Arşiv

 Biz Gerçekten “Biz” miyiz?: Bir yabancılaşmanın öyküsü…

“Biz”in sırrı ubudiyette idi kısacası. Ve bu sır, zerreden yıldızlara herşeyi, her birimizle kardeş yapıyordu. “Na’büdü”deki “nun”u bilenler için, Onun adına, herşey dost ve kardeşti.


“NA’BÜDÜ”DE KALDIĞIMIZ günlerdi. “Nun” bahsini okuyorduk. Bu bahsi ilk duyanlar olma lütfuna erişmiş “üçüncü medrese-i Yusufiye” sâkinleri kadar, biz de “Neden ben değil de, biz?” sorusuna takılmıştık. “Ancak Sana ibadet ederiz ve ancak Senden yardım dileriz” mealindeydi âyet. “Ben ibadet eder, ben yardım dilerim” demiyor, ama âyeti kendi başımıza okuyorduk. “Ben ibadet ederim” dememiz gerekmiyor muydu? “Ben”i “biz”e çeviren “nun” orada niye vardı?

Bu sır bizi kendine o denli cezb ve celb etmiş olmalı ki, uğruna yollara düşüp koca bir kıt’ayı aştık; tâ Bayezid Camiine vardık. Sultanahmet, Fatih, Ayasofya veya Süleymaniye camilerine değil de, Bayezid’e. Çünkü, “üçüncü Yusufî medrese”nin müderrisi, kendi kalbi için “nun” dersini o camide almıştı. “İhlaslı hâfızlar”ın Kur’ân nurunu uyanık kalblere taşıdığı bir vakit, aklı “na’büdü”deki nun’u sormuştu ona. Biz de, ilerlemeyi “maddî”de anlayanlar için devri “duraklama” diye görülen Bayezid-i Velî’nin camiinde, o bahsi okuduk. Serin bir güz akşamı ile yatsı arasında, bir “nun”da kaç âlemin gizli olduğunun dersini aldık.

“Na’büdü” diyorduk, çünkü ibadet eden yalnız kendimiz değildik. Bizimle birlikte, aynı safta, aynı camide ibadet edenler vardı. O camidekiler olarak da yalnız değildik; çünkü aynı anda İstanbul’un tüm camilerinde ve ehl-i imanın birer cami kimliğine bürünmesi icap eden evlerinde de ibadet üzere olanlar vardı. İstanbul’dakiler olarak da yalnız değildik; aynı anda âlem-i İslâm mescidinde saf bağlamış milyonlar vardı. Bu kadarla da kalınmıyordu; aynı anda kâinat mescidindeki sayısız mahlûk, Rabbinin emrine itaatle bir nevi ibadet ediyordu. Aynı zamanda, her bir organımız, her bir hücremiz, her bir zerreciğimiz de, kendisine mahsus bir ibadetle meşguldü. Her biri, kendisine emredileni dosdoğru yaşıyordu. “Biz” deyince, işte tüm bu ibadetleri de tasdik ve teyid ediyorduk. “Biz” diyerek, Rabbimizin birliğini, ”lâilâ-heillallah”ı ders veren mahlûkata eşlik ediyorduk.

“Biz”in sırrı ubudiyette idi kısacası. Ve bu sır, zerreden yıldızlara herşeyi, her birimizle kardeş yapıyordu. “Na’büdü”deki “nun”u bilenler için, Onun adına, herşey dost ve kardeşti.

O günüm, bu sırrın hazzıyla geçti. Ertesi günlerde, “nun” sırrını tekrar tekrar düşündüm. Her keresinde kafamdaki duvarların, tel örgülerin, mayınların, kontrol kulelerinin, sınır çizgilerinin biraz daha aşınıp aşıldığını gördüm. Bizler, çoğu kez nefis zindanında yaşıyorduk. “Nun” sırrını görünce, zindanı aşıyorduk.

İşte, zihnimde öylesi “sınır-ötesi harekât”lar yaşarken, kulağımın davetiyle, başka bir “sınır-ötesi hare-kât”ı da öğrenmiş oldum. TC sınırının ötesinde, Irak topraklarında girişilen bir harekâttan bahisle, “Bizimkilerden de zayiat varmış” diyordu biri. “Nun”un zihnime aşıladığı taravet ve zindelikle, hemencecik soracaktım: “Bizimkiler ne demek? ”

Çünkü, sanırım, “nun” halini yaşayanlar değildi zikrolunan.

* * *

“‘Bizimkiler’ ne demek? Biz kimiz, bizimkiler kim?”

Günler boyu, kafamda bu soru; hâfızamda ise, kapısı cevabına açılan sayısız görüntü vardı. O sorunun sevkiyle, hâfıza arşivimin orasına-burasına dağılmış kareler toplanacak ve ardından, bir parçalanışı yaşayacaktım.

Na’büdü büyük bir sırdı. Nun’uyla, beni tüm kâinata dost ve kardeş yapıyordu. Tek bir insan olduğum halde, zerreden yıldızlara herşeyle birleştiriyor; ubudiyet noktasında, çokları birliğe eriştiriyordu. Oysa şu “bizimkiler”, bir parçalanmanın diliydi sanki. Nun’la birleşen kâinatı param parça ediyor; “na’büdü”de birleşen yürekleri ayrı ayrı bloklara bölüyordu. Günde en az beş vakit, ve en az yirmi kez “na’büdü”yü fısıldayan yüreklerin mescidi olan âlem-i İslâm, şu “bizimkiler” yüzünden param parçaydı sözgelimi. O parçalar da bölük pörçüktü. O parçaların parçaları da. Ortasından “millî-devlet” ve “millî sınır” bıçağı geçiveren iki mü’min köyü, akabinde, keskin bir ayrılığa düşüyor, hatta “düşman” bile olabiliyordu. İki yandan tel örgüleri, kontrol kuleleri, uçaksavarlar, top ve füze bataryaları, barikatlar, mayınlar, radarlar, tam teçhizatlı, tekmil silahlı askerî birlikler konuşlanıyordu. Sonra, iki komşu köy olarak “na’büdü”yü okurken, aynı anda kendimizi “Türkiyeli,” “Suriyeli,” “İranlı,” “Ürdünlü,” gibi ayrımlarla bölüp, sözümona ayrı ayrı bütünler olduğumuzu sanıyorduk. Bu ayrım, her bir parçada, yeni yeni ayırmalarla sürüp gidiyor; kala kala tek başımıza kalıyorduk.

Oysa bir bütünün cüz’üydük biz; bütün içinde anlamlıydık. Nun sırrına yazıldığımız sürece bizdik. Yekdiğerimizle etle tırnak gibiydik. Ama unutuyorduk. Dilsiz ağız, ayaksız bacak, elsiz kol, yüreksiz böbrek neye yarardı, yine de ağız diye, kol diye, böbrek diye tanımlanabilir miydi; orasını sormuyorduk. “Biz” “na’büdü”yü okuyorduk; ama nefis tellerimiz başka bir “biz”i mi çalıyordu?

Öyle gibiydi. Namaz haricindeki “biz,” namazdaki “nun”dan soyunmuşa benziyordu. Hemen her gün onca kez “biz”den söz ediyorduk; ama bu “biz” nadiren o nun oluyordu. Nadiren Onun adınaydı sözlerimiz.

Nereden mi belliydi?

* * *

Sözgelimi, TV’de senelerdir süren bir “Bizimkiler” vardı ve senelerdir en çok izlenen diziler arasındaydı. Çok şey vardı dizide: zenginler, fakirler, arabalılar, yayalar, huysuzlar, kötü huylular, şımarıklar, çok bilmişler, katil, sünepeler, lümpenler, bohem’ler, aristokratlar, avant-garde’ler, sonradan görmeler, önceden görmeler, sefiller, sefihler, üçkağıtçılar, uyanıklar, aşağılık kompleksiyle küçülenler, büyüklük kompleksiyle küçülenler, şarap şişeleri, biracı, yalan, haset, intikam, kavga, kumarcı, dedikodu, sahtelik, tabasbus, yaltaklanma, iktidar tutkusu, geçimsizlik, öfke.. hepsi mevcuttu. “Bizimkiler” sanki onlardan ibaretti; ama gariptir, bir bölümünde olsun, namaz yoktu. Sünnete riayet eden bir kişi olsun yoktu. Oruç, tefekkür, tesettür, tezekkür, iktisat, kanaat, ihlas, tevazu, huşu, teslimiyet, ubudiyet... yoktu. Ama “bizimkiler”di; her hafta izleniyor, dahası “kaçırılmıyor”du. Üstelik, “Tam bizim tipler” diyen çok kişi vardı. Bu “bizim tipler,” na’büdü’deki “nun”dalar mıydı sahi?

* * *

Otobüsteydim veya işyerindeydim, başka bir bürodaydım, evdeydim, duraktaydım, gazete sayfalarına sıkışmıştım, dışarıyı seyrediyordum, hiçbir yerde değildim veya her yerdeydim. Nerede olduğum ve ne yaptığım pek farketmiyordu; zira nereye gitsem aynı muhabbet vardı. Hemen her yer, ezberlenmiş bir oyunun perdesi gibiydi. Hemen her yerde, “İstiyorum ki, bizimkiler kazansın” diye açılıyordu perde. Diğeri başını sallıyordu. Başka biri, “Bak, me-selâ ben” diyordu, “sizin takım içerde bizim rakibimiz, ama bu başka. İstiyorum kazanmasını. Çünkü bu olay farklı bir olgu. Dışarıya karşı hepsi bizim takımımız.” Öyle sürüp gidiyordu.

“Biz” kimdik, “içerisi” neresiydi, orada kimler vardı, “dışarı”da kimler kalıyordu, elbette sordum. Ama pek sorulmamış olmalı ki, hakikatli olmaya çalışıyor izlenimi bırakan bir gazete bile “Bu bir Osmanlı-Roma savaşıdır” cinsinden sözler ediyordu. O bile bunu yazarken, başkasından ne beklenirdi? “Roma’yı yakın.” “Şoparlara payını verin.” “Kesin, koparın.”

Roma’nın kim olduğu belliydi, ama “öteki”ni tarihteki Roma’nın sembolik rakibi kılan işaret neydi? Elliyi aşan yaşına bakmadan, şortunu giyip kendini beğenmişlik kuşanarak top oynayan kulüp başkanı mı? Yoksa, kulübün, takımın her maçında muhtemelen İtalya menşe’li kıyafetleri ile arz-ı endam edip “Büyük dağlar benim”vari edalar takınmasıyla tanınan; memlekete Pavarotti, Madonna vesaireyi getirme çabasıyla, atası gibi “tükel özgü kıvanç”lar duyan futbol şube sorumlusu mu? Yoksa, ismini taşıdığı eşsiz zâtın yolunu yol bilmemenin bedelini kan kırmızı arabasıyla gece yarısından epey sonra kör-kütük halde ortalığı kana boyamasıyla ödeyen mâlum futbolcu mu? Ona o güzelim isimle, hamdi ve övgüyü Sahibine teslim ettiği için “övülen” zâtın (asm) ismiyle seslenmeyi belki “gerilik” ve zül telâkki edip, densizce “Mami” diyenler mi?

Roma belliydi de, “biz”i kim temsil ediyordu?

Başka bir gazete, başka bir takıma alkış tutuyordu. Yine “bizim takım” edasıyla. Adını devletten alan, ve “Millet devletten önce gelir; devlet millete tâbi olmalı” gibi sözleri kuytu köşelerinde “münafık safsatası” ilan eden bir gazeteydi bu. Ve, Zaragozza takımına karşı oynayacak “biracı” takıma, adını anarak “Haydi bilmem kim” başlığı atıyordu. Ki o takımın finansörü biracı firma, on sene önce verdiği çarşaf çarşaf ilanlarla biranın alkollü içki olduğunun tescili karşısında çarşafa, sarığa, namaza, niyaza, kısacası “na’büdü” sırrına dahil onca şeye sataşmış değil miydi? Onlar “biz”i kendinden bilmezken, “bizim takım” olmalarının izahı nasıl yapılırdı?

“Na’büdü”deki “biz,” ibadet edenleri, yani ilahî emre uyanları ifade ediyorsa, biracı bir firmayla bizim ne ilgimiz vardı?

* * *

Bu kabil tablolara sorduğum sorularla, dünyamızın yanlış yorumlanmış bir “biz”le dolduğunun onca şahidini bulacaktım. Gazete sütunları, ayaküstü sohbetler, yayın kurulları, çay araları, günler, geceler, geceyarıları, televizyon dizileri.. herşey bu mantıkla yoğrulmuş gibiydi sanki. Farkına varmadan, “biz”i aslında “biz”-imle alâkası olmayan şeylerin yerine yahut yanına koyabiliyorduk. Meselâ faiz oranından bize ne idi; verilmiş imkânları Rabbinden değil kendinden bilip, Rabbinin diğer kulları aleyhine, Rabbinin emrini çiğneyerek kullanmanın adı değil miydi faiz? O halde, hepten karşısında olmalı değil miydik? İki puan artsa yahut düşse, o banka yahut bu banka öne çıksa bize ne idi? Milli Piyango’nun kime ne verdiğinden bize ne idi? Kumar Rabbimizin haram kıldığı bir bencillik ve tembellik âbidesi değil miydi? İmanî ölçülerde ne yeri vardı? Hem Tekel başarılı olsa veya olmasa bize ne yazardı?

Onların yolu onlara, “bizim”ki “biz” sırrını bulanlara değil miydi? Bu “biz”i, onları da bizden sayan o “biz”den ayırmalı değil miydik?

Öylesi konulara dalmışken, aklımıza bu sorular gelmiyordu. Habersizce, başka tuzaklara bile takılıyorduk. Meselâ, Beyazıt’ın insan kalabalığında yürürken, kırk yıllık “cebr-i keyfî-i küfrî-i askeriye”nin ruh ve vicdanlarında açtığı tahribatı sefil ve sefih çehrelerle dışa vuran Romenleri görüp, “Bunları içeri sokmamak lâzım” diyebiliyorduk. Haksız da sayılmazdık. “Memleketin ahlâkını bozuyorlar”dı.

Bu kimi Romenler için doğruydu da, sadece onlar için mi doğruydu? Devlet televizyonu ile devletin seyirci kaldığı korsan televizyonlarda arz-ı endam eden cesetleşmiş riya ve dışavurmuş zulüm portreleri de mi “Romen” asıllıydı? Kimi resmî resepsiyonlarda, kokteyl ve balolarda, sanırım pek çok Romenin de yüzünü utandıracak açıklıkta kıyafetler sergilenmiyor muydu? Kavaklıdere’de, Levent’te, Taxim’de, Alsancak’ta boy gösteren bir yığın sûret “Romen”leri solda sıfırlamıyor muydu?

Dahası, şu devletin tahtında, üstelik “Hıfzıssıhha” kanunu ile, “halk sağlığı” adına fuhuş resmî koruma ve gözetim altına alınmıyor muydu? Daha da dahası, en üryan hallerin bile neşir imtiyazı taşıdığı TV’lerde, bu arada TRT’de, beri yanda “tesettür,” “faiz,” “içki,” “nikah,” “cihad,” “kısas” gibi emirleri taşıyan “laikliğe aykırı” Kur’ân âyetleri sansür edilmiyor muydu?

O halde, “içeri”si gerçekten “içerisi” miydi? “İçeri”si buysa, “içeride” miydik? Yine “içerisi” buysa “dışarı”sı neresiydi? Hem kimi kime şikâyet ediyorduk?

Hale bakılırsa, “Eyvah, kimi kime şikâyet edelim, biz dahi şaşmış” olmalıydık.

* * *

Başkaca tartışmaların da içindeydik. Meselâ, aslında kötü kalpli olmasalar dahi, pek çok insan, gereksiz bir “hapishane” muhabbetine girebiliyordu. İnsanların ufacık bir delikten su ve yiyecek alabildiği, karanlık, rutubetli, yalnız, yapa yalnız zindanları olan bir hapishane kapatılınca, “Şimdi başka yerden kaçıp anarşi çıkaracaklar” diye düşünebiliyordu pek çok dimağ. Halbuki, adalet-i mahza, “mevhum mazarrat” için “muhakkak maslahat”ın terkini yasaklamıyor muydu? Meselâ, bir gemide bir masum, yüz cani bulunsa dahi, o gemi batırılmaz değil miydi? Ayrıca, imanî şefkat, suçlu bile olsa, insana insan gibi davranmayı emretmiyor muydu? “İnsaniyet-i kübra” idi İslâmiyet; o halde, insaniyete sığmayan haller imana hiç sığmıyor değil miydi? Hem, “na’büdü”yü emreden dinimizde, on yıl, otuz yıl, ölene dek gibi, uzun-vadeli hapis cezaları var mıydı ki, “laik” hukukların öngördüğü böylesi cezaları esas kabul edip tartışmaya giriyorduk? Bize ne idi?

Oysa unutuyorduk. Çünkü, çoğu kez “biz”liğin eksenini kaydırmış olmalıydık.

* * *

Gümrük duvarı üzerine de sohbetler ediyorduk ayrıca. Duvarlar alçaltılmasındı, hatta yükseltilsindi. Çünkü, aksi halde yerli sanayi batardı. Meselâ Koç, sittin sene o kadar pahayla sattığı çürük arabaları, fırınları, ütüleri, çamaşır makinelerini, buzdolaplarını, daha bilmem neyi artık satamazdı. Ya kaliteyi arttırmak, ya malını dünya ölçeğinde hak ettiği fiyata —yani, daha ucuza— satmak zorunda kalırdı. Böylece, kârı da düşerdi elbet. On trilyon yerine yedi trilyoncuk olurdu. Onun için, gümrük duvarları olduğu gibi kalmalıydı. Sabancı, Eczacıbaşı veya bir başkası için de benzer endişeler taşıyorduk.

Peki, onlar ne derece “biz”dendi? “Biz”den iseler, dini ve din ehlini kara listede gören ihtilâller, onları niye semirtmişti ki? Hem, daha da eskilerde, Mustafa Kemal onları “özel koruma”ya almış değil miydi? Nedendi bu: Kara kaşları, kara gözleri için mi; yoksa “na’büdü”yü yaşama şevkleri yüzünden mi? Meselâ Vehbi Koç, bugüne dek, hangi imanî yaraya merhem olmuştu? Orası meçhuldü; ama kaç imanî merheme yara olduğunun hesabı açıktı. Öyleyken, ondan “biz”e ne idi?

* * *

Örnekleri uzatmak mümkün. Şu beldede, gayet mütedeyyin insanlar bile, Allah’la akdetmeyi gerektiren hususlarda dahi, “devlet”le akdetmeyi zarurî buluyorlar. Allah’tan başka merci tanımamayı ders veren “na’büdü”ye karşılık, kimi dimağlar, muhtemelen farkında olmaksızın, başka mercilerden medet arıyorlar. Meselâ, evlenmek için önce devlete, boşanmak için yine ona müracaat ediyorlar. Allah’a verilen nikah sözü “garantisiz” görüldüğü için devlete verilen evlilik sözü geçerli addolunuyor. Sonuçta, evlilik için Allah’ın koyduğu ölçü en başta atlanarak yaşanan, belki o yüzden “Allah adına” değil de nefisler adına sürdürülmek istenen ortak hayatların uğradığı kaza ve hasarların ardından, boşanmak için yine aynı mercie müracaat olunuyor.

Oysa, daha 1930’larda “şimdiki işittiğim gibi mahkemelere boşanmak için müracaat”tan söz eden Bediüzzaman, “haysiyet-i İslâmiye ve şeref-i milliyemize yakışmaz” diyor bunun için. Zira, öylesi başvurular ile, önlerinde ezelî ölçüler varken, “ahkâmda Avrupa’ya dilencilik” edenlere teslim olmuş olmuyor muyuz? Bu ise İslâm’ın haysiyetine yakışmayan birşey değil mi?

Yine Hakîm ve Rahîm olan Rabbimizin, hikmet ve rahmet eseri olarak koyduğu miras ölçülerini kendi dünyalarımızda olsun tatbike engel yokken, görünürde “daha çok getirir” görüldüğü yerde, Medenî Kanunu hakem tayin ediyor; ihtilâfın hallini laik mahkemelere bırakıyor değil miyiz? Birçok işimiz için, kendi parasına güvenmediği için “bedel”li askerliği Alman markına endeksleyen TC’nin Merkez Bankasının sözde teminatından başka değeri olmayan “kâğıt”larla bankalara girip çıkıyor ve onları besliyor değil miyiz? Dahası, zaman zaman şu sözler bile duyuluyor: “Bizim bankaları tercih etmek lâzım.” Sormayı unutuyoruz: Bir ilahî emrin çiğnenmesi demek olan faiz “na’büdü” sırrına ihanet olduğu halde, faizin kabı ve kapısı olan bankalar nasıl “bizim” oluyor?

Bunları görüyor ve geçiyor olsak bile, başka tuzaklar bekliyor bizi. Sözgelimi, “strateji”ler üretip, veya zaten üretilmiş olanlara kanıp, “Suriye suyumuza göz dikti” diyebiliyoruz. Bereket versin, Bulgarlar da kalkıp, “Size gelen bulutlar bizim üzerimizden geliyorlar. O su aslında bizim” demiyorlar; ama biz diyoruz işte. Allah’ın verdiği suyu barışık halde beraberce kullanmak varken, savaş senaryoları kuruyoruz. Hem, sadece Suriye değil, Irak da kuyumuzu kazıyor. Dahası, “İran bizi kıskanıyor.” Dahası, “Araplar arkamızdan hançerleyecek.”

Unutuyoruz: “Biz” kimiz? Bir coğrafyanın mahkûmları mı; yoksa, “nun” sırrıyla tüm kâinatla arkadaş olanlar mı? Eğer ikincisi isek, başındaki nusayrî Esed’e karşılık, Suriye’nin halkı da bizden bir parça değil mi? Onların şu sınırlar içindeki ehl-i imanı başındaki idarecilerle tanımlamasına vicdanlar razı olmazken, oradaki ehl-i imanı nasıl baştaki hükûmetle mahkûm ediyoruz ki? Kaldı ki, onlar da günde en az yirmi kez, “na’büdü” diyor. İran’ın, Irak’-ın, Yemen’in, Mısır’ın, Fas’ın yahut Malezya’nın halkı da.

* * *

Fakat bölük pörçüküz işte. Dağılmışız. Zihinlerimiz, “nun” sırrına muhatap olacak bizleri kesen, bölen, lime lime eden bıçaklarla dolaşıyor. Ve, bir Batılı bu vâkıayı iyi tesbit etmiş olmalı ki, sebeplerden birini izah sadedinde “Millî-Devletler Çağında İslâm” adında bir kitap yazabiliyor. Milliyetçiliğin ve devletçiliğin koyduğu ölçülere ters düştüğü İslâm’a bağlanan insanların, beri yanda gelişen milliyetçi ve devletçi ideolojilerin tazyikiyle, nasıl bir iç-çatışma yaşıyor olduğunu tasvire çalışıyor.

Başka biri ise, “ümmet” kavramını alarak etüdüne başlıyor. “Millî eğitim”le yoğrulan ve neredeyse faşizan, gayrifıtrî bir müfredatla yetişen dimağların “ümmet”ten “vatandaşlık”a doğru kaymasını yorumluyor.

Gerçek de bu. Mü’min kalbi, asırlık bir kasırgayla bölündü ve parçalandı. “Na’büdü”deki “nun”un dersini alıp kâinatın her ferdiyle kardeş olmak varken, en yakınımızla bile ayrılığa düşüverdik. Ben’ler büyüyüp, “nun”daki “biz”i başka bir “biz”e dönüştürdü. O seyir içinde, çok şeyler unutuldu. “Milliyetimiz ise yalnız İslâmiyettir” gibi ölçüleri çoktan unutur olduk. İslâmiyetin, “millet-i İbrahim”den olduğumuzu ders verdiğini de. Hz. İbrahim ise, “na’büdü” üzere yaşamanın sembolüydü. “Na’-büdü”ye fıtratıyla varmıştı. Yıldızlara gönül vermiş, ama onlar kaybolmuştu. Aya gönül vermiş, o da kaybolmuştu. Güneşe gönül vermişti, o da kaybolmuştu. Her yaratılmış şeyin konup göçücülüğü, “ufûle gidenleri sevmem” diyen kalbini Mahbub-u Ezelîye götürmüştü. Ona olan kulluğuyla herşey, hatta ateş bile dost ve halil olmuştu ona. Yakmamıştı. İbrahim milletinden olmak, onun yolunda olmak, fıtratını boğmamak, bölmemek, parçalara ayırmamak anlamını da içine alıyordu. Nun’un verdiği ders de bu kapıya çıkıyor.

O halde azıcık gayret! Kalbin, vicdanın ve aklın paylaştığı bir duanın, çok güzelliklere önsöz olabildiğini de unutmadan.

Yoksa?

“Yoksa”sını, sevgili Peygamberi tüm milletlerin ardı sıra yürümesi gereken bir ırmağa benzettiği şiirinde, Goethe söylüyor olmalı:

“Yoksa bizi çölün kumları yutacak/Güneş kanımızı kurutacak.”

  10.05.2004

© 2021 karakalem.net, Metin Karabaşoğlu




© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut