Arşiv

 Camide Dans Var

Şu ülke nice zamandır “yüzde 99’u müslüman” ve de “laik” olma ikilemi yaşamada. On asırdır İslâm üzre kalıp âdeta bir cami hükmüne geçen bu beldede, yüz küsur yıldır başka şeylerin de esamesi okunuyor. Geçmiş asırlarda Garpta doğan, zamanla tüm dünyayı saran bir kasırga bizleri de sarsıyor.


GÜNLERDEN CUMA. Vakit öğleye yaklaşıyor. “Namaz için hangi camiye gitsem?” Aklıma, hep gidip durduğum camiler yerine, şehrin oturduğum kesimini ikiye bölen anayolun öbür yakasındaki gecekondular arasında gündüz konmuş camilerden birine gitmek düşüyor. Yola koyuluyorum. Kimine göre nüfus artışının getirdiği bir zorunluluk, kimine göre ise büyüklenme tutkusunun tezahürü olan apartmanları yavaş yavaş ardıma alıyorum. Yürüdükçe, kat sayıları düşüyor. 10, 9, 8, 7, 6 derken, tek katlı, nadiren iki katlı evlerin ortasına varıyorum. Daha ileride “kat” terimi bile toprağa karışıyor; zira oralarda çadırlar kurulmuş; içlerinde ise şu dünyanın horlanan en sade insanları yaşıyor—“Bu dünya bir misafirhanedir”i her mevsim bilfiil yaşayan çingeneler yani.

Yürürken, adım adım evler, yollar, kaldırımlar, karşılaştığım insanların çehreleri ve elbiseleri, vitrinler, dükkan isimleri, hatta yol kenarına park etmiş arabaların markaları bile değişiyor. Ama bazı şeyler hiç… Yolun öbür yanındaki “Coiffure Bülent” ile buradaki “Berber Nuri”nin dükkânından gelen müzik sesi aynı. O taraftaki “bakım servisi” ile bu taraftaki “tamirci”nin duvarına asılmış takvim resimlerinin cinsiyeti ve niteliği de.

O “aynı”lıklar aynasında bakınır dururken, birden, şaşakalıyorum. Önümde, üçü de yola göre çukurda kalan, eğik, basık, briket ve kiremitlerinden bir kısmının artık mevta olduğu bir gecekondu bloku var. Müşterek bahçede ise, ne marul, ne ıspanak, ne enginar, ne de maydanoz… Daha başka birşey. Bir çanak anten! Ve de, yanısıra uzayıp giden kablolar…

Öbür taraftaki sözümona lüks, süper lüks, hatta beğenemediyseniz ultra lüks apartmanların üstünde görmeye alışmıştım; ama doğrusu buralarda hiç beklemiyordum. Biraz okuldaki sosyoloji derslerinin hâlâ hatırımda kalmış “çözümleme”leri, biraz taşradan geliyor oluşumun getirdiği “taşracılık” bana başka şeyler söylüyordu; ama gözlerimin gördüğü manzara “taşra”nın büyükşehir temsilcisi gecekonduların da, modaya uyup aynı yerlere çanak tutmaya başladığını haber veriyordu.

Azıcık şaşkın, hafiften üzgün halde, alt katı Kur’ân kursuna çevrilmiş bir camiye daldım. İçeride Kur’ân, ve belki de İbrahim sûresinin o manidar “dünyayı tercih edenler” âyeti okunuyordu. Ama yan taraftan gelen, başka bir İbrahim’e dair “ah keşkem” nidaları, o güzelim Kur’ân âyetlerini zaman zaman bastırıyordu.

* * *

Kulağım dışarıdan gelen “ah keşkem”ler, “dım-tıs-dım-tıs”lar, vesaireler ile içeride okunan Kur’ân arasında gidip gelirken, seneler öncesini hatırladım. Görmediğim, ama duyduğum seneleri. Sanırım 40’lı yılların ikinci yarısı. Yani, tahrip kolay olduğu için “az zamanda büyük işler başaran”ların tahribatının meyvesinin devşirilir olduğu yıllar. O yılların birinde, teravih için “Yukarı Cami”ye gittiğinde yaşadığı acı, üzücü, yine de gülünç bir hadiseyi zaman zaman anlatır babam. Camidedirler. Yanında, onun gibi bıyıkları henüz yeni terlemiş birisi… Caminin yakınında bir evde ise, kınagecesi vardır. Hadise Ege’de vuku buluyor olduğuna göre, ne mecburiyetse, bir ara “Harmandalı zeybeği” çalınmaya başlanır. Babamın yanındaki delikanlı, çoktan kendini teravihten ziyade kınagecesine kaptırmış haldedir. Nitekim, zeybeğin dizüstü yere çökülen anında, çöküverir. Çökmesiyle, Rablerinin huzurunda elpençe divan durmuş saf saf insanların farkına varması; peşi sıra, yaptığı işin ayıbını farketmesi bir olur ve utançla korku karışımı mor-beyaz bir yüzle kaçar gider.

Benim o an yaşadığım gel-gitler, o gün ile bugünün ortam itibarıyla taşıdığı benzerliği hatıra getiriyor olmalıydı. O gün de cami vardı, bugün de. O gün de okuyan Kur’ân okuyordu, bugün de okunuyor. Ne ki, yanı sıra öyle bir saldırı, öyle bir tasallut, bedenleri değil ruhları esir ve meşgul eden öyle bir keşmekeş de vardı ki... o günden bugüne “camide dans” da söz konusuydu. Sadece bildiğimiz camiler de değil. Yüzyıllar boyu alnı secdeye varan insanların çoklukla yaşadığı mü’min beldeleri ile, her mü’minin küçük bir cami hükmündeki kalbinde de…

Kimbilir, hatlar, yollar, frekanslar, tarzlar, artılar ve eksiler, doğrular ve yanlışlar, gerçek ve yalan belki de bu yüzden birbirine karışmış haldeydi zaten.

* * *

Takip eden günlerim ve gecelerim, bu nevi düşüncelerle geçti. Yolda, işyerinde, eş-dost ziyaretinde, gazete okurken, dergi karıştırırken, pazarda, televizyon izlerken, zihnim benzer birçok fotoğraf çekti. Değişik mekânlarda farklı manzaralar aradım; ama pek bulamadım. Fatih ile Harbiye, Suriçi’yle Surdibi, Ataköy’le Şirinevler, Sahrayıcedid ile Yenisahra görünüşte farklı gibiydiler, ama içlerine girince, pek fark görünmüyordu. Taşra ile büyükşehir arasında fark varmış gibi geliyordu; ama o noktada da farklılıklar silinmeye yüz tutmuş gibiydi.

Olsa olsa, şu meşhur “Cadde” hepsinden farklıydı. Orada, çokları için, Cuma’ları bile değil, muhtemelen ölüme ramak kala veya öldükten hemen sonra gidilen bir yer idi cami. Kalan zamanlar ise mağazaların, vitrinlerin, “işe geç kaldım”ların hakimiyetinde geçiyordu. “Authorized service”ler, “show room”lar,“patisserie”ler, “art center”lar ise, “Ben yanlış yerde doğmuşum. Esasında İngiltere’li olmalıymışım”dercesine kendisine “sales manager”, “art director”, “adviser” diyen insanların hizmetindeydi. Orada isimler, adresler, mallar, vitrinler, markalar, arabalar, insanlar, konuşmalar, susmalar ile, istisnalar hariç, katıksız dünyevîlik-ler hüküm sürüyor gibiydi. Ve korkarım, “Cadde” Avrupa-endeksli bir hayatın izinde yürürken, diğer semtler “Cadde”nin, gecekondular ise diğer semtlerin izindeydi. Beraberce, bir zincirleme süreç yaşanıyordu. Bu arada, başka tüm arayışlar “izinde” idi.

* * *

Bu hal elbette daha dün başlamadı. Henüz iki, üç veya beş yıl önce başlamış da değil. Çok söylenen ünlü çelişkiyi hatırlarsak, şu ülke nice zamandır “yüzde 99’u müslüman” ve de “laik” olma ikilemi yaşamada. On asırdır İslâm üzre kalıp âdeta bir cami hükmüne geçen bu beldede, yüz küsur yıldır başka şeylerin de esamesi okunuyor. Geçmiş asırlarda Garpta doğan, zamanla tüm dünyayı saran bir kasırga bizleri de sarsıyor. Ve, yüzde 99’u müslüman bu ülkede, insanlar nice milyonlar sayıp, dillerini bilmedikleri TV’lerin programına çanak tutuyorlar. Doğrudan onlara çanak tutmayan evlerde ise, her gün ve gece, 8 kanalı ile yerli kaselislerin programları izleniyor. 8 ayrı kanal içinde en izlenen program araştırıldığında ise, meselâ Nisan’ın ikinci haftasında, birçok bedenin pazarlandığı “güzellik yarışması” ilk sırayı alıyor. Hem de yüzde 40’-lık bir oranla! Hepimiz “elhamdülillah müslüman”ız; ve her gün ortalama dört saat yüzlerce seyri nâmeşru görüntü kalbimize batıyor. Dört saat karşısında oturunca, reklamları ile, TV ikiyüz defa bizi gereksiz dünyevîliklerin gereğine inandırmaya çabalıyor. Bu arada, aman haberleri kaçırmayın; o haberler bizi, dünyaya baktırmak için sıra bekliyor.

Gazeteler, istisnalar hariç, her gün en az üç-beş heves tahrikçisi fotoğraf sunuyorlar. Onların sunulmadığı gazete köşeleri ise, ya maçlar aracılığıyla tarafgirliğimizi, yahut sair haberler yoluyla “Türk’ün Türk’ten başka dostu yok”tan “Bunları asacaksın”a uzanan hastalıklı damarlarımızı aşılıyor. Ölüm, yaralama, şu-bu haberiyle bize âhiret hatırlatılmıyor; kapıyı açmama, komşusuna güvenememe, insanlarla samimî olmama, sadece ve sadece iş bittikten sonra “hesabı sorulacak” demekle yetinen devlet adlı kurumun lüzumuna inanma talimi veriliyor. Ekonomi haberleri ile, borsa endeksi, şu hisse, bu yatırım, faiz oranı, doların seyri, markın çıkışı, sterlinin atağı derken, temelsiz dünya gemisini sağlam kazığa bağlama fikri ilham olunmada. Aklımızı TV’den, gazeteden, kısacası “iletişim”den sakındığımız anlarda ise, yollardaki moda manzaraları kalbimizi yaralıyor; vitrinler aklımıza, büfeler midemize sataşıyor.

Bir kuşatma altındayız. Kimine göre, yahudiler, masonlar, dönmeler, münafıklar, gizli dinsizler, casuslar, MOSSAD ve CIA ajanları, dış güçler bizi kuşatan; ama Fir’avun Musa’yı, Nemrut İbrahim’i, Ebu Cehil’ler sahabiyi kuşatamamış olduğuna göre… İç dünyamızdaki “yerli işbirlikçiler”e ne demeli?

Aslında, kendi kendimizi kuşatmışız. Nefisler kalbleri, mideler akılları esir etmiş. Zihinler markalar, fiyatlar, zamlar, enflasyon oranı, emisyon hacmi, GSMH artışı, büyüme hızı, en çok satan plak, yeni açılan hamburgerci, son gelen teyp, yeni kurulan diskotek, repo, aylık getiri, maç başına gol oranı ile dolu. Neden yaşıyor olduğunu bilmeyen insanlar, Karabağ’daki son durumu saati saatine biliyorlar. Nereden gelip nereye gittiğini düşünmeyen dimağlar, Trabzonspor’lu Ünal’ın nerede doğup nerede futbola başladığını, ilk defa kaç paraya nereye transfer olduğunu, oradan hangi tarihte, nasıl ve kaç liraya Trabzon’a geldiğini ezbere biliyorlar. Biz istediğimiz kadar “Bize değmez” diyelim, bu çark ucunu hepimize değdiriyor; gözümüzü boyuyor, aklımızı karartıyor, kalbimize yağlı kara konduruyor.

Galiba o yüzden, istendiği kadar camilerde okunsun, ezanların yüreklerdeki yansıması pek duyulmuyor. Yine o yüzden, minarelerinin şehadetiyle cami hükmüne geçmiş bu beldede alenî dans ediliyor. “Kurtlarla dans” değil; insanlık emici vampir-misal anlayışlarla dans. Nefislerle dans. Deccal artığı yahut Süfyan imali oyuncaklarla dans. Şehvetler, hırslar, ihtiraslar, kibirler, kıskançlıklar, reklamlar, rakamlar, işler, iğvalar ile dans.

Hem de ne dans!

* * *

Bir derginin kulağı sağır, cebi hafif, kafaları uçuk, kalbleri sarhoş eden diskotekleri sözümona haber niyetine şehvetli ağızların suyunu akıtarak anlattığı bir yazıya bakılırsa: “1992’nin gizli emri: Aksi belirtilmedikçe, eğlenilecek, dans edilecektir.”

O gizli emri, bizim bilmediğimiz hangi gizli âmir verdi, kimbilir? Bu arada, unutmadan söyleyelim: O diskoteklerden birinde en çok çalınan parça REM’in “Losing My Religion”ı imiş. Dinini yitirişin hikâyesi yani. Tesadüf mü?

* * *

Bir diğer derginin görüştüğü, kendini Michael Jackson’ın yakın arkadaşı sanan JMMC kod adlı nevzuhur velede bakılırsa: “Artık müslüman mahallelerinde de salyangoz satılabiliyor. Önemli olan ambalaj.”

* * *

Başka bir derginin görüştüğü bir modacı, iki cami arasında danseder kalmış, soruyor: “Neden Kur’ân’da bizim yaşadığımız çağdaş hayatı destekleyen âyet ve hadisler yok?”

Daha başka bir derginin, kimi kanalların had safhada müstehcen yayınlarına dair yazısına bakılırsa: “Ülkemizde toplumsal değişiklikler başka türlü olmuyor. Ya Mustafa Kemal gibi ‘Bu serpuşun adı şapkadır beyler’ diyeceksiniz, ya da Turgut Özal gibi ‘alışırlar, alışırlar.’”

Örnekler diz boyu… Sözgelimi, ilâhî tesettür ölçüsü topuktan başlıyor iken, biz önce “dizboyu”na kadar mübah demişiz. Şimdilerde dizin biraz üstü bile neredeyse iffet örneği sayılacak. İlahî tesettür ölçüsü kol bileği iken, biz “dirsek”e uzanmışız; şimdilerde omuza varılmada. Müstehcenin ölçüsü “tesettür” iken, zihinlerimizde “tesettür” için ayrı, “müstehcen” için ayrı ölçüler geziniyor.

Keza, “faiz”in ap açık haramiyetine rağmen, kısa veya uzun vadeli alışverişler, faiz oranlarını düşünmeden yürümüyor.

Keza, “ihtiyaç” ölçümüz fıtrî olandan çıkmış; Hz. Ali ile Hz. Fâtıma’nın eşyası bir bohçaya sığan örnek evliliğini rahat rahat anlatan bizler, en mütevazisi handiyse yüz milyonluk eşya barındıran evlerde yaşıyoruz.

Ve gönül kulağımız bu şeylere ayarlıyken, ezan kalblerimizde duyulmuyor. Akıl televizyonu “dünya” kanallarına ayarlı olduğundan, “âhiret” kanalı ya hiç ya da net izlenmiyor.

Alışıyoruz.

* * *

Unutmadan yazalım: Şahsen ne kendimi dışarıda tutup başka herkesi hesaba çekercesine yazmayı seviyorum; ne de “bu memleket adam olmaz” gibi ümitsiz ve haksız genellemeleri. Dahası, şu ülkede herşeye rağmen arayan, soran, bulan, bulduğu imanı yaşamaya çalışan milyonlarca insanın varolduğunu da biliyorum. Parayı olsa olsa basit bir mübadele aracı olarak gören, ona bunun ötesinde bir değer yüklemeyen yüce gönüllü insanlar tanıyorum. Bir akşamüstü, saati sorduğu birine akabinde “Afedersiniz, size birşey sorabilir miyim?” diye sorup, ardı sıra “Tanrıtanımaz bir çevrede yetiştim. Tanrıya inanmıyordum. Ama bu anlamsız gelmeye başladı. Nasıl inanabilirim?” diyen insanları da biliyorum. Bildiğim kimi insanlar var: önüne sunulan dünyayı elinin tersiyle itebilmiş. Bildiğim insanlar var: iyi boğulup çok kazanacağı yerde, boğulmadan karınca-kararınca diyebilmiş. Bildiğim insanlar var: statü, şöhret, mevki, iktidar, para, çevre gibi şeyleri pekâlâ yüzgeri edebilmiş.

Kötümser de değilim. İkbal’in “Allah’ın rahmetinden ümit kesilmez” âyetini, ümitsizlik mü’minin işi değildir” diye yorumladığını biliyorum. Hâfızamda ise, sevgili üstadımın “Hakikaten bence müslüman neslinden gelen bir adamın akıl ve fikri İslâmiyetten tecerrüt etse bile, fıtratı ve vicdanı hiçbir vakit İslâmiyetten vazgeçemez” tesbitini doğrular nice hâtıra saklıyorum.

Ne ki, iyimser olmak, pembe gözlükle dolaşmak anlamına gelmiyor. Eksiyi de artı, eğriyi de doğru görmeyi gerektirmiyor. Biliyorum ki, diğer tüm Müslüman beldeleri gibi, şu ülkede de bin şu kadar yıldır imanı, âhireti, namazı, secdeyi, i’lâ-yı kelimetullah’ı, duayı, helâli, şükrü hayatının asıl maksadı bilen insanlar yaşıyor; ama yüz şu kadar yıldır, kötünün, şerrin, yanlışın, nefisperestliğin, dünyevîliğin sesi daha gür duyuluyor. Elbette dün de zihni dünyaya çivili insanlar vardı; bugün ise, çoğumuzun zihni o-nunla meşgul. “Büyüme,” “kalkınma,” “terakki,” “ilerleme,” “çoğalma,” “dünyada söz sahibi olma,” çağa hükmetme,” “hayattan kâm alma” alnı secdeye değenlerimizin bile aklında hızla dolaşıyor. Ve tüm bu sloganları kullanıp, insanları “âhireti düşünmeme ve Allah’ı tanımama ve dünyayı sevme ve özgürlük ve kendine güven”e götürmeyi hedefleyen “ehl-i dalâlet vekili” de, “Kur’ân namına” konuşup “aklını başına al” diyen ehl-i iman vekili de bize hitap ediyor. İki tercih ortasında ve aynı yerdeyiz. İsteyen için cami var, ama camide dans da var. Peki biz nasıl namaz kılacağız?

Cevap, seneler öncesinin bir hatırasında gizli… Bir zamanlar, “dünyanın bir büyük makamını işgal eden küçük bir insan” ile, o küçük insanın teklif ettiği dünyaca büyük küçük bir makamı reddeden büyük bir insan arasında bir konuşma yaşanır. Büyük makamı işgal eden küçük insan, “dünyayı dine tercih” niyetini ele veren birşeyler diyecek olur ve yardım ister. Diğeri ise, cevabı, iki Ayasofya Camii tablosu içinde sunar.

Birinci tabloda, cami fazilet ve kemal sahibi mübârek zâtlarla doludur. Tek-tük, sofada ve kapıda haylaz çocuklar ve serseriler vardır. Caminin pencerelerinin üstünde ve yakınında ise, ecnebilerin eğlence düşkünü seyircileri. Camiye bir adam girer ve güzel bir sada ile Kur’ân’dan bir aşir okursa, camiyi “cami olduğu için” dolduran o kadar insanı memnun edecektir. Yalnız haylaz ve serseriler ile ecnebiler sıkılacaktır.

İkinci tabloda, yine aynı insanlar vardır. Ama bu defa bir adam girer ve raksedip süflî şarkılar söylemeye başlar. Bu defa haylaz çocuklar memnun, serseriler mesrur, ecnebiler ise zevkten sekizgen olacaklardır. Zira, ilk güruh kendi kafasına göre birini bulmuştur; ikinciler kendi işlemek istedikleri ölçü-dışı fiiller için bir teşvik görmüşlerdir; üçüncüler ise, buna İslâmın kusuruna delil gösterme imkânı olarak bakmaktadırlar. Bu arada, camiyi dolduran cemaat, hüzün, nefret ve tahkir üzredir.

(Kıssadan hisse: Camideki cemaat iman ehlini, haylaz çocuklar çocuk akıllı dalkavukları, serseriler frenkmeşrepleri, ecnebiler ise ecnebilerin fikirlerini yayan gazetecileri temsil eder. Camiye girme durumunda olan iki insan ise… Mâ-lûm!)

* * *

Bu tablonun zikrinin geçtiği konuşma sonrasında, iki insan, ayrılırlar. Biri, sanki ülkeyi kendi başına kurtarmış gibi sahiplendiği iktidarı, adım adım bir dünyevîleştirme politikasının cebir ve ceberut âleti yapar. Diğeri ise, bir anlamda “köşesine çekilir.” Yani “istiaze” eder. Yani, siyaset üzre olmaz; iktidara dayalı bir mücadeleye girmez. Eli-kolu bağlı durup; hem sunulana kapı açıp hem de “Ahlâksızlık aldı yürüdü” nutku da okumaz.

Ya ne yapar?

Cami hükmündeki beldede, devlet eliyle, zoraki ve alenî dans vardır. O ise bu dansı seyretmez. Beraberinde gelen “gel dünyaya” şarkılarını dinlemez. “Ecnebilerin nâşir-i efkârı” gazeteleri okumaz. Bilakis, caminin temsil ettiği kulluğa münasip şekilde yaratılmış fıtratına muhatap olur ve o “dans”ı bu fıtrat camisine sokmaz. Böylece, kendi hayatıyla,“dans”ın “cami”lerimizden nasıl kovulacağının örneğini sunar. “Büyük cami” olan şu beldede dans varken, o kendi hayatıyla manen “cami” kalmanın örneği olur.

Buradaki inceliğin farkına, yazının başında sözünü ettiğim günde vardım. O günden beri, öncelikle kendi camimin derdindeyim. Artık benim dünyamda ve oturduğum evde televizyon izlenmiyor, haberler günü gününe takip edilmiyor, gazete pek okunmuyor. Ve o günden beri en azından kendi camimde dans yok. Bunu sürekli başarabilirsem, hiç olmazsa benim “cami”mde hiç dans edilmemiş olacak. Ve çoğumuz bunu başarabilirsek, “büyük cami”deki dans da muhakkak silinecek.

O halde biraz gayret. Kalblerdeki camileri koruyalım.



Şu ülke nice zamandır “yüzde 99’u müslüman” ve de “laik” olma ikilemi yaşamada. On asırdır İslâm üzre kalıp âdeta bir cami hükmüne geçen bu beldede, yüz küsur yıldır başka şeylerin de esamesi okunuyor. Geçmiş asırlarda Garpta doğan, zamanla tüm dünyayı saran bir kasırga bizleri de sarsıyor.

Yürürken, adım adım evler, yollar, kaldırımlar, karşılaştığım insanların çehreleri ve elbiseleri, vitrinler, dükkan isimleri, hatta yol kenarına park etmiş arabaların markaları bile değişiyor. Ama bazı şeyler hiç…

Gönül kulağımız bu şeylere ayarlıyken, ezan kalblerimizde duyulmuyor. Akıl televizyonu “dünya” kanallarına ayarlı olduğundan, “âhiret” kanalı ya hiç ya da net izlenmiyor.

Galiba o yüzden, istendiği kadar camilerde okunsun, ezanların yüreklerdeki yansıması pek duyulmuyor. Yine o yüzden, minarelerinin şehadetiyle cami hükmüne geçmiş bu beldede alenî dans ediliyor.

İki tercih ortasında ve aynı yerdeyiz. İsteyen için cami var, ama camide dans da var. Peki biz nasıl namaz kılacağız?

  10.05.2004

© 2021 karakalem.net, Metin Karabaşoğlu


  1.  Bu yazının geçtiği eseri incelemek -veya satın almak- istiyorum.



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut