TARKOVSKİ İSMİYLE, ilk kez bir filmini izlerken tanışmıştık. Stalker, nâm–ı diğer İzsürücü filmiydi bu. Bir bilim adamı, bir sanatçı ve de sanırım bir gazeteci yahut asker, tüm dileklerin kabul olunduğu, mutluluğa ulaşılan esrarlı bir beldenin varlığını öğrenmiş; ve oraya ulaşmak üzere yola düşmüşlerdi. Artık beldenin çok yakınındaydılar. Hatta, bilim adamı, bir an önce oraya varma azmiyle dümdüz yürümeye başlamıştı. Fakat, o gittikçe, belde kendinden uzaklaşıyordu. Bilimin pozitivist mantığıyla oraya varılamayacağı ortadaydı. Sanatın ya da siyasetin tanımladığı yollarla da varılamazdı. Bir “izsürücü”ye, onun rehberliğine ihtiyaç vardı. O güne dek, “izsürücü”ye tâbi olmaksızın oraya ulaşan yoktu. “İzsürücü”nün sırrı ise, aczinde yatıyordu. Bilim adamını, sanatçıyı ve diğer şahsı oraya götüren izsürücü âciz, garib, fakir biriydi. Belki hayat yolculuğunu sembolize eden demiryolunun kenarında bir kulübede yaşıyordu. Üstelik, sakat bir çocuğu vardı. Onu “izsürücü” yapan, Stalker bölgesine ulaştıran da, işte bu sır; “acz, fakr ve zaaf” olmalıydı. Onun ulaştığı sırra meselâ bilim adamı ulaşmamıştı. Zira, “mucizeleri cebir formüllerine hapsediyor”du.
Film öylece, bir şiir gibi, bir ırmak gibi akıp gidiyordu. O akış içerisinde bizim dünyamıza bıraktığı akis, bir yanda vahiy ve nübüvvet sırrından kopmuş modern dünyanın eleştirisi; öbür yandan vahye ve nübüvvete olan mutlak ihtiyacımız; ve de o vahye tâbi olabilmek için kabul ve derk etmemiz gereken “acz, fakr ve zaaf” gerçeği idi. Filmden bizim anladığımız buydu.
Ne ki, bu filmle başlayan Tarkovski merakımız sayesinde, şu diyarda bir hayli “Tarkovski hayranı” olduğunu öğrendik. Üstelik, bu insanların önemli bir kısmı, Rabsiz ve vahiysiz yaşamaya azmetmiş, böylece iki dünyalarını da mahveden zavallı insanlardı. Dahası, Tarkovski, entel barlarının veya Ortaköy kafelerinin entellektüel gevezeliklerine malzeme dahi yapılabilmekteydi.
İster istemez, sorduk: Yoksa biz aşırı iyimser bir film yorumu mu yaptık? Tarkovski’ye, hiç mi hiç aklının ucundan geçmeyen şeyler mi düşündürdük?
Zira, Tarkovski gerçekten bizim anladığımız şeyi söylemek istediyse, Tarkovski’ye gerçekten hayran birinin yeri, vahiyden kaçış mekânları olamazdı. Öyleleri, ışığı aramak varken, gölgelerle avunamazdı.
Bu tereddüdümüz, yakın bir zamanda, onunla yapılmış bir mülâkatı görünce izale oldu. Tarkovski’yle filmleri üzerine ölümünden bir süre önce yapılan ve France–Culture’ün 7 Ocak 1986 tarihli sayısında yayınlanan söyleşinin bir bölümünü; vahiyden ve aczini Rabbine itiraftan uzak, sorusu olan ama cevap alanını sınırlayan bir kesimin çıkardığı Şizofrengi dergisinden iktibasla sunuyoruz:
Andrei Roublev kötülüğe maruz kalan bir dünyada sanatın meşruiyeti üzerine bir film. Kötülük sürekli iş başındayken güzeli husule getirme tutkusu niye?
Kötülük ne kadar artarsa, güzeli husule getirme nedeni de bir o kadar artacak. Şüphesiz daha güç olacak, ama daha da gerekli.
Tabiî bunun alelâde bir sanat olmaması şartıyla.
Ne demek “alelâde bir sanat olmaması?”
Tanrının dünya projesi ile uyum içinde bir sanat.
İnsan varolduğu sürece, birşeyler husule getirme eğilimi de varolacaktır. İnsan kendini insan olarak hissettiği sürece birşeyler yapmaya girişecektir. İşte onu Yaratıcısına bağlayan şey burada. Neye yarar sanat? Bu sorgulamanın cevabı şu formülde yatıyor: Sanat bir yakarıştır. Bu herşeyi anlatıyor. İnsan sanat aracılığıyla umudunu dile getirir. Bu umudu dile getirmeyen, manevî temeli olmayan hiçbir şeyin sanatla ilgisi yoktur, bunlar ancak parlak birer entellektüel analiz olabilirler. Picasso’nun tüm eserleri bu entellektüel analiz üzerine kurulmuştur. Picasso dünyayı kendi analizi, kendi entellektüel yeniden–yapılanması adına boyar. Adının tüm prestijine rağmen, itiraf etmeliyim ki, sanata hiçbir zaman ulaşamadığını düşünüyorum.
Dünyanın bir anlamı olduğunu öne süren sanattan başka sanat yok mu sizce?
Tekrarlıyorum, sanat bir yakarma, bir dua biçimidir ve insan yalnızca duasıyla yaşar.
Birçok insan Andrei Roublev’de bugünün Sovyetler Birliği’ne Rusya’nın geçmişteki manevî yaratıcılığını yeniden bulabilmesi için gönderilen mesajlar olduğunu düşünüyor.
Bu mümkün, ama benim problemim değil. Bugünün Rusya’sına mesaj göndermiyorum. Zaten hiçbir Rusa hiçbir şey söylemek istemiyorum artık. “Halkıma demek isterim ki...”, “Bütün dünyaya derim ki...” türünden erdemler artık beni ilgilendirmiyor. Ben bir peygamber değilim. Allah’ın şair olma imkânını, bir katedraldeki inananlardan farklı bir biçimde yakarma imkânını verdiği bir insanım. Bundan başka ne birşey söyleyebilirim, ne de söylemek istiyorum.
Solaris gezegeninde Kelvin otuz yıl önce ölmüş karısına kavuşuyor. Bu, gerçekleşmesi imkânsız bir olay aracılığıyla Tarkovski tarafından anlatılan tek aşk hikâyesi mi?
Aşk hikâyesi filmin yalnızca bir yönü. Belki de Kelvin’in Solaris’te bir tek amacı var: başkasına duyulan aşkın yaşamak için vazgeçilmez olduğunu göstermek. Aşksız bir insan insan değildir.
Bu evren, daha sonra Stalker bölgesi bir çile metaforu değil mi? Yani, yalnızca tek bir arzuya sahip olduğumuz bir yer: kendini değiştirmek.
Hayatın, çilesiz bile olsa, bu tanımı ortaya çıkardığını düşünüyorum: değişmek. İnsan hayatı yalnızca bu değişimi hedefliyor. Çile, bize daha çok sakin olmak, acılarımızı dindirmek için gerekli.
Kimdir Stalker, bu gizemli karakter?
Film, manevî değerleri için bir şövalye gibi savaşan bir insanı anlatıyor. Filmin kahramanı Stalker, edebiyatın “idealist” tipleri olarak bildiğimiz Don Kişot ya da Prens Mişkin ile aynı yörüngeye oturur. Ve idealist oldukları için gerçek hayattaki tüm savaşları kaybederler.
Hz. İsa türünden karakterlerden bahsedilebilir mi?
Benim için, zayıfın gücünü dile getiren karakterler. Film, bu sayede, insanın kendi husule getirdiği güce bağımlılığını da anlatıyor. Güç sonunda insanı yok ediyor ve acz tek güç olarak kalıyor.
Zayıfın bu gücünü duyması için insanın ne yapması gerekiyor?
Önemli olan bu değil. Bir inanç adamının eylemleri düşünülmüş ve akıllıca olmak bir yana, son derece absürd gelebilir. “Gülünç”, “yersiz” gibi gözüken eylemler, maneviyatın yüksek bir şeklidir.
Karşılıksız, nedensiz yapılan eylemler bir anlamda.
Evet, ama bununla beraber, bu eylemler nedensizlik adına değil, kurulu haliyle varolan ve hiçbir şekilde manevî insanı üretemeyecek bir dünyayı aşmak için gerçekleştirilir. Önemli olan ve İzsürücü’nün (Stalker) bütün seyrini yönelten, onu bayağılığa düşürmeyen, öz maneviyatını ortaya çıkaran, bu güçtür.
Nostalghia neden söz ediyor?
Yaşamanın imkânsızlığından, özgürlüğün olmadığından. Aşka sınır koyarsak, insan şekilsiz bir hale gelir; aynı şekilde, manevî hayata sınır koyarsak, insan büyük bir sarsıntı geçirir. Nostalji bütün bir duygudur. Kendi ülkemizde, yakınlarımızın yanında, mutlu bir aileye rağmen nostalji duyabiliriz. Çünkü, ruhumuzun kısıtlandığını hisseder, onu istediğimiz gibi geliştiremeyeceğimizi anlarız. Nostalji dünya önündeki bu güçsüzlüktür. Maneviyatını başkalarına iletememenin acısıdır. Nostalghia’nın kahramanını hasta düşüren illet, dost edinememenin, insanlarla iletişim kuramamanın acısıdır. Bu karakter, maneviyatın özgürce yaşanabilmesi için sınırların kaldırılması gerektiğini söyler. Daha genel olarak, modern hayata uyum sağlayamamış karakteri yüzünden acı çeker. Dünyanın sefaleti karşısında mutlu olamaz. Bu toplumsal sefaleti üzerine alır, ama aynı zamanda dünya ile arasına bir mesafe koyarak yaşamak ister. Onun sorunu tamamen merhametinden gelir. Bu merhamet duygusunun canlı örneği olmayı başaramaz. Diğer insanlarla birlikte acı çekmek ister, ama bunu da tam anlamıyla başaramaz.
Kahramanınıza acısının üstesinden gelebilmesi için verebileceğiniz bir reçeteniz var mı?
Köklerine, kaynaklarına inanması gerek. Nereden geldiğini, nereye gittiğini, ne için yaşadığını bilmesi, yani sürekli olarak Yaratıcısına bağımlılığını hissetmesi gerekir. Aksi takdirde, eğer Tanrı düşüncesi aşılırsa, insan hayvana döner. İnsanı hayvandan ayıran özellik, bağımlılık duygusu, kendini bağımlı hissetme özgürlüğüdür. Bu duygu maneviyat yoludur. İnsanın talihi, maneviyata giden bu yolu durmaksızın geliştirmesindedir. Bağımlılık insanın tek şansıdır. Zira Yaratandaki bu niyet, bir üstün mahlukun (eşref–i mahlukat?) Yaratıcısı olmaktan başka birşey değildir. Bu inanç, dünyayı kurtarabilme gücüne sahiptir. Kul hayatını ifa etmek gerekir. Bu ilişki son derece basittir. Anne–baba–çocuk ilişkisine benzer. Bir başkasının otoritesini tanımak gerekir. Bu saygı, bu kulluk insana kendini tanıma, kendi içini görme gücünü verir. Bu, yakarış diye adlandırdığımız, ama aynı zamanda benim sinema eserimin de aldığı biçimdir. Bununla birlikte, kendimi henüz bu yakarma idealini gerçekleştirmekten uzakta sayıyorum.
Allah’a inancınızla sanata inancınız böyle mi birleşiyor?
Sanat Yaratıcının aynadaki cilvesidir. Biz sanatçılar bu jesti tekrarlamaktan, taklit etmekten başka birşey yapmıyoruz. Bu yüzden, Yaratandan bağımsız bir sanata asla inanmıyorum. Tanrısız bir sanata inanmıyorum. Sanatın anlamı yakarmadır. Bu benim yakarışım. Eğer bu dua, bu yakarış, benim filmlerim insanları Allah’a yöneltebilirse ne mutlu bana. Yaşamım esas anlamını bulacak. Hizmet etmek. Ama bunu asla başkalarına empoze etmeye kalkışmayacağım. Hizmet etmek, fethetmek demek değildir.
Sanatın amacı nasıl yalnızca hizmet etmek olabilir?
İşte sır burada. Yaratılışın sırrı gibi. Bir ikonun önünde diz çöktüğünüz zaman Tanrıya aşkınızı söylemek için tam yerinde kelimeler bulursunuz, ama bu kelimeler gizli, sır olarak kalır. Aynı şekilde bir sanatçı öyküsünü, karakterlerini bulduğu zaman dua–eserini yapar ve tam yerinde sözcükleri bulur. İşte sanat burada bir ihsan şeklini alır. Sanat yalnızca bir ihsan, bir hediye olduğu zaman hizmet edebilir.
Filmleriniz böylece Allah’a duyduğunuz sevginin eylemleri oluyor?
Buna gerçekten inanmak isterim. Bunu yapmaya çalıştım. Benim için ideal, bu “hediye”yi sürekli vermek olacak...
|
Nereden geldiğini, nereye gittiğini, ne için yaşadığını bilmek, yani sürekli olarak Yaratıcıya bağımlılığımızı hissetmek gerekir. Aksi takdirde, eğer Tanrı düşüncesi aşılırsa, insan hayvana döner. İnsanı hayvandan ayıran özellik, bağımlılık duygusu, kendini bağımlı hissetme özgürlüğüdür. Bu duygu maneviyat yoludur. İnsanın talihi, maneviyata giden bu yolu durmaksızın geliştirmesindedir. Bir başkasının otoritesini tanımak gerekir; bu kulluk insana kendini tanıma, kendi içini görme gücünü verir. Bu, yakarış diye adlandırdığımız, aynı zamanda benim sinema eserimin de aldığı biçimdir. |
© 2021 karakalem.net, Andrei Tarkovski