibi bazı müfessirlerin dikkat çektiği üzere, mâruf, kök anlamından hareketle tarif edilecek olursa, tanınan ve bilinen şey demektir, insanın fıtratında karşılığı olan şey demektir. Münker ise, fıtratın kabul etmediği, bilâkis red ve inkâr ettiği, içine sindiremediği, beğenmediği ve benimsemediği şeylerin ifadesidir. Dolayısıyla, hem kendi nefsimize, hem sair insanlara karşı âyetin defaatle davet ettiği ‘emr-i bi’l-maruf, nehy-i ani’l-münker’ vazifesi, ancak emredilen şeyin ‘maruf’luğu ve nehyedilen şeyin ‘münker’liği bihakkın ortaya konulduğunda hakkıyla ifa edilmiş olmaktadır.

Örnek olarak, namazı ele alalım. Kendimize veya başka birilerine “Namazı ihmal etmeyin, beş vakit farz namazı muhakkak kılın!” dediğimizde, ‘maruf’u indirgenmiş ve daraltılmış ‘iyilik’ anlamıyla alırsak, vazife tamamlanmış demektir. Ama aslî ve geniş anlamıyla alırsak, bu sözle namaz hususunda ‘marufu emr’ vazifesinin ifa edildiğini söylemek kesinlikle imkânsızdır. Zira, bu aslî anlama göre, bu vazifenin namaz noktasında tahakkukundan söz edebilmek, herşeyden önce, namazın tebliğe muhatap olan kişi nezdinde ‘maruf’luğunun sağlanmasıdır. Bu ise, düz bir ‘Namazı kılmak lâzım’ sözüyle olup bitmez. Bilakis, varoluşumuza dair bir izah silsilesiyle başlayıp gelişen uzun bir çizgiyi izlememizi gerektirir. Meselâ, kendisine yapılan en küçük bir iyiliği bile karşılıksız bırakmayan insanın onu yaratan ve böylesi bir dünyada yaşatan bir Rabbe olan teşekkürünün ifadesi olarak anlatılmalıdır ki, namaz o kişi için maruf hale gelsin. Yahut, bu dünyaya boş yere gönderilmediğini algılayıp, bu dünyada varoluş amacını sorgulamanın akabinde, Yaratıcının insanı bu dünyaya göndermesindeki amacın tahakkukunun ancak namazın beraberinde mümkün olduğu ortaya konmalıdır ki, o kişi için namazın marufiyeti gerçekleşsin.

Aynı durum ‘münker’ noktasında da geçerlidir. ‘Şu kötüdür, yapma!’ demekle ‘münkerden nehy’ vazifesinin yerine getirildiğini söylemek mümkün değildir. Öncelikle, nehyedilen şeyin münkerliği kişinin iç dünyasında netleşmeli; kişi, ilgili fiilin münkerliğine dair fıtratın şahitliğine kavuşmalıdır ki, münkerden sakındırma vazifesi tahakkuk etmiş olsun.

Münkerden nehyin gerçekte nasıl olması gerektiği noktasında, gıybet yasağını getiren âyet beliğ bir örnek hükmündedir. Hucurat sûresindeki ilgili âyet, “Gıybet etmeyin” der, ama sözü orada bırakmaz. Gıybeti, ‘ölü kardeşinin etini yemek’le eş tutar, ve “Sizden kim ölü kardeşinin etini yemek ister?” sorusunu yöneltir. Cevabı, âyetin kendisi verir: “fekerihtumûh!” Evet, böyle bir şeyden ikrah eder insan, iğrenir. Ölü kardeşinin etini yemek ona iğrenç geliyorsa, bilmelidir ki, mü’min kardeşinin gıybetini etmek de bunun gibidir. Çünkü, ilgili mü’min hâlâ daha ölmüş, geçmiş gitmiş bir anıyla tarif ve tavsif edilmekte; o mü’minin ruhu, el’an üzerinde taşıdığı onca güzel niteliğe rağmen, o ölmüş anında işlediği yanlışa dayanarak didiklenip durmaktadır.

Hz. Peygamberin tebliğinde de, hem mârufu emr, hem münkerden nehy noktasında, bu Kur’ânî tavrın bir tezahürünü bulur insan. O, meselâ, kendisine gelip zina için izin isteyen bir gence, işlemek için izin istediği bu fiilin çirkinliğini anlamasını mümkün kılacak bir yaklaşım göstermiştir. O gencin annesini ve kızkardeşini hatırlatmış; kendisi yerine başka bir genç böyle bir izin talebiyle gelmiş olsa, ve o genç böyle bir izni alıp onun annesi veya kızkardeşi ile böyle bir fiili gerçekleştirse, bunun onun hoşuna gidip gitmeyeceğini düşündürmüştür. Cevap, elbette, ‘hayır’dır. İlgili fiilin ‘münker’liği böylece ortaya konduktan sonra, genci bu talepten alıkoymak ve onun bu noktada nefsini tutmasını sağlamak artık zor olmamıştır.

‘Marufu emr’ ve ‘münkerden nehy’e dair Kur’ânî nüansın, ve bu nüans paralelinde Resûl-i Ekrem aleyhissalatu vesselamın sergilediği nebevî irşadın, bugünün mü’minlerine söylediği şey şudur: Yaşadığımız ve gözlemlediğimiz, ve de razı olmadığımız fetret halini aşmak, fıtratın uyanışıyla mümkün olacaktır.




Yeni Asya Gazetesi, 14.04.2005

  14.04.2005

© 2021 karakalem.net, Metin Karabaşoğlu


Ama

Kayıpları kazanca çevirmek

Korku filmi ne söyler?

Şişeyi taşa çalmak

İmtisal

Şöhret neden riyadır?

Kazananlar, kaybedenler

Yüzler

‘Çırak’ın düşündürdükleri

Ölümün anlamı

Uğursuz bir düşünce: uğursuzluk!

Nereye yönelmeli?

İmanın asgarî şartı

İstenmeyen şahitlikler

Yüz aç adamın huzurunda

İhlâs ve iktisat

Bir haksızlık karşısında

Tektipleşmede son adım

Ne insan bu kadar basit, ne de hayat sıradan

Tutunamayanlar için

İki yanlış arasında

‘İslâm sanatı’nın söylediği

İnsancıl ve tepkisiz

Kırılma noktası

Namaz ve tesettür

Görüntünün iktidarı

Yarına hazır mıyız?

Tesettür karşıtlığı üzerine bir psikanaliz

Firavun sarayındaki mü’min

Dünü ve bugünüyle İstanbul’un söylediği

Öngörüler ve sonra görülenler

Başka bir açıdan Pakistan tecrübesi

Tarih okuyanlar, tarihin canına okuyanlar

‘Kamusal alan’ kimin alanı?

Milliyetçiliklerin milletlere ettiği kötülükler

Anneler, eşler

Sevgi tüketimi

“Bediüzzaman’ı anlamak”, ama nasıl?

Alenîlik

Şehit olsanız bile...

‘Mikro iktidar’ üzerine

Özenmek, imrenmek...

Bir göz hatırı için

Ehakkı ararken

Mâruf ve münker

Mü’minler nasıl kardeş olur?

Fakihlere övgü

Genişlik, derinlik

Yüzleşme noktası

Abdülhakim Murad’ı okurken

Ezber bozmak, oyun bozmak

‘Diyalog’a evet, ama kimlerle?

‘Ene’ üzerine bir hasbihal

Başka bir açıdan toptancılık

Bir bomba, bir Müslümanın elinde ise, ‘İslâmî’ midir?

Diyaloğun adresi!

Fazla mı temiziz sahi?

İçe dönük diyalog

Masumiyet, silâhtan daha güçlüdür

O yağmuru beklerken

Risale-i Nur ve tasavvuf: Doğru sözler, yanlış anlamalar

Risâle-i Nur ve tasavvuf: Hak yolda iki şerit

Söylenmesi doğru olmayan doğrular

Toptancılık kime yarar?

Üzülebilmek



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut