Söyleşiler

“Risale-i Nur, Kur’ãn ile aramızdaki bağı tekrar kurmaya talip bir eserdir”

Metin Karabaşoğlu ile söyleşi

Genel olarak İslâmî düşünce, özelde Risale-i Nur üzerine çok önemli bilgiler içeren cevaplar.org sitesinin editörü Salih Okur’un Risale-i Nur ve Bediüzzaman üzerine sitemiz editörü Metin Karabaşoğlu ile yaptığı ve ilgili sitede de yayınlanan söyleşinin ikinci bölümünü yayınlıyoruz.


RISALE-I Nur’un dili problemli bir dil midir?

-Risale-i Nur’un dilinin problemli bir dil olduğu şeklindeki itirazlara baktığımızda; ya yeni başlayanlarda bu sıkıntıyı görüyoruz. O kişi, ilk defa risaleyle karşılaşmış olduğundan, alıştığı, bugünün gündelik konuşulan lisanıyla çok bağdaştıramayacağı Türkçe üslup, kelime ve kalıp içerisindeki bir eser karşısına çıktığından, bir yabancılık çeker.

Ya böyle bir itiraz onlardan gelir veya Risale-i Nur’u da bir şekilde biliyordur, bir yeni tanışma şeklinde değildir, o dile aşina olabilecek donanımlara da sahiptir, buna rağmen bir itiraz gelir.

Birinci grubun itirazı ve bu noktada bir problem görmesi, çözüm bulunması gereken, anlaşılır bir şeydir. Ama ben ikinci grubun itirazını mazur görmem ki, bunun ta Necip Fazıllara kadar götürülmesi mümkündür. Bediüzzaman’ı değerlendirirken “gramatik” bir takım hatalar bulma çabasıyla Risale-i Nur’a dokundurma şeklinde bir tavır Necip Fazıl’ı büyütmüyor, küçültüyor. Ama o çizgide, milliyetçi- muhafazakâr bir damardan gelen insanların böyle bir muhalefet geliştirdiklerini görürüz Risaleye karşı… Bir de malum, tamamen seküler bir zihniyetle gelen bir itiraz var.

Şimdi, ortada bir sorun olduğu bir açıdan doğru. Ama burada bunu Bediüzzaman ve Risale-i Nur’a atfetmek, sorunun ondan kaynaklandığını söylemek yanlış.

Türkiye’de geçen yüzyılda, özellikle “dil devrimi” diye ifade edilen ve adeta etnik arındırma şeklindeki, özellikle de Avrupa’da görülen ırkçı eğilimin, dildeki bir yansımasından öte bir şey olmayan bir dil ırkçılığı yaşanmıştır. Türkçeyi, kökünde Türkçe olmayan kelimelerden arındırmak suretiyle, özellikle de İslami mirası taşıyan kelimeleri Türkçeden çıkarmak suretiyle, devlet eliyle gerçekleştirilen bir müdahaleden sonra, kendince bir yol, bir kıvam almaya çalışan günümüz Türkçesi dâhilinde Risale-i Nur’a bir muhatabiyet görüyoruz.

Burada dilimizin yaralı bir dil olduğunu, yaralılarını tedavi etmeye çalışan bir dil olduğunu göz önüne almamız lazım. Dil eğer yaşayan bir organizma olarak kabul edilirse ki, Bediüzzaman Muhakemat’ta Unsur-u Belagat bölümünde buna dikkat çeker. İnsanlar nasıl hayattarsa, insanların konuştuğu dilin de hayattar olduğunu, tek bir biçime, tek bir forma, tek bir kalıba mahkûm edilemediğini, zamanla nasıl insan değişiyor, gelişiyor, bazı şeyleri unutuyor, yeni bazı şeyleri öğreniyor, bazı yeteneklerini yitiriyor, yeni bazı yetenekler kazanıyorsa, dilin de bu şekilde yaşayan bir organizma olduğunu söylüyor ki, son derece anlamlı bir görüştür.

Ama, yaşayan bir organizma olarak Türkçe, sözüm ona onu arındırmak isteyenler marifetiyle, bir müdahaleye uğrayarak hastanelik olmuştur, ölümden dönmüştür bana göre..Böyle bir toplumda yaşıyor ve böyle bir Türkçe ile konuşuyoruz.

Böyle yaralı bir bilinçle Risale-i Nur’u okumaya başladığımızda elbette ki Risale-i Nur’un dili bize problemli geliyor. Ama problem özü itibarıyla Risale-i Nur’da değil. Ben, o noktada, böyle bir müdahaleye karşı, böyle bir zora karşı, Türkçedeki temel İslami kavramların muhtevası ve nesilden nesile aktarılması noktasında Risale-i Nur’un muazzam bir hizmet gördüğünü ve muazzam bir hizmet görmeye devam ettiğini görüyorum.

Bu ülke, Risale-i Nur’un telif edildiği ve seksen senedir okunduğu bir ülke olmasaydı şayet, bu ülkenin gündelik hayatında da, yazılı kültüründe de, halk arasındaki gündelik konuşmalarından, siyasilerin meydanlardaki nutuklarına kadar, edebiyat eserlerinden ilmi eserlere kadar, kendini ifade etmekten çok daha uzak, son derece mahrum, kifayetsiz bir Türkçe ile yüz yüze gelecektik.

Ben bu nokta da tabiri yerindeyse, Cemil Meriç’in “kâmus namustur” sözüne de atıfta bulunarak söylersem, Risale-i Nur Türkçenin İslami miras anlamında, namusunu kurtarmıştır ve kurtarmaya devam etmektedir.

Burada okuyucu olarak bizim de Risale-i Nur’daki o kavramlara nüfuz etmemiz için gayret sarf etmemiz gerekmektedir. Zira o kavramlar feda edilecek kavramlar değildir. Aynı zamanda, bugünün Türkçesinde kaynağını bulabileceğimiz kavramlar değildir.

Ehadiyyyetin Türkçede karşılığını nasıl bulabilirsiniz? Ehadiyyet de birliği, vahidiyyet de birliği ifade eder. Ama aralarında muazzam bir fark vardır. Mekkeli müşriklerin Allah’ı vahid olarak kabul ettiklerini, ehadiyyetini ise kabul etmediklerini görürüz.

Rahman ve Rahim..ikisi de Allah’ın Rahmet sıfatını ifade eder. Ama arada tefsirlerin sayfalar dolusu anlattığı muazzam bir nüans var. Bunları nasıl bugünkü dille ifade edebiliriz? Bu gibi kavramlar ancak Kur’ani, İslami bir dil içerisinde tutulur.

Burada bizim de yapmamız gereken şey, “ya, ben bunları anlamıyorum. Bunların bugünkü dilde bir karşılığı bulunsun” demek değil. Bugünkü dil karşılamaya yetmez onu. Yapılması gereken, onu almak, içselleştirmek ve dilimizi düşüncemize taşımaktır. Çabanın bizden gelmesi gerekiyor.

İki noktayı da, buna ilaveten söylemek isterim; Birincisi, Risale-i Nur’un dilini problem görenler Risale-i Nur’la aynı zamanda yazılmış Nutuk’u okudukları zaman, Bediüzzaman’ın dilinin hem üslup olarak ne kadar tatlı, hem de yazıldığı dönemin hâkim üslubuna göre ne kadar sâde, anlaşılır bir dil olduğunu görebilirler.

İkincisi, Bediüzzaman Münazarat’ın başında ”Benim üslubumda problem görebilirsiniz” manasında şöyle ifade eder bunu; “İşte, iki inkılâp beni iki telif-i müşevveşe mecbur etti; iki rıhlet dahi, iki kitabı ilhâm ettirdi. Şu eserlerden her birisi Kürt olduğu gibi, aynı halde Türk, aynı vakitte Araptır. Güya her bir eser Arap abasını iktisâ ve Türk pantolonu giymiş külahlı bir Kürttür. Böyle acîbü'ş-şekil bir telif, telif kânununa muhalefetle muaheze olunmamak gerektir.”

Dokuz yaşından sonra Türkçe öğrenmiş bir insan..Zaten aldığı medrese kültürü icabı Arapça düşünen, dokuz yaşına kadar Kürtçeye muhatap olan, sonra kısa zamanda çok ciddi bir Arapça talim gören ve Arapça düşünerek Türkçe ifade eden bir insan.

Bu açıdan düşünürsek, bu pozisyonda en rahat olarak Arapça yazabilecek durumda olan ve Eski Said döneminde en rahat anlaşılır eserlerini Arapça veren bir insanken, bu topraklardaki insanların ve yeni yetişen nesillerin durumunu düşünerek, kendisi için zor olanı tercih etmesi ve çok rahat yazabildiği bir Arapçayı, hatta Farsçayı ve Kürtçeyi bir tarafa bırakıp, sonradan öğrendiği bir dil olarak Türkçede eser vermesi, Bediüzzaman’ın alkışlanmayı, takdir edilmeyi ve “Allah razı olsun” diye karşılanmayı gerektiren şefkat kaynaklı bir tavrıdır.

Bunu tutup, sonradan öğrenmeden gelen ufak tefek gramatik problemlere dayanarak zemmetmeye kalkmak, laf dokundurmaya kalkmanın insafla da, iz’anla da izah edilebilir bir durum olmadığını düşünüyorum.

Son bir noktayı söyleyerek bitirmek isterim; Ezanın Türkçeleştirme çabaları hakkında, Mektubat’ta, 30 senelik dünya hayatı için senelerce bir Avrupa dilini öğrenme çabası içinde olan bir insan için der ki; “Her mü'mine bilmesi lâzım olan mücmel mânâları, yani muhtasar bir meâli ise, en âmi bir adam dahi çabuk öğrenir. Bütün ömrünü İslâmiyetle geçiren ve kafasını binler mâlâyâniyatla dolduran adamlar, bir iki haftada, hayat-ı ebediyesinin anahtarı olan şu kelimât-ı mübarekenin meâl-i icmâlîsini öğrenmemesine nasıl mazur olabilirler, nasıl Müslüman olurlar, nasıl "akıllı adam" denilirler? Ve öyle heriflerin tembelliklerinin hatırı için o nur menbalarının mahfazalarını bozmak kâr-ı akıl değildir.”

Onun gibi, Risale-i Nur, bu asrın insanlarının, bu ülke insanlarının Kur’an ile aralarında olması gereken bağa uzatılmış makasın veya bıçağın darbelerini tedevi edebilir, Kur’an ile arasındaki o küflenmeyi temizleyip, Kur’an ile aramızdaki bağı tekrar kurmaya talip bir eserdir. Bu dünyadaki var oluşumuza açıklık getiren, bu dünyadaki anlam arayışımızı tatmin edip, bizi ontolojik olarak inşa eden bu eser için biraz emek sarf etmek gerekiyor. Bir İngilizce için, kurslarda veya yurtdışı eğitimlerde o kadar emek sarf ederken, bir Shakespeare’i orijinal dilinden okuma çabası kadar en azından çaba sarf etmek gerekiyor ki, Risale-i Nur kapılarını bize açsın..

-Türk entelijansiyası ve İslami kesimdeki münevverlerin Risalelere karşı tutumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bu benim için hakikaten bir muammadır. Çözmekte ciddi şekilde zorlandığım bir meseledir. Maalesef bir nevi psikanaliz yapmadan çözemediğim bir durumdur.

Niye çözemediğin bir meseledir derseniz, bir yıl önce yaşadığım bir hatırayı sergileyerek durumu anlatmak isterim; Türkiye’de İslami camiada entelektüel donanımlı, entelektüel gayret noktasında en ziyade göze çarpan bir vakfın salonunda “Mart ayında yitirdiklerimiz” diye, Mart ayında vefat eden aydınlarımızın, düşünürlerimizin resimleri asılmıştı, hatırlayalım diye, yâd edelim diye…

Hüseyin Rahmi Gürpınar’lardan, şundan bundan, sağdan soldan, bu topraklarda doğup, hayatını mümin olarak mı, kafir olarak mı ehl-i din olarak mı, ehl-i dünya olarak mı yaşamış, bu ayırıma girmeksizin, bir eser ortaya koymuş insanların hatırlandığını gösteren bir tablo ile karşılaşmıştım. Ama, bu salonda Bediüzzaman Said Nursi’nin ismi ve resmi yoktu.

Mart ayında vefat etmiş, geçen asırda bu topraklarda İslami hayata bir şekilde damgasını vurmuş bir ilim adamı..Denebilir ki “gözden kaçmış, bir kasıt yok” yani, kasıt olmaması arzu edilir, kasıt olması affedilir bir şey değildir.

Unutulmuş olmasının da çok mazur görülebilir bir durum olduğunu sanmıyorum. Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın hatırlanabildiği bir zeminde Bediüzzaman Said Nursi’nin hatırlanamaması büyük bir ayıptır. Bu bir örnek benim için. Buna mümasil örnekleri çok yaşamışımdır.

Burada ben, seküler kesimin aydınlarının Risale-i Nur’a, Bediüzzaman’a yabancılığını bir derece anlayabilirim. Çünkü bu kesim, özelde CHP mirası üzerinde gelir. Kendilerini her ne kadar her türlü düşünceye açık ve özgür kişiler olarak görseler de, hakikat-ı halde, dinden veya dindardan gelen herhangi bir düşünce karşısında mesafeli, tedirgin ve çoğu zaman önyargılıdırlar. Önyargılarını algılarının seçiciliği belirler. Bu, bir insanın gerçek anlamda aydın ve entelektüel diye tanımlanmalarına engel olacak derecede büyük bir ayıptır esasen, ama bu toprakların bir gerçeğidir.

İşte, bu topraklarda seküler bir bilim adamı olan Şerif Mardin’in Bediüzzaman üzerine çalıştı diye o kadar büyük uluslararası şöhretine rağmen, Türkiye Bilimler Akademisine ısrarla alınmamasını görüyoruz.

Bu iş, dini ve dindarı yok saymak ve dinden ve dindardan bir düşünce çıkmaz, bir entelektüel çıkmaz, dört başı mamur bir hareket sudur etmez şeklinde, müthiş enaniyetli, ben merkezli ruh haletinin yansımasıdır.

İkincisi; Bediüzzaman Said Nursi’nin söylediği sözleri bu vatanda Anthony Sullivan isminde biri söylemiş olsa, bu kesim bu eserlerin Türkçeye çevrilmesini düşüneceklerdir. Yani, “enteresan, çok dikkat çekici, cins bir düşünür ile karşı karşıyayız” falan diyeceklerdir.

Ama ismi Said olduğu için, Bitlis’li olduğu için, özellikle de onlara göre “Kürt” olduğu için, her açıdan sınıf düşmüş olacaktır. Onlara göre, düşünce batıdan gelir, batılı isimlerle gelir. Bu topraklarda geldiyse de, özelikle bu toprakların batı tarafından gelir. Bu topraklardaki batılı mekteplerde okuyup, İngilizce, Fransızca vs bilen insanlardan gelir.

Faraza bu toprakların doğusundan gelecek olsa da, Müslüman kimliği taşıyan, üstüne bir de âlim sıfatı eklenmiş kişiden değil, Müslümanlığını red etmiş kişiden gelir.

Böyle bir, önyargı üstüne önyargı eklenmiş bir iklim içerisinde yetiştikleri için risaleye karşı mesafeli olmalarını anlayışla karşılıyorum. Ama bu karşı olmalarını anlayışla karşıladığım anlamına gelmiyor. Çünkü diyebilirsiniz; “ben bilmiyorum kardeşim” “haberim yok” “hiç okumadım” diyebilirsiniz ve der, geçersiniz.

Bilmediğiniz halde bir de üstüne yorum getiriyorsanız, üstüne bir etiket takıyorsanız, o zaman artık sizin anlayışla karşılanmanız mümkün değil. Dolayısıyla da böyle bir hareket yapıyorsanız, sizin entelektüel diye tanımlanmaya hakkınız yok.

Bu çerçevede bir diğer nokta, sırf söylediğim beslenme mecraları itibarıyla Risale-i Nur’un diline nüfuz edememeleridir. Bir Fransızca veya İngilizce eseri anlayabilirler. Ama aynı kuralları taşıyan gerçek anlamda Türkçeyi- ki burada Osmanlıcayı, sanki adeta Türkçenin dışında bir dilmiş gibi ifade edilmesini yüzyıl öncesinin diline karşı işlenmiş bir ayıp olarak görüyorum- anlayamazlar.

Fransızca bir eseri ve o eserdeki bir kavramı anlayabilirler. O kavramın Osmanlıca karşılığından ise habersizdirler. Dolayısıyla da, dil hazneleri Risale-i Nur’u anlamakta yeterli değildir.

Hem dediğim gibi, ideolojik şartlanmışlıklar, hem üst üste eklenmiş ön yargılar, hem de dil zaafları itibarıyla Risale-i Nur’u anlayamamaları, mesafeli durmaları anlaşılabilir birşey.

Buna karşı benim için asıl anlaşılmaz olan; Müslüman entelektüel tabirini hak eden, hak ettiğini düşündüğüm ve bu şekilde bilinen insanların Risale-i Nur’a karşı takındığı tavırdır.

Burada da, özellikle medrese geçmiş olan insanların Risaleye muhalefeti bir derece anlaşılabilir. Niye? Bir şekilde “bunları ben de biliyorum” gibi bir ben merkezli iddia, bir yarış, bir rekabet duygusu olabilir bu insanlarda. Öyle bir yarış psikolojisi ne kadar doğrudur, onun eseri ile risaleyi yan yana getirsek birbirine yakın iki eserden söz edilebilir mi? Oralara girmiyorum. En azından bu halet-i ruhiye olarak anlaşılabilir bir şey.

Bir tasavvuf geleneği üzerine oturarak getirilen bir muhalefet halet-i ruhiyesini de kısmen anlaşılabilir görüyorum. Niye? Çünkü Risale-i Nur hareketinin tasavvufi bir ekol olarak tanımlanamayacağını söyleşimizin ilk kısmında dile getirmiştim. Risale-i Nur’u kendi duruşuna karşı bir muhalefet görerek duygusal anlamda risaleye karşı bir muhalefet bu kesimde bazılarında görülebilir, bu da anlaşılabilir bir durum.

Ama ne medrese geleneği, ne de tasavvufa intisap dolayısıyla beslenen bir rekabet veçhesine sahip olmaksızın, kendisini bağımsız Müslüman entelektüel olarak tarif eden bazı kimselerdeki Nura karşı muhalefet, hele ki düşmanlık gösterme tavrını anlamakta ben zorlanıyorum. Özellikle de iki şeyi anlamakta zorlanıyorum:

Halk arasında “nurcu” denilen, Risale-i Nur’a intisap saikıyla veya iddiasıyla yola çıkmış insanların kişisel veya cemaati hatalarından dolayı Risale-i Nur’a hücum etme şeklinde bir tutum sergiliyorlar. Bir anlamda, oğlunun bir hatasından, kusurundan dolayı anne babayı cezalandırmak gibi, nur talebelerin hatalarından dolayı Risale-i Nur’u, Bediüzzaman’ı mahkum etmek gibi bir şey gösteriyorlar.

Muhalefet gereksinimlerini, dirençlerini, tepkilerini anlamak istediğinizde getirdikleri suçlamaların belki nur talebelerine, nur talebelerinin bir kısmına uygulanabilir durumda olduğunu, ama risalenin özüyle, ruhuyla, metniyle asla bağdaştırılamaz durumda olduğunu görüyorsunuz.

Bu insafsızlık, adaletsizlik.. besbelli..Ya böyle bir şey görüyoruz..

Veya güya Risaleye atıfla eleştiri getirildiğini, fakat risalenin merkezi teması olmayan, ana omurgasını teşkil etmeyen, tâli meselelere dayalı hususlar olduğunu görüyorsunuz.

Az önce bir nebze dile getirmiştim, Necip Fazıl’ın eleştirileri.. Son derece gülünç bir şeydir, şöyle bir tenkiti var mesela; “bazı yerlerde “ilahi” diyor, bazı yerlerde “ilahiye” olarak geçiyor. Karar ver be kardeşim. Arapça kalıbı ile yazacaksan “ilahiye” demen lazım, Osmanlıca yazarken “ilahi” demen lazım.” Bunun gibi son derece basit, gramatik şeylere takılarak tenkit ediyor.

Baksak, güya bu kadar basit olmayan eleştiriler de görüyoruz. Özellikle, Bediüzzaman’ın, son derece karanlık bir zeminde, şapka giymedi diye sadece Rize’de yüze yakın insanın asıldığı bir zeminde, din karşıtı, otoriter de değil, totaliter bir rejimin tatbik edilmek istendiği bir zeminde ve âlem-i İslam’ın büyük çoğunluğunun doğrudan batının sömürgesi olduğu bir dönemde, yani gerek dahilde, gerek hariçte müthiş bir karanlığın müthiş bir ufunetin Müslümanların üzerine çöktüğü bir zeminde, özelde Risale-i Nur kisvesiyle, Risale-i Nur üzerine iman ve Kur’an hizmetinin mukim olması çabası içerisindeki müminlere, bir şevk unsuru, bir ümit desteği olması için yazılmış bazı risalelerde, ayetlerden, hadislerden ve Gavs-ı Azam gibi büyük zatların eserlerinden yapılmış bazı istihraçlara dayanarak müthiş bir insafsızlıkla, müthiş bir zulümle, -hâşâ- adeta Bediüzzaman’ı şirkle suçlayabilmekten, kendisine vahy geldiğini iddia etmekle suçlamaya kadar uzanabilen, bu kadar çirkefleşebilen ve çirkinleşebilen iddialar-güya İslami hamiyet adına- bu ülkede bazı insanlardan sâdır olabiliyor.

Bunu anlamamız mümkün değil.. Sezai Karakoç, vaktiyle 1990’lı yıllarda Diriliş gazetesinde “Günlüğümden Parçalar”ı yayınlıyordu. O da bu tür bahisleri Sikke-i Tasdik-i Gaybi’de okuduğunda yadırgadığını söylüyordu. Ama “yazıldığı şartları düşündüğümde de, bana ters gelse de, yazıldığı şartlar itibarıyla anlıyorum” diyordu. Çünkü daire-i esbabda zerre kadar ümit ışığı yok. Böyle bir zamanda bu tür istihraçlara tutunmanın müminlerin ümidini diri tutma anlamında bir karşılığı var. Sezai Beyin bu muhalefeti anlaşılabilir bir muhalefettir.

Böyle bakmak ve bu şekilde bir muhalefet şerhi düşmek mümkünken ki, diğer taraftan Sezai Karakoç’un, Risalelerin özü itibarıyla söylediği sözü hatırlayalım; “Tek başına bir İslam kültürü külliyatıdır. Tek başına bu ülkede İslami şuuru diri ve ayakta tutmuştur” der.

Risale’nin özü itibarıyla ve bütünü itibarıyla yaptığı hizmeti göz ardı ederek, böyle kenardan, köşeden ve risalenin merkezi unsuru olmayan meselelerle risaleye çamur atmaya kalkmak ve Bediüzzaman’ı bu kadar seviyesizce itham etmek, bence hesap günü, o insanların Bediüzzaman’la hesaplaşmasını gerektirecek bir büyük bühtandır, çirkefliktir ve iftiradır.

Bunu netlikle söyleyebilirim. Çünkü ilginçtir; ben doğrudan veya dolaylı olarak bu ithamları ifade eden kimselerden etkilenen şahıslarla karşılaştığımda Bediüzzaman’ın bizatihi kendi sözü olarak bir söz aktardım; “Risalet-ün Nur'un mertebesi üçüncüde olmasıdır. Yani vahiy değil ve olamaz. Hem umumiyetle dahi ilham değil, belki ekseriyetle Kur'anın feyziyle ve medediyle kalbe gelen sünuhat ve istihracat-ı Kur'aniyedir.”

Dedim ki; “Eserinin ekseriyet itibarıyla ilham dahi olmadığını söylüyor. Kur’an’dan, Kur’an ayetlerinden süzülen, kalbe gelen manalar, çıkarımlar olduğunu söylüyor. Nasıl siz bu insanı vahy aldığını iddia etmekle suçlayabiliyorsunuz?”

Hemen “Risale-i Nur’un neresinde bu ifadeler geçiyor, biz görmedik” gibi bir şeyler demeye başladılar. Oysa tam da bu ifade onların Risale-i Nur’a saldırdıkları yerde, Birinci Şua’da, yani bazı ayetlerden Risale-i Nur’a atıflar çıkardığı yerde geçiyor. “Tam da sizin saldırdığınız yerde geçiyor” dedim.

Hani başka yerde görseniz, “evvela onu yazmıştır da sonra görüş değiştirmiş” diyebilirsiniz. Halbuki bu ifadeler tam da sizin kendisine vahy geldiğini iddia ettiği iftirasını çıkardığınız yerde geçiyor. Bu sünuhat ve istihracat-ı Kur’aniyeye sadece Bediüzzaman’ın eserleri değil, büyük çoğunluğu ile bütün âlim ve ariflerin eserleri giriyor.

Yani, risalenin sadece metnine bakarak, yorumuna girmeden dahi, en ziyade saldırılan yerde dahi bu ifadeleri görebiliriz. Muhatapların-o kelimeyi bir daha kullanacağım- hakikaten çirkef bir ruh haliyle bu iddiayı ortaya attıklarını anlayabiliriz.

Evet, bir mümin ilk anda bu gibi ifadeler karşısında—Sezai bey gibi—takılabilir. Dönemin şartlarını dikkate almadığından ötürü anlamakta zorlanabilir. Bir muhalefet şerhi düşebilir. Ama metni baştan sona dikkatli okumuşsa, o metnin içerisinde Bediüzzaman’a çamur atmak için istimal etmeyi düşündüğü bahisler kadar, bu ifadeleri de görür, elini yıkama zorunda hisseder kendisini.

Ama bu metni aynı ifade içerisinde göremiyorsa ve eline çamur toplamaya devam edip te, Bediüzzaman, Risale-i Nur ve Nur talebelerine sıvamaya kalkıyorsa bu çirkinlik ve çirkefliktir. Bunun entelektüellikle de izah edilebilir bir tarafı yoktur.

Bu noktada bir sağlama olarak gördüğüm şu hususu da söyleyeyim; tutup, güya “İslam’a sadakat” ve “tevhidde hassasiyet” ile, bu topraklarda Bediüzzaman’a ilişen insanların şirke karşı mücadele noktasında sağlamlıklarını test edebilecekleri yer bellidir. Türkiye’de şirkin âlâsının, dik âlâsının nerede, nasıl yapıldığı bilinmektedir. Mert iseler “bu şirktir” desinler ve ondan sonra güçleri yetiyorsa, Bediüzzaman’a da ilişsinler. Ama Türkiye’de sâfisinin, hakikisinin yapıldığı bir zemini, maddi menfaatler icabı görmezden gelip, Bediüzzaman’ın eserlerinden şirk manaları çıkarmaya çalışan insanların “çirkef” diye tanımlanmaktan başka bir karşılığı hak ettiğini ben düşünmüyorum.

İki grup söylemiştim ben, bir üçüncü grup da buna ilave etmek isterim. Bir de siyaseten bir itiraz var. Bu şöyle açıklanabilir; Bediüzzaman’ın, bu topraklardaki müminlerin enerjilerini; kalp enerjilerini, duygu enerjilerini, akıl enerjilerini ve hatta daha önemlisi, hayatlarını sonuçsuz bir siyasi emel dahilinde heba ettirmeme, bu topraklarda, şöyle yaralı bir bilincin hâkim olduğu bu zeminde dini, siyasi bir kutuplaşmanın konusu haline getirme ve dindar insanı marjinalleştirme gibi bir tuzağı, muktedirler tarafından çoktan hazırlanmış, tasarlanmış bir tuzağı boşa çevirme noktasında bir muazzam gayreti söz konusudur.

Ufak tefek uygulama hataları olmakla birlikte, Nur talebeleri Bediüzzaman’ın bu noktadaki hassasiyetini doğru anlamışlardır, doğru uygulamışlardır. Dolayısıyla, din adına siyaset iddiası ile ortaya çıkan ve bu topraklarda dinin siyasetin aleti durumuna indirgemesine yol açacak olan ve açan ve dindarların başına çorap örecek olan siyasi teşebbüslere karşı Bediüzzaman hayatında muhalefet gösterdiği gibi, nur talebeleri de onun mirasına yaslanarak muhalefet göstermişlerdir.

Bundan dolayı da siyaset merkezli, Risale-i Nur’a bir muhalefet var. Bu da makul görmemekle beraber anlayışla karşıladığım bir şey.

-Bir de Turancı-ırkçı görüşün muhalefeti var, onu nasıl değerlendiriyorsunuz?

-Bu da bir açıdan anlaşılabilir bir şey, bir açıdan da Türkiye’nin hazin bir paradoksudur. Turancı, seküler bir isim olarak Zeki Velidi Togan’ın 1950’lerdeki bir makalesindeki sözünü hatırlayalım-ihtimal başkaları da aynı şeyleri söylemişlerdir-der ki; “Türklerden bu kadar âlimler varken, bir Kürdün arkasından niye gidiyorsunuz?”

Bediüzzaman aynı şeyi Mektubat’ta ifade ettiğine göre, bu görüş resmi ideolojinin ajanları tarafından sıkça kullanılmış ve geliştirilmiş bir ifade..

Şimdi bunun birkaç sebebi olduğunu düşünüyorum:

(1) Emeviler idaresinde, Arapların birinci sınıf, diğer toplulukların ikinci sınıf vatandaş olarak görülmelerini okumuşuzdur. Bir misal verirsek, yanılmıyorsam Emevi hükümdarlarından Abdülmelik bin Mervan, vezirine soruyor, tefsirde en büyük alim kimdir, hadiste, fıkıhta, gramerde vs..bütün ilim dallarında en zirvedekiler kimlerdir şeklinde soruyor. Cevaplar hep Arap olmayan ve köle iken hürriyetine kavuşanlardan, yani Mevâliden olunca hükümdar sinirleniyor; “Allah seni kahretsin, içlerinde bir tane de mi Arap yok?” Vezir daha alt bir ilim dalında en iyi kişinin bir Arap olduğunu söylüyor, melik de onunla teselli buluyor.

Emevilerin bu Arapçılığına benzer şekilde Turancı zihniyette de dikkat edilirse şu görüş hâkimdir; “Zaten bütün İslami ilimlerde en iyiler Türk’tür.”

On sene kadar evvelisi birisi böyle bir kitap yazma teşebbüsünde bulundu. İmam-ı Azam’ın Fars kökenli olduğunu biliyorum, İmam Maturidi ise Türk. O kitapta ise İmam-ı Azam’a da Türklük isnat ederek, “Türk çizgisi Hanefi-Maturidi çizgidir ve en ideal İslami çizgi budur” şeklinde bir yaklaşım sunuldu. Öbür yanda İdris eş Şafii, Kureyş kökenli bir Arap. İmam Eşari de Yemen kökenli..İşte bu Şafii-Eşari çizgisi de İslam’ın istikbalinin kararmasına, aklının sönmesine sebebiyet vermiştir şeklinde karşılaştırmalarda bulunuldu. Burada bir durum tespitinden ziyade Türkçü bir zihniyeti taşıyan yazarın arzusuna fikir sureti giydirmesi görülüyor.

Bu örnek üzerinden şunu açıklayabiliriz. Türk İslamcı bir zihniyetin sahipleri Bediüzzaman’a niye mesafeli duruyor? Çünkü o nesep itibarıyla bazı kaynaklarda Kürt olarak geçse de, ehl-i Risale’nin büyük çoğunluğunun kabul ettiği, benim de sahip olduğum görüşe göre Seyyid, yani Arap kökenli.

Elbette Bediüzzaman’ın söylediği bir şey var; İslam coğrafyasında, saf Türk, saf Arap, saf Kürt, saf Acem bulmak mümkün değil, doğru da değil zaten. Aramak da anlamsız. Niye? Çünkü, Müslüman olarak asıl potada eridikten sonra asıl birliktelik sağlanmış demektir ve bu İslam’ın bir kazancıdır, bir özelliğidir. O noktada, soy-kan üzerinden değerlendirmeleri ve bu şekilde kendini tarif etme çabalarını, yok soyu temiz, safkan Türk vs şeyleri iğrenç buluyorum. .

Neticede bazıları diyebilir ki Bediüzzaman Kürt’tür, bazıları diyebilir ki Arap’tır. Ama şu belli ki Türk değil. Türk olmadığı belli. Dolayısıyla da bazıları hemen şöyle diyebilir ve de diyorlar; “Türkler içerisinde bu kadar âlim varken ve âlim çıkması gerekirken bizim küçümsediğimiz bir Müslüman milliyet içerisinden bir insan nasıl Bediüzzaman olabilir?”

Bunun ırkçı bir hassasiyetle kana dokunduğu, damara dokunduğu ve bir muhalefet çabası getirdiğini görüyoruz. Bu da psikanalistlik bir değerlendirmeydi.

(2) Zihniyet itibarıyla başka bir değerlendirme yapacak olursak ki, bence daha önemlisi budur. Bediüzzaman’da net bir şekilde milliyetçiliğin her türlüsüne karşı bir tutum görüyoruz. Daha Mesnevi’yi Nuriye’de; “Asabiyet-i cahiliye, birbirine tesanüd edip yardım eden gaflet, dalalet, riya ve zulmetten mürekkeb bir macundur. Bunun için milliyetçiler, milliyeti mabud ittihaz ediyorlar” diyen bir insan.

Müslüman olmak hasebiyle, İslami uhuvvetin milli kimlikler üzerinde, daha kuvvetli bir şekilde müminleri birleştirdiğini belirtir, Uhuvvet Risalesini hatırlayalım.

Dolayısıyla da, İslami hassasiyet, İslami beraberlik, İslami kardeşlik yetmiyormuş gibi, ırki kimliği bunun üzerinde oturtmaya çalışan teşebbüslere karşı muhalefet izhar etmiş bir insan.

Mektubat’taki Türkçü İslamcılıkla, İslamcı Türkçülükle ilgili bahsini hatırlayalım. Oradan aldığım bir dersle bunu şöyle ifade etmiştim; “Türkçü İslamcılık, kâinat kadar büyük bir ağacı bir saksıda yetiştirme çabasıdır.”

O kadar geniş olan İslamiyet ağacını bir Türk saksısı içerisinde aksettirme çabasıdır böyle teşebbüsler. Alt kimliği üst kimliğin üzerine geçirme çabasıdır. Böyle bir düşünceye sahipseniz, o zaman, asıl olan kimliğin mümin olmak, Müslüman olmak olduğunu ve bunun etnik farkları erittiğini net şekilde ifade eden bir insana hele de Türk değilse, karşı olursunuz. Bu da Irkçı Turancı zihniyetin muhalefetini anlamaya yeter sanırım.

  15.03.2008

© 2021 karakalem.net, Metin Karabaşoğlu ile söyleşi




© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut