N. DAĞLI: Metin Karabaşoğlu’yu Köprü dergisine yazdığı yazılardan beri okuyorum. Risale-i Nur’u algılayışından ve yazıda yakaladığı üsluptan olsa gerek, bütün metinlerini okuma isteğini duydum. Hemen hemen bütün metinlerinde üste çıkan şey, Metin Karabaşoğlu’nun ‘Risale Okumaları’ yaptığı, yazılarının da bir tür ‘Risale Okuması’ olduğudur. Şunu merak ediyorum: Metin Karabaşoğlu’nun, Risale okumaları dışında bir okuma serüveni var mı? Çeşitli yayınevlerinde ifa ettiği editörlük gereği ve başka zamanlarda ‘iş icabı’ okuduğu metinleri hariç tutarak soruyorum. Haz duyarak okuduğu edebiyat ve sosyal bilim metinleri nelerdir? Dinlediği müzikler, izlediği filmler...
M. KARABAŞOĞLU: En başta, ‘iş icabı’ okuduğum bütün kitapları aynı zamanda ‘keyif alarak’ okuduğumu belirtmek isterim. Okuduğum her kitaptan birşeyler öğrendim; her bir okumamdan bir keyif aldım. Maamafih, okumak istediğim halde, ‘iş icabı’ okumalarımın yoğunluğu yüzünden henüz okuyamadığım uzunca bir liste de zihnimde ve kütüphanemde bekliyor.
Risale-i Nur dışında, haz duyarak okuduğum edebiyat metinlerine gelince; üniversite yıllarında Balzac’ı büyük bir keyifle okumuştum. 80’li yıllarda, üslub arayışım içinde, Roger Rosenblatt’ın İngilizce denemelerini dikkatle ve keyifle okudum. Sonra Goethe, Hâfız-ı Şirazî, Rilke, Eliot, Thoreau ve Hermann Hesse’yi keşfettim.
Sosyal bilimler alanında ‘iş icabı’ okumalarım o kadar yoğun idi ki, ayrıca bir ‘okuma’ya ayıracak zaman bulamadım. ‘İş icabı’ okuduklarım içinde ise gelenekselci ekolün yazarlarını, özellikle Martin Lings ve S.H. Hasr’ı, İslâm tarihine ve düşüncesine yönelik araştırmaları, bir de yaşadığımız çağın analizini eleştirel bir nazarla yapan yazarları özellikle önemsediğimi belirtmeliyim.
Müziğe gelince; biraz da babamın tesiriyle, çocukluğumdan itibaren Türk Sanat Müziği’ne bir ‘dinleyici’ olarak hep ilgi duydum. Gençlik yıllarının tam ortasında bir yanda Pink Floyd, The Wall, Dire Straits ve U2 ile, diğer tarafta ise Kitaro, Tangerine Dreams, Vangelis gibi New Age müzisyenleri ile ciddi biçimde ilgilendim. Ama, on küsur yıldır, arasıra tasavvuf musikîsini—bilhassa Ahmet Özhan’ın yorumuyla—dinlemek dışında, müzikle pek ilgili değilim. Özellikle Gâmidî, Şâtırî ve Efâsî’nin kıraatıyla Kur’ân’ı dinlemek, ruhuma müziğin hiçbir türüyle kıyaslanamayacak bir haz veriyor.
Ciddi bir sinema izleyicisi değilim. Duygusal içerikli filmler, tarihle ilgili filmler, hukukî-politik temalar içeren filmler, bir de sembolik bir dil içeren filmler beni özellikle cezbediyor. Çok reklamı yapılan filmleri izlemekten sakınma gibi de bir özelliğim var. Bugüne kadar izlediğim filmler içinde beni en ziyade etkileyenleri sıralamam gerekirse, Tarkovski’nin Stalker (İz Sürücü)’sünü, Kurosawa’nın Düşler’ini, Baraka’yı, Ölü Ozanlar Derneği’ni, Ken Russell’ın Tommy’sini ve The Wall’u özellikle belirtmem gerekiyor. Devam filmiyle ilgili bıktırıcı tanıtım kampanyasının ruhumda uyandırdığı antipati olmasa bir filmin daha ismini verebilirdim, ama vermeyeceğim.
N. DAĞLI:‘Risale Okumaları’nızda (ve tabii ki yazı serüveninizde) özellikle altını çizdiğiniz, vurgulama gereğini hissettiğiniz iki şey var: 1) Kainatı, hayatı ve insanı çok iyi okuyup, en kuşatıcı anlamı çoğalttığını düşündüğünüz Risale-i Nur’a talebe olmak, 2) Risale-i Nur’un ‘aşılmayı’ değil, ‘açılmayı’ beklediği... Metinlerinizden ‘anlama çabasını’ üst başlık yaptığınız anlaşılsa da, üzerinde konuşulması gereken şu istifhamı dağıtalım diyorum: İnsan hayatını, ‘aşılmaz’ olarak gördüğü bir metne ‘talebe’ olmaya adadığında, ‘metni açma’ya değil, ‘metne inanma’ya gitmez mi? ‘İman’ nesnesine dönüşen bir metin açılabilir ve çözülebilir mi? “Risale aşılmayı değil, açılmayı bekliyor” cümlenizi açabilir misiniz?
M. KARABAŞOĞLU: Bediüzzaman, Risale-i Nur için, “Dava değil; dava içinde bürhandır” ifadesini kullanır. Bu, müellifinin Risale-i Nur’u Kur’ân’ın ve Hz. Peygamber’in ortaya koyduğu davanın doğruluğunu isbat amacıyla yazdığının veciz bir ifadesidir. Böyle bir eserin ‘bürhan’ suretinde değil, ‘dava’ suretinde okunması, bizatihî o eserin varoluş amacıyla çelişir. Böyle bir çelişkiden kendimi uzak tutageldiğimi sanıyorum.
Bu noktada, yirmi yıl öncesine ait bir hatıramı aktarmak isterim. Üniversitede ya ikinci, ya üçüncü sınıfa devam ediyordum. Senin sorduğun bu sorunun bir benzerini kendime sordum; ve Risale-i Nur’dan başka pek kitap okumamış biri olarak Risale-i Nur’a olan bağlılığımın ne derece sıhhatli olduğunu kendime sordum. Bu, yaklaşık altı ay boyunca Risale-i Nur’la aynı yüzyılda yazılmış birçok İslâmî metni okumaya yöneltti. Elmalılı Hamdi Yazır, Seyyid Kutub, Mevdudî, Ali Şeriati, Nedvî, Fazlurrahman.. derken, Risale okumayıp onları okuduğum bir altı ay yaşadım. Hiçbirini küçük görmüyorum, öyle anlaşılmak da istemem, ama altı ayın sonunda Risale-i Nur’a dönüşümün muhteşem olduğunu söyleyebilirim. Çünkü, onu emsali olduğu söylenenlerle kıyaslamış ve aradaki farkı bizatihî kavramış durumdaydım. O günden beri de Risale-i Nur dışında kitaplar hep okuyageldim, okumaktan da keyif alıyorum; ama Risale-i Nur ayarında bir eserle karşılaşmış değilim. Özetle, benim Risale’ye olan intisabım, ‘başkalarını bilmemek’ten kaynaklanmıyor, bilakis ‘başkalarını da bilmek’ten kaynaklanıyor.
“Risale-i Nur aşılmayı değil, açılmayı bekliyor” cümlesine gelince, bu cümle sonradan yolu Risale-i Nur muhitine yakın düşen bir yazar ağabeyimizin “Yahu aşın artık şu Risale-i Nur’u!” şeklindeki bir sözüne cevaben sarfedilmiştir. Cevap olarak, kendisine, “Açabildik mi ki aşalım?” diye sordum. Risale-i Nur’un bir ‘beşer kelamı’ olarak ‘aşılamazlığı’nı ileri sürmenin imanî edebe uymadığını düşünüyorum; ancak, öte yanda, onu ilk fırsatta harcama gibi bir kadirnâşinaşlığı ‘Müslüman entellektüeller’ diye anılan zümrenin rahatlıkla yapabildiğini de görüyoruz. Velhasıl, Risale-i Nur’u açma ve anlama çabasına girmeksizin onu ‘aşmak’tan söz edenlere yöneliktir o sözüm. Şahsen, Risale-i Nur’u ‘anlama’ya çalıştıkça, ondan çok şey öğrendim; Risale-i Nur’da derinleştikçe ona yönelik hayranlığım ziyadeleşti ve bu, başka kitaplar okumadığım halde değil, başka kitaplar okumamla birlikte vuku buldu.
Tekrar gibi olacak ama, söyleyeyim. Sorunuza sebebiyet veren söz, Risale-i Nur’un ‘aşılamazlığı’nı ileri sürmek için söylenen bir söz değildir. Risale-i Nur’u by-pass etmeye yönelik eğilimlere karşı, onun ‘açılması’ lüzumuna dikkat çeken bir sözdür. Yoksa, Risale-i Nur’un ‘aşılamazlığı’nı ileri sürmek onu bir nevi kutsallaştırmaya götürür ki, böyle bir halin en uzağında olması gereken insanlardan biri olduğumu sanıyorum.
N. DAĞLI: Bunları sorarken, ‘Risaleyi kutsallaştırıyorlar’ mantığını paylaşmadığımı bilmenizi istiyorum. Risalenin nokta ve virgüllerine dahi müdahaleyi yanlış gördüğünüzden hareketle soruyorum. İmanımız, iman edilen şey ile aramızda ‘ulaşılmaz’ bir mesafeyi işaretler. Allah’a iman ederiz ve O’nu hakkıyla bilemeyiz. Risaleler ‘aşılmaz’ dediğimizde de, böyle bir şey yaşanıyor gibi hissediyorum. Genel bir risale okuma tarzından hareketle bu hissi yaşıyorum. Beşerî metinler karşısında okuyucunun özgür olması gerektiğini düşünüyorum. İnsan bir metin karşısında, ‘iman etmeyi’ değil, ‘anlamaya çalışmayı’ esas alması gerekmiyor mu?
M. KARABAŞOĞLU: Bir kere, ‘iman etme’ ile ‘anlamaya çalışma’nın birbirinin zıddı olmadığını ifade etmem gerekiyor. Anlayış imanı netice verir, iman da anlayışı geliştirir. İman ile anlama, iman ile düşünme arasında, adım adım yükselen helezonik bir bağ sözkonusudur.
Risale-i Nur’a gelince, bir beşerî metin olarak Risale’ye iman ediyor olmam elbette mümkün değil; ama bu, Risale-i Nur’a güveniyor olmama da engel teşkil etmiyor. Her türden beşerî metin karşısında soru sormak, sorgulamak olması gereken şeylerdir; ancak, ‘sorgulamadan inanmak’ ne derece yanlışsa, ‘bütünüyle kuşkuda olmak’ da o derece yanlıştır. Şahsen, Risale-i Nur dahil olmak üzere, bir mü’minin dimağından süzülmüş bütün eserlere bir ‘kesin inanç’la değil ama ‘hüsnüzan’la yaklaşılması gerektiğini düşünüyorum. Ben Risale-i Nur’a güveniyorum, çünkü bugüne kadar ona yönelik hüsnüzannımı hiç boşa çıkarmadı. Risale-i Nur’dan dolayı düştüğüm bir yanlış hatırlamıyorum. Bir eseri mihenge vurmak ayrı şey, onun içinde özellikle yanlış aramak daha ayrı birşeydir. İlki önyargıdan ve önkabulden azade özgürce bir ‘anlama çabası’nın olmazsa olmazıdır; ama ikincisinden ‘anlama’ sonucu çıkmaz, zira ‘anlama çabası’ böyle gerçekleşmez.
“Virgülüne dahi dokunmama” hususuna gelince; bütün büyük metinlerin böyle bir saygıyı hak ettiğine inanıyorum. Risale-i Nur’la ilgili açıklamalar, şerhler yapılabilir, ‘edisyon kritik’ suretinde bir çalışma sanırım gereklidir; ama bütün bunlarla birlikte, Risale-i Nur’un orijinal metni Bediüzzaman’ın bize miras bıraktığı şekliyle korunmalıdır. Risale’ye yanlışlıkla girmiş bir ‘virgül’ün nelere yol açabileceğini “Otuzuncu Söz” örneğinde tesbit etmiş bir insan olarak bu konuda ısrarlıyım. “Tılsım-ı kâinatı keşfeden Kur’ân-ı Hakîm’in mühim bir tılsımını halleden Otuzuncu Söz” ibaresi, bize ‘tılsım-ı kâinatı’ keşfetmenin ancak Kur’ân’ın harcı olduğunu, “Otuzuncu Söz”ün ‘tılsım-ı kâinatı keşfeden Kur’ân’ın mühim bir tılsımını’ izaha yönelik olduğunu belirtiyor. Oysa, bazı baskılara eklenmiş bir virgül, ‘tılsım-ı kâinat’la Kur’ân’ı birbirinden koparıp, ‘tılsım-ı kâinatı keşfeden’i de “Otuzuncu Söz” yapıyor! Bir virgül bu kadar önemli olduğuna göre, ve bu eserin müellifi elle çoğaltıldığı dönemlerde çoğaltılmış her nüshayı kendi tashihinden geçirme gibi bir hassasiyeti özellikle gösterdiğine göre, ‘orijinalite’ye saygıda kusur etmemek gerek...
N. DAĞLI: Hayatın orta yerinde ‘anlamını’ kurmak için zihinsel yolculuklar yapan, çapraz okumalarının merkezine ‘anlamayı’ koyan, gerek hayatın gerekse okumaların sordurduğu sorulara risalelerin inşa ettiği nazarla cevaplar bulduğunu düşünen biri olarak soruyorum: Kendini hayata açmamış, farklı okumaların karşıtlığı içinde ateşlenen sorularla zihni kışkırtılmamış, canı yanmamış insanların ‘vird’ şeklindeki Risale okumaları, Risalelerin öngördüğü bir mü’mince duruşu (ve tabii ki bakışı) ortaya çıkarabilir mi? Bu şekildeki bir okuma; kısmî iyileşmelere vesile olmuş ve olsa da, risalelerin kâinata ve hayata taşıdığı o muhteşem anlamı taşıyacak bir sıklete sahip midir?
M. KARABAŞOĞLU: Risale-i Nur’da beni en ziyade cezbeden taraflardan biri, onun kelimenin tam anlamıyla ‘bir insan’ tarafından ‘hayatın içinde’ yazılmış olmasıdır. Said Nursî’yi okurken, insanlığını her haliyle yaşamış birisiyle karşılaşıyor insan; tabir caizse ‘tuzu kuru’ biriyle değil. Bediüzzaman ‘sorunsuz’ bir insan üslubuyla ‘vaaz vermiyor’ bize; ya bizatihî yaşadığı, ya sair insanların yaşadığını görüp hissettiği soruları ortaya koyarak, ‘içimizden biri’ olarak konuşuyor, ‘hayatın içinde’ konuşuyor. “Yirmibirinci Söz”deki o güzelim soruya bakın, “Yirmidördüncü Mektup”taki bizim sormaya belki korkacağımız o müthiş soruya bakın, baştan sona “Yirmialtıncı Lem’a”ya hakim olan anlatıma bakın, “Dördüncü Şua”ya bakın...
Soran ve arayan, daha da önemlisi kendisini tekdüze bir cevaba da kilitlemeyen bir insanın yazdığı bir eser Risale-i Nur. Bu şekilde yazılan bir eserden azamî istifadenin bu şekilde okunduğunda sağlanacağı kanaatindeyim. Hayatın içinde olmaktan korkup dört duvar arasına saklandığımız, soru sormaktan korkup hazır cevaplara sığındığımız oranda, Risale’den gerçek anlamda istifadenin önüne geçiyoruz demektir. Böyle bir halde, büsbütün istifadesiz kalınmasa bile, Risalelerdeki muhteşem anlamı taşıyacak bir sıklete erişmenin ise, mümkün olmayacağı kanaatindeyim.
N. DAĞLI: Risalelerin bugün sadece birilerinin referans kaynağı olarak bilinip okunmamasında az önce değindiğim türde bir okumanın etkisi nedir?
M. KARABAŞOĞLU: Kanaatimce, etkisi büyüktür. Risale-i Nur’u meselâ ‘asrın dehası’nın yazdığı bir eser olarak sunarsanız, yalnızca Bediüzzaman’ı ‘asrın dehası’ olarak kabule yatkın insanlara mahsus hale sokarsınız. Onu ‘bir insan’ olarak yazılmış, her insanın sorduğu insanca sorulara cevap arayışlarını dile getiren bir eser olarak sunduğunuzda ise, bu soruları kendi âleminde soran her insan tarafından okunmasını mümkün kılarsınız.
Risale-i Nur’un sadece birilerinin referans kaynağı olarak bilinip başkalarınca okunmaması, bugün Risale-i Nur’un yüzyüze olduğu problemlerden biridir ve bu, esasında Risale-i Nur’un değil, ona intisabını ifade eden kişi ve toplulukların problemidir. Zira, Risale-i Nur’da bir açıklık ve genişlik görüyoruz. Bediüzzaman’ın Risale-i Nur’u yalnızca belli bir topluluk tarafından okunan veya okunduğunda belli bir topluluğa mensup olunan bir eser olarak düşünmediğini gösteren yeterli sayıda delil bizatihî Risale sayfaları arasında mevcut. Meşhur ‘dost, talebe, kardeş’ tanımlaması, bunun bir örneğidir.
Bu noktada, söylenecek çok söz var ama, en azından şu dört hususa kısaca değinmeden geçemeyeceğim: (1) Risale-i Nur, siyaset âlemine yönelik tazammunları olmakla beraber, ‘siyaset-üstü’ bir eserdir; ama onu ‘siyaset-üstü’ kılamayan sunum tarzı belli bir siyasî tercihin dışındaki kesimlerle Risale-i Nur arasında bir mesafenin zuhuruna sebebiyet vermiştir. (2) Risale-i Nur’un tasavvufa dair belli bir döneme mahsus olarak söylediği sözlerin yersiz, uygunsuz ve hikmetsiz kullanımı da kendi meşrebinde hayat yolculuğuna devam ederken Risale’den pekâlâ istifade edebilecek muazzam bir kitleyle Risale-i Nur arasına bir mesafe koymuştur. (3) Bir gerilim durumunda kendini Risale-i Nur’a siper etmek yerine, kendini kurtarmak için Risale’yi kalkan olarak kullanmak diye özetleyebileceğim tavırlar; bu çerçevede, Bediüzzaman’ın son derece hakikatli sözlerinin hazmedilip yeniden üretilmeden âdeta papağan gibi tekrarı gibi bir hal de maalesef sözkonusudur. Oysa, çok değerli sözler, yerli yersiz kullanıldığında eskir, tükenir, değersizleşirler. Bu anlamda bir ‘Bediüzzaman tüketimi’nin maalesef vaki olduğu kanaatindeyim. (4) Risale’yi bir ‘fanus içinde’ okuyup bir kapalı dil içinde sunmak, ciddi bir problemdir. Oysa, Risale-i Nur’u herkesin anlayacağı bir dilde sunmak gerekiyor, onun için ‘herkesin dili’ni bilmek gerekiyor, onun için de hayatın içinde olmak ve Risale’yi hayatın içinde okumak gerekiyor.
N. DAĞLI: Hayattan çıkan bir din algısı yerine, başka coğrafyaların sosyolojisinden beslenen bir din algısına yaslanan ‘İslamcı aydın’ların oluşturdukları ‘İslamî camia’nın Said Nursi’yi es geçmelerinin başka sebepleri de var mıdır?
M. KARABAŞOĞLU: Muhakkak ki var. Kendi gözlemlerim, Risale-i Nur’un ‘başkalarını düzeltme’ye değil, ‘nefsini ıslah’a endeksli olmasının; bu çerçevede ‘siyaset-eksenli’ olmamasının; elitist bir yaklaşımı benimsemiyor olmasının; bir de, kalb ile aklı buluşturan dil ve örgüsünün, bu noktada en önemli sebepleri teşkil ettiği şeklinde...
N. DAĞLI: Yaşadığımız ülkede, ‘din’i hayatının merkezine koymaya çalışan insanlarla ‘din’i çevrelerinde tutmaya yemin etmiş insanlar arasında yaşanan çatışmanın temelinde, ‘Kur’ân-kainat-hayat-insan’ bütünlüğünden kalkarak bir din algısını geliştiren Said Nursi’nin okunmaması/tanınmaması vardır, diyorum. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?
M. KARABAŞOĞLU: Bu düşünceye katılıyorum. Ancak, Bediüzzaman’ın belirttiğin şekilde, İslâm’ın özünde var olan bu bütünlüğü vurgulayan ve bir bakıma yeniden inşaya azmeden biri olarak, bütüncül bir bakış açısıyla okunması/tanınması kaydıyla...
N. DAĞLI: Gerek edebiyat, gerekse sosyal bilim okumalarımdan edindiğim soruların risalenin satıraralarında cevap bulduğunu gördüğüm her seferinde şunu sormadan edememişim: Modern metinleri okuma şansı bulamamış Said Nursi bu sonuçlara nasıl varıyor? Mesela varoluşçu bir edebiyatçı olan Unamuno, yirminci yüzyıllın sonlarına doğru söylediği ve ‘yaşamın trajik duygusu’ olarak tanımladığı ‘insanın cehennem bile olsa ebediyeti istediği’ gerçeğine, Said Nursi Haşir Risalesi’yle eğiliyor, insanı tatmin eden sonuçlara gidiyor. Risale, sistematik bir felsefe ve kelâm metni olmamasına rağmen, bu iki disipline gönderme yapmadan, ancak sorularına çok iyi cevaplar veriyor. Yoksa Said Nursi, klasik âlimlerin aksine okuyucuya buyurmadan, bir insan olarak hissettiği sorulara kendince ve kendisi için cevap vermek ve bunları da bizimle paylaşmak mı istemiş?
M. KARABAŞOĞLU: Kesinlikle evet!
N. DAĞLI: Said Nursi, kainatı ve hayatı izah etme ve anlamada Allah’a imanı esas kabul ettiği için, Allah’ın bir başka kitabı olarak gördüğü kainatı insana okutturarak, bunu yaparken de, akıl ve kalbi tatmin eden delillendirmeyi esas aldığından kendisine ‘pozitivist’ diyenler var. Hatta kendisi için, ‘modernist mi, post-modernist mi?’ sorusunu soranlar oldu. Siz ne dersiniz?
M. KARABAŞOĞLU: Bediüzzaman’ın bunları duysa “Beni kategorize etmeyin” diye serzenişte bulunacağını sanıyorum.
N. DAĞLI: Risale-i Nur, kanaatimce; bir kelâm, bir hadis, bir fıkıh, bir tarih, bir felsefe, bir sosyoloji, bir edebiyat ve tarih ansiklopedisi değildir. Risale-i Nur’dan bu disiplinlerin içeriğini öğrenemeyiz. Fakat Risale-i Nur, bu disiplinlerden azamî noktada istifadeyi sağlayan bir ‘nazar’ı inşa ediyor. Fethullah Gülen bir konuşmasında, ‘Risale-i Nur her şey değildir, bizi herşeye götüren muhteşem bir yoldur.’ demişti. Bu tanıma katılıyorum. Siz katılır mısınız, bilmiyorum.
M. KARABAŞOĞLU: Senin yorumladığın şekilde anlaşılması kaydıyla, muhterem bir insanın dilinden sâdır olmuş muhteşem bir söz...
N. DAĞLI: Metin Karabaşoğlu’nun çok okunduğunu biliyorum. Ancak Risale-i Nur ile ilgili hizmet gruplarındaki karşılığı biraz problemli gibi. Bunu hissettiğim için soruyorum. Niçin? İyi niyet ve anlama çabasının ifadesi olan bir eleştriyi önemsediğimi de belirteyim..
M. KARABAŞOĞLU: Bu sorudaki anahtar kelime ‘biraz’ kelimesi olsa gerek. Yani, ismimin Risale-i Nur ile ilgili hizmet gruplarındaki karşılığı ‘büsbütün’ problemli filan değil, ‘biraz’ problemli! Açıkçası, değişik hizmet grupları içinde Metin Karabaşoğlu’nu veya yazdıklarını eleştirenler de var; yazdıklarını dikkatle okuyanlar da...
Her yazılanı ve her yazarı herkesin beğenmesi kolay olmamaktan öte, sanırım mümkün de değil. Kimsenin tepkisini almamak için yapılacak tek şey var: hiçbir şey yapmamak! Birşey söyleniyor veya yapılıyorsa, takdir eden de olacaktır, eleştiren de... Bunu ne şahsım, ne ilgili hizmet grupları açısından bir ‘problem’ olarak görmüyorum.
Bununla birlikte, Risale-i Nur dairesi içinde toptan kabul ve toptan redde yönelik tavırların ve cemaatî taassupların aşıldığı ölçüde, bu noktadaki gerilim ve problemlerin aşılacağı veya yumuşayacağı kanaatindeyim. Yeter ki, suizan ve iftira gibi çirkinlikler işin içine girmesin.