Arşiv

 Rüstem ile Haydar

O isterse ve hikmeti iktiza ederse güç de verirdi, güçsüz de bırakırdı. Bulutlara dolmuş gökyüzünü bir dakikada süpürüp temizleyen Kadîr–i Küll–i Şey, bu zulümatlı ve rahmetsiz bulutları izale edip hakikatı hâkim kılmaya kàdir değil miydi? Ama vermiyordu. Çünkü, Haydar’a özenirken dahi, Rüstem’lik peşinde koşuyorduk. Çünkü hakkı kuvvete tâbi kılmış idik. Lâyık değildik.


ŞEYH GALİB’İN Divan’ın seçmeleri okurken düşmüştü aklıma. Eşsiz mısralar okuyordum. “Âh mile’l–aşk” seslenişiyle meşhur bir şairdi Galib; ve bize, gönlündeki koru nura dönüştüren ilâhî aşk sayesinde kalemine düşen kıvılcımları sunuyordu. “Ey kalem, eser senin değildir” diyordu meselâ. “Ey gece, seher senin değildir.” Peki, eser kimindi, seher kimindi? Kalem, gece, gündüz, el, ayak, velhasıl biz dahil tüm kâinat kimindi? İşte bu noktada ise, “Fena ender fenayım, ne vârım var Sendendir” diyordu Galib. O halde, nazarımı sebeplerden; herbiri birer mahlûk olan sebeplere takılıp, onları merci ve dayanak bilmekten kurtarmalıydım. Zira, “Merciin Hâlık–ı eşyadır, eşya sanma” da diyordu Galib.

Böylesi mısralar arasındaydım. Galib’in mânâ gülistanında, aklım, kanadına tutunup yolu sıra gitmek istediğim sevgili kartalın hangi engin ufuklu şahinlerin arkadaşı olduğunun dersini veriyordu bana. O kartalın ve bu şahinin eşiğinden geçtiği kapıya erişme özlemiyle dolmuştum. O özlemle dolaşırken bulduğum, Galib’in melekût bahçelerinden devşirdiği iki güzelim mısra daha vardı ki…

Onlar mülkü melekûtun binek taşı yapmışlardı; biz mülkün fenasıyla oyalanıyorduk. Bizim perde bildiğimiz eşya, onlar için şahitti, pencereydi. Biz “Şeyh Galib bizim kültürümüzün yetiştirdiği bir insandır” gibi, “bizim değerimizdir” gibi böbürlenmelerle avunurken; serkeş nefsime “yuf!” diyordu Galib. Tüm dünyevî nazarlara yazıklar ediyordu. Rabbimizin kulları ve mahlûkları olarak, kâinatın her bir ferdi ile dost ve arkadaş olmak varken, nefsin kâinatı Rabbine vermeyip sebeplere pay etmesine, yazıklar ediyordu. Ardından, “Şöhretin, mevkiin, iktidarın tantanasına yuf!” diyordu. Zira, kuvvet kapısı değildi bu kapı; şöhrete, mevkie, paraya, iktidara paha biçenler melekût kapısının eşiğine varamazdı. “Kuvve–i bâzû bu kapıda durur / Rüstem işi anlama, Haydar gerek!” diyordu Galib.

***

Rüstem’i biliyordum. Eski Yunan ve Garp için Herkül ne ise, eski İran ve Şark için o idi Rüstem. “Millî gurur ve şuur”un binlerce sene ömür, metrelerce boy, binlerce askerinkine eşit bir kuvvet bahşettiği efsanevî bir kahramandı. Maddî gücün, kuvvetin; Galib’in deyişiyle “pazu kuvveti”nin zirvesi idi. Bu haliyle, nefsimizde yatan aslandı. Her nefiste bir Rüstem özlemi vardı. Tek başına Rüstem olamazsak, bu kez “şahs–ı manevî” olarak Rüstem’ler üretirdik. Sözgelimi, asla yenilmeyen, hep düşmanı kahreden, dünyaya meydan okuyan; ve tüm bunları hep bilek güreşiyle, hep kuvvet kullanımı ile yapan “ulus”lar ve “devlet”ler üretirdik. Daha üç gün önce, bir bakanın ağzından, “Bütün dünya birleşse, Türk ulusu karşısında başarısız kalmaya mahkûmdur” boş lâfını boşuna mı işitmiştim?

***

Ama aynı Rüstem’i, bir “tünel yolculuğu”nun notları arasında, zavallı biri diye okumuştum. “Hürriyet”in “iman” ile bağını kuran notlardı. Sene 911, yer Kosova’ydı. Ve tren tünelden çıkıyordu. Trende, “Haydar”ın izini süren ve o vesileyle Galib’in de gezdiği melekût diyarını mesken tutan Bediüzzaman vardı. Tren tünelden çıkıyor ve yedi yaşındaki bir çocuk kenarda treni izliyordu. Bakışları hayranlık yüklü idi. Korkuyor olamazdı; ne yerinden kımıldamış, ne de kılı kıpırdamıştı.

O an yanıbaşında “Düşmanları altetmek için güçlenmek lâzım. Bu işi kuvvet çözer. Bunun için de millî hisleri uyandırmalıyız” diyen iki muallime, o çocuğu gösterecekti Bediüzzaman. Zayıftı çocuk; küçük, âciz ve çelimsizdi. Ama “bakınız” diyecekti, “bu dâbbetü’l–arz dehşetli hücum ve gürültüsü ve bağırmasıyla ve tünel deliğinden çıkıp hücum ettiği dakikada, geçeceği yola bir metre yakınlıkta, o çocuk duruyor.” Durabiliyordu çocuk; çünkü biliyordu ki, o tren “bir nizamın esiri”dir. O durmasıyla, hal diliyle trene şunu söylüyordu: “Senin gemin, senin dizginin, seni gezdirenin elindedir. Benin bana tecavüz eemen haddin değil. Beni istibdadın altına alamazsın. Haydi yolunda git, kumandanının izniyle yolundan geç.”

Sonra söz, Herkül ve Rüstem’e gelecekti. Onlar, trenin bir intizamla hareket ettiğine itikad ediyor değillerdi. Dünyalarında “tren” yoktu. “Nizam da yoktu. Dolayısıyla, Munazzımı da bilmezlerdi. Çocuğun durduğu yerde durmuş olsalar; ve tren tünel deliğinden başında ateş, nefesi gökgürültüsü gibi, gözlerinde elektrik berkleri olduğu halde birden çıksa, korkup kaçarlardı. “Kaçmaktan başka çare bulamıyorlar. Çünkü onlar, onun kumandanına ve intizamına itikad etmedikleri için, muti bir merkep zannetmiyorlar.” Onu, bir Kumandanın emrine tâbi itaatkâr bir binek diye görmüyorlar.

İşte öyle bir “kahraman” idi Rüstem. Kuvvetperestti. Ondan da önce, esbabperestti. Nizamı ve o nizamı veren Munazzımı bilmiyordu. Herşeyi yaratanın O olduğunu bilmiyordu. Eşyayı bir Yaratana teslim etmiyor; her bir olayda o Yaratıcının merhametinin izini ve özünü görmüyordu. O yüzden, kendi kuvvetini kendinden biliyordu. Başka herşeyin kuvvetini de kendilerinden biliyordu. Herşeye bir kuvvet verdiği için de, kendinden zayıfı eziyor, lâkin daha kuvvetli birini görünce kaçıyor ve boyun eğiyordu. Çünkü dayanacağı, başvuracağı, müracaat edeceği bir merci yoktu. İtimad edeceği bir nizam da bulamamıştı.

***

Oysa Rüstem’in zıddıydı Haydar. Bir kere, efsane değil, hakikattı. Daha çocuk yaşta nizama tâbi olmuş; beş yaşında yanında yaşamaya başladığı sevgili Peygamberden (sav) herşeyi Rabbine teslim etme talimini görmüştü. Amcaları kuvvet, servet ve şöhretin gururuyla “yetim” kuzenlerinin davetine dudak bükerken, o, “Ben şehadet ediyorum” demişti. Bu şahitliğiyle, amcaları belki de “İslâm’ı reddeden ilk yaşlılar” olarak tarihe geçerken, o ise “müslüman olan ilk çocuk” olmakla şereflenmişti. Daha küçük yaşta nizama ve o nizamın Sahibine teslim oluşu, “İlmin kapısı” ve “Allah’ın aslanı” yapmıştı onu. Asla nefsin aslanı olmamıştı. Rabbine o denli iman ediyordu ki, “Perde–i gayb açılsa, yakîni ziyadeleşmeyecek”ti. Rabbinin Adl ismine ve tüm isimlerine o denli ayna olmuştu ki, “adalet” sırrının dünyevîlik sisleriyle örtülür oduğu bir vasatta, “adalet–i mahza”nın bayrakları olmuştu. “Bir gemide yüz zâlim bir masum varsa, o masumun hatırı için o gemi batırılmaz” gibi kılı kırk yaran ince ölçüler, onun elinde yükselmişti. O kadar ki, bu hakikatın tecellisi uğruna harbi göze alabilmiş; ama karşısında durup “Tamı tamına adaletli bir yönetim artık imkânsız” diyenlerin de samimiyetine inandığını, harbeden iki taraftan kim ölürse şehit olacağını söylemişti. O denli uzağındaydı nefsin. Kalbi ve ruhu nefsine o denli galib olmuştu ki, bir cihadda yüzüne tüküren kâfire kılıç çekmemiş; “Seni Allah için kesecektim. Sen bana tükürünce, nefsim için kesmekten çekindim” diye açıklamıştı bunu.

İşte “o” idi Haydar. Gerçek adının ne olduğunu, kim olduğunu anlamak için, bu kadar “şifre” elbet yeterdi.

***

Şeyh Galib’in o iki mısraı beni Saadet Asrının güzelim dünyasındaki bu parlak yıldıza götürmüşken, geri dönüp ruhuma baktım ve aklımın Rüstem’ler peşinde olduğunu gördüm. Kalbim ve vicdanım “Haydar” derken, “Rüstem” diyordu nefsim. Ne de olsa, “ene”lerle düşünen, hep enine düşünen, başını ‘ene’den ‘Hüve’ye, arzdan semaya kaldıramayan bir çağın dünyasında yaşıyordum.

“Zamanın çocuğu” idik. O yüzden, bizler de “en”e ve “ene”ye takılıydık. En büyük, en güçlü, en zengin olma; büyüme, gelişme, genişleme; lider olma, iktidarı ele geçirme, dünyaya hükmetme telâşı bizde de vardı. Rabbimizin isimlerine küllî ve büyük bir ayna olmamız için verilen duyguları, dünyadan birşeyler daha kapabilmek için harcıyorduk. Mezarları saymaya kadar uzanan ve sonuçta bir sûreye konu olan “tekâsür” ve sayılarla övünme meyli bizim dünyamızın da gerçeğiydi. Bu meyille o kadar meşgul idik ki, kıstaslarımız nüfus sayımları, gazete tirajları, dergi satışı, bağış cirosu, kurban derisi adedi, vesaire arasında dolaşıp duruyordu. Dahası, hızımızı alamayıp işi TC’nin asker, top, tüfek ve millî gelir hesaplarına kadar uzattığımız bile oluyordu. Ancak ve yalnız Allah’a “asker” olan Haydar lâkaplı o eşsiz insanın mümessili olduğu “hak” ve “adalet” dünyasına değildi atıflarımız. Hak için kuvvetin, fazilet için menfaatin, uhuvvet için unsuriyet ve milliyetin yardımını istiyorduk. Semavî gerçeklere dünyevî kılıflar takıyorduk. Rüstem’leri arıyordu nefislerimiz, buluyordu da; ama kalblere “Haydar” diye sunmayı ihmal etmiyordu.

Oysa Haydar’ı Haydar yapan bir sır da, Munazzım olan ve bir düzen ile yaratan Rabbinin hikmet ve rahmetini herşeyde ve her hadisede görmesiydi. Herşeyi Ondan bilip, Ona teslim etmesiydi. Kendi vazifesine o teslimiyet içinde bakmasıydı. Kadîr olan O idi, bizler değil. Hâkim olan O idi, bizler değil. Mâlik olan da O idi, bizler değil. Ve O, bu sırrı bilen Haydar lâkaplı kuluna, gözünde ağrıyla kalktığı bir günde, Hayber kalesinin muazzam kapısını sökme gücünü vermiş; sonra on kişi o kapıyı yerinden kaldıramamış değil miydi? Böylece, göz kapağını bile kaldırmaktan âciz insana, tutması gereken yolu göstermiş değil miydi?

Öyleydi zâhir. Ama yine de, iktidara ve kuvvete talip olmaktan bir türlü kopamıyorduk. Kuvvete endeksli her çabanın sonunda ise hem “menfaat” uğruna haktan tavizler veriyor; hem de Haydar’ı Rüstem’le karıştırmanın manevî cezası olarak, “Asya münafıkları”nın zâlim eliyle tokatlanıyorduk. TC’de böyle şeyler olmuştu; Mısır’da, Irak’ta, Endonezya’da, Tunus’ta, Fas’ta, Cezayir’de, Nijerya’da ve daha birçok yerde olagelen, bir başkası değildi.

Durum bu iken, durup bir düşünmek gerekmez miydi?

***

Oysa tam o sıralar, aksini düşünmeye çağıran bir “diskur”a muhatap olacaktım. Söz herşeyi Rabbimize teslimden açılmıştı. Bizler, gözümüzü neticeye dikmiştik. Oysa netice Allah’tandı. Bize düşen istemekti. Rabbimizden talep etmekti. Rabbimiz, vermek istemese, istemek vermezdi zaten. Bunun farkında olmalı; sonucu kendimize biçip de, Onun mülkünden hırsızlamaya kalkmamalıydık. Bu sözlerin karşılığı, “böylesi düşüncelerle müslümanların pasifliğe itildiği”ydi. “Herşeyi o kadar ince düşününce, müslümanın iş yapması zorlaşıyor”du. “Oysa bugün İslâm’a hizmet için paraya, binaya, maddî güce ve imkâna ihtiyaç var”dı. Meselâ, “mecbur kaldığında faizli kredi almasa, adam büyüyemez”di. “O zaman, bu işler nasıl yapılır; hizmetler nasıl finanse edilir?”di.

Aynı günler, “İslâm Nasıl Anlaşılmalı?” başlıklı bir yazı okuyacaktım. Yazıya göre, İslâm âlemi en büyük zararı İmam Eş’ârî’nin çizgisinden görmüş denilebilirdi. Zira, bu çizgi —ne demekse— “İslâm’dan melekî sapma”yı ifade ediyordu. Kâinatın her an yeniden yaratıldığını, her an bir Hayy–ı Kayyûm’un kudretine tâbi olduğunu ders veren; Mu’tezile’nin sebeplere tesir veren bâtıl anlayışına karşı “Kulun elinden gelen kisbdir, fail başkadır” hakikatını savunan; aklın hakikatı bulmak için vahye muhtaç olduğu hususunda ısrar eden; meleğin cüz’î iradesi olmaksızın yaptığı ibadet ve tesbihata insanın iradesiyle iştirak etmesi lüzumuna işaret eden İmam Eş’ârî, tüm bu hükümler ile “müslümanları pasifliğe itmiş”ti. Bu pasiflikten kurtulmak için, “eylemin ve değişmenin ilkelerini verem organik ve diyalektik bir hayat ve hareket anlayışının kabulü” lâzımdı. Yolun sonu, biraz anarşizme, biraz da “devrim”e varıyordu.

***

Başka bir yazıda ise, bir “mevta” rahmetle anılırken, Ermenistan sınırına birkaç bomba düşürme lüzumundan söz açılıyordu. “Büyük halk kitlelerince benimsenen” bir görüştü bu. Bazıları dehşete kapılsa da, “bu, aslında güçlü devletlerin zaten uyguladıkları bir politikadır, bir diplomasi tarzıdır” diyordu yazar.

***

Bugünkü iman ehli için bir “strateji” çizen diğer bir yazıda ise, sevgili Peygamber’in (sav) dahi, “kul ve resul” olmaktan ziyade, “politikacı” ve “stratejist” olarak sunulduğuna şahit olacaktım. Buna göre, Resulullah “kısa dönemli siyasî manevralarında esas itibarıyla sistem içi çatışmaları dinamik bi şekilde değerlendirme esasını gözetmiş” ve sonuçta “İslâm ümmetini anti–sistemik bir güç olarak karşıya çıkartmış”tı. Bu bir “siyasî dinamizm” örneğiydi. Yine aynı yazıda, Osmanlı–İran savaşları esnasında Vatikan’ın da bu “siyaset”i izlediği nazara veriliyor; sonuçta Hz. Peygamber ile Vatikan ve de bugünün uyanık politikacıları aynı hizaya düşüyordu.

Bir diğer vesileyle ise, “toplanıp kitap okuyarak hizmet” devrinin kapandığı haberini duyacaktım. Artık devir, çalışmak, para kazanmak devriydi. Parasız olmuyordu. Üçüncü bir yazının yorumuyla, “Resulullah bile parayla adam satın almış” değil miydi?

***

Tüm bunlar üzücüydü, biraz da ürkütücüydü, ve galiba mânidardı. Bu sözlerin ve yazıların sahiplerinin önemli bir kısmını şahsen tanıyordum. Kesinlikle kötü insanlar değillerdi. Hariçten ahkâm kesiyor da değillerdi. Niyetleri Rabbimiz bilirdi; ama hayatları bu sözlerde kötü niyet ve samimiyetsizlik aratmıyordu. Mütedeyyin idiler, “hizmet” endişeleri vardı, hatta bu yola baş koymuşlardı. Ama tüm bu sözler ve fikirler, “Haydar”ın çizgisine denk düşüyor olamazdı. Bilâkis, her biri “kurt gövdenin içine girmiş”i ihsas ediyor olmalıydı. Gövdenin mü’minâne halleri de, içine girmiş imanî olmayan ölçü ve yorumlar da ortadaydı. Müslüman çarşısında kuvvet ile hak, menfaat ile fazilet, yalan ile sıdk, dünyevîlik ile uhrevîlik, arzîlik ile semavîlik beraber satılıyordu. Mü’min kalbe mütefelsif akıl; hakperest vicdana kuvvetperest dimağ yüklenmişti. Vaziyet buydu. Sonuçta, “İslâm adına” dahi olsa, ürettiğimiz fikirler, dünyevîliği aşamıyor; ubudiyet çizgisine ulaşamıyordu.

“İman hakikatlarını herşeyin fevkinde” bilmek; “siyaset”e talip olmamak; yalnız ve yalnız “neşr–i hakaik–i imaniye”de yoğunlaşmak, zaten bu yüzden elzem değil miydi?

***

Tam da bu esnada, duyduğumda ihtimal vermediğim, gözümle gördüğümde ise inanmaktan başka yol bulamadığım birşeyle yüz yüze gelecektim. Buna göre, önümüzdeki yıllarda, ehl–i İslâm’ı büyük bir tasallut bekliyordu. Planlar yapılmış, tezgâhlar kurulmuştu. Ve bu hal birilerine mâlum olmuştu. Üç–dört sene sonra, iman ehli bir hücuma maruz kalacaktı. O yüzden hazırlıklı olunmalı; çadır, sığınak, vesaire hazırlanmalıydı. O kadar ki, ummadığım bir yerde, ummadığım bir kişinin elinde gördüğüm çakaralmaz, bu çerçevede, bir hayli düşündürücüydü. Zaten, önemli bir kalemden çıkan yeni bir kitap, “Muhtemel Bir Harbe Hazırlanmak” diye bitiyor değil miydi? Dahası, bir Bosna–Hersek haberinde, Türkiye’yi de benzer birşeyin beklediği, tezgâhların farkında olmak ve ona göre hazırlanmak gerektiği imaları okumuştum.

Bir tezgâh da bu “tezgâh” senaryoları olmasındı?

***

Oysa, Risale baştan sona “cihad–ı manevî”nin elzem ve zarurî olduğu kaydını düşüyordu. “Eski hal muhal”di. “Yeni hal”de ise, “topuz kalbi ıslah etmez”di. Çünkü karışıktı kalbler; yerine göre dünyevî, yerine göre uhrevîydi. Öylesi kalpleri hakikî kalbliğe kalbetmek için, nur lâzımdı. O nur ile, manevî bir tedaviye girişmek; kalbleri, nurun aydınlığında, paslandırıcı dünyevî kavram ve arzulardan arınmak gerekiyordu. Yoksa, istediğimiz kadar “maddî cihad” ediyoruz diyelim, zulmederdik. Çünkü dışarıda zalimler satranç oynuyordu. Bir zümreye veya bir ülkeye mat dedirtebilmek için, masumlar ateşe atılıyordu. Biz de, satranç oynamaya kalkışınca, aynı zulme girebilirdik. Bir kere satranca niyetlendikten sonra, ya hak namına zalim olur; ya hakkın hatırını çiğnemeden dövüşeyim derken, kendimizi heder ederdik. Oysa ikisi de hak değildi. Onun içindir ki, maddî cihadlar için, “o vazife şimdilik bizde değildir” diyordu Said Nursî.

***

Hem Muhakemat’ı okuyorduk o sıralar. Orada “Biz delil isteriz, tasvir–i müddea ile aldanmayız” diyordu “Sekizinci Mukaddime”. Bir iddia söz konusu olabilirdi. Hatta bu iddianın tasviri o denli güzel yapılırdı ki, insan gerçek sanırdı. Oysa “iddia”ya dayanarak, ve ona gerçekmiş gibi değer biçerek davranmak mü’mine yakışmazdı. Mü’min delil isterdi. İman delil mesleği idi zaten. Gökteki ve yerdeki herşeyi imanımızın delili kıldıktan sonra ancak, hakikî imana erişmiş sayılırdık. Hem Kur’ân, iddiaya ve zanna tâbi olmayı, ancak inanmayanlara izafe ediyor değil miydi? Bize, zanna göre hareket yasaklanmıyor muydu? Çünkü iman “vücud”a bakıyordu, delili vardı; zan ve ihtimal, ancak “âlem–i vücud”da delili olmayanların kârıydı.

Ne var ki, iman ehlinin “kalb–i umumî”si, bin senedir dehşetli darbelerle yaralanmıştı. “Vicdan–ı âmme” de yaralıydı. O yüzden, bir yanda mü’minâne tavırlar, hemen yanıbaşında gayriimanî ölçücükler beraberce varolabiliyordu. Sözgelimi, Saadet Asrında ve hemen sonrasında, “delil” idi aslolan; oysa bin senedir zanlar, iddialar, ihtimaller ve safsatalar o ölçüyü sislendirmişti. Hakka olan atıflar, zaman içinde kuvvete dönmüş; hüdaya açık dimağlar hevaya tâbi olmuş; hakkı hak bilip sebat etmenin yerini, körü körüne bağlanmak almaya başlamıştı. İmanlarımız ve hayatlarımız, örümcek ağı gibi, ufacık gayriimanî rüzgârlarla bile sarsılıyordu. Çünkü emin değildik, delilsizdik, bürhan aramamıştık, hakkı arayanlarla istişare yerine “tadlil–i gayr”a girişmiştik. Halbuki, aksi vâki olsa, “dünya birleşse, hak olan mezhep ve mesleğini bir parça tebdil edemez”di. Nitekim, hakikî hak ehli olan sahabîler, sayıca o kadar az iken, o denli âciz ve fakir iken ve bütün dünya karşılarındayken, yollarından bir karış olsun sapmış değillerdi. Sapmalara “kuvvetimiz yok; güçlenmek lâzım”, “paraya ihtiyacımız var” gibi mazeretler de aramamışlardı. Azdılar, âciz ve zayıftılar. Fakirdiler de. Ama “hakk”a tâbi olmuşlardı. Ve hak, Rabbimizin Kadîr–i Mutlak, Ganiyy–i Mutlak, Rahîm–i Mutlak olduğunu haber veriyordu. Tâlût’un ordusu gibi, Bedr’in aslanları gibi nice “az”ların, kendi gücüne güvenen nice çoklara galebe çaldığını müjdeliyordu.

Ama ne yazık ki, “beşinci asırdan şimdiye kadar, kuvvet hakkı mağlub eylemiş idi.” Ve hicrî takvime göre, beşinci asır 1100’lere tekâbül ediyordu!

Kuvvetin, dünyalarımızda, bugün dahi hakka galebe ettiğinin o kadar çok delili vardı ki, gündelik konuşmalarımıza bakılsa, her gün onca delil bulunurdu. Zaten kuvvet hakkı mağlub etmemiş olsa, nasıl olur da birkaç sınır köyüne bomba atmayı “Güçlü devletler zaten bunu yapar” diye savunurduk? Ermenistan hükûmetiyle problemi olan, hesabını o hükûmetle ve ordusuyla görürdü; sınır köylerindeki sıradan insanlar ile değil. Adalet ve hak bunu emrediyordu. Babalara kızıp, öfkeyi çocuktan çıkaramazdık. “Parayı veren düdüğü çalar” deyip, hayatımızı güçlenmeye de endeksleyemezdik. Zayıflamaya da endeksleyecek değildik. Sadece ve sadece “hakk”a yönelmiş olmalıydı hayatlar; O isterse ve hikmeti iktiza ederse güç de verirdi, güçsüz de bırakırdı. Bulutlara dolmuş gökyüzünü bir dakikada süpürüp temizleyen Kadîr–i Küll–i Şey, bu zulümatlı ve rahmetsiz bulutları izale edip hakikatı hâkim kılmaya kàdir değil miydi? Ama vermiyordu. Çünkü, Haydar’a özenirken dahi, Rüstem’lik peşinde koşuyorduk. Çünkü hakkı kuvvete tâbi kılmış idik. Lâyık değildik.

Bunları düşündüğüm bir gün aklıma düşen bir soru bana çok şey söylemiş olacaktı. Çok günlerimin aksine, uykuya yenilmeyip, güne namazla başlamış; o seher diriliğini tekrar uykuya atmamıştım. O dirilik içinde, dünyanın yeni bir güne ayınışının eşiğinde, aklıma şu düşünce gelecekti: Bizler, peşin bir kabulün ardından, nefsimizi unutup başka nefislere mi dalıyoruz? Peşinen “Ben mü’minim” deyip, imanımızın sürekli tâlim ve takviyesini atlıyor muyuz? “İslâm adına” ortaya çıkıp kendimize millete “gerçeği” anlatma misyonu biçerken, nefsimize imanı ve İslâm’ı ne kadar anlatıyoruz?

İşte o gün yaşadığım bir hasbıhal, bu sorunun cevabını büyük ölçüde verecekti. “İslâm adına” çalışılan bir mekânda gerçekleşen bir sohbetti. Samimî, içten itiraflardı. Birkaç dost, belki benim hiç beceremediğim bir itirafta bulunuyor, “bir gün”ünü içtenlikte aktarıyordu:

Sabah namazı, uyku, işe geliş, gazeteleri okuma, gazete haberlerinden hareketle “müslümanlara dair son gelişmeler” üzerine analizler, iş, eve dönüş, “dünyada ne olup bitiyor, bilmemiz lâzım” diyerek televizyon kanalları arasında gezinti, uyku.

Bu gündelik hayat çoğumuzun ortak gerçeğiydi. Ve bu gerçeğin içerdiği, başka bir yığın şey daha vardı. Sağa–sola sataşmalar, küçük bir gecikme için mü’min kardeşiyle saatlerce atışmalar, “Biz görevimizi yaparız, ama iş ancak Allah ‘ol’ deyince tamamlanır” sırrını atlamalar, kadere itirazlar, kuyu kazmalar, kalb kırmalar, suizanlar, suizan mümkün oldukça hüsn–ü zan etmemeler, gereğinde kendi suçunu başkasına atmalar, hesaplar, kitaplar, “telefon gelirse ben yokum” demeler, siyasetler, tabasbuslar vardı. Sonuçta, “İslâm’ı hâkim kılma” uğruna, imanî olmayan onca hale boğuluyor; imanın tezahürünü, en azından kendi hususî kalb hanemizde, evimizde, işyerimizde ve işimizde olsun gösteremiyorduk. Oysa, “nefsini ıslah etmeyen başkasını ıslah edemez”di. “Biz durumumuzu değiştirmedikçe, Allah yaşadığımız ortamı değiştirmez”di. Ama öylesi bir hale giriyorduk ki, âdeta bizim nefsimiz yoktu. Nefis başkalarına özgü birşeydi sanki. Dolayısıyla, imanî ölçüler bizim için değil, başkası için lâzımmış gibi davranıyorduk. Hep kendimizi atlıyorduk.

Oysa Âyetü’l–Kübra adlı aydınlık risalenin başında, “Ben kendi müşahedatımı kendi fehmime göre, kendim için yazdım” kaydı vardı. Yine Said Nursî, “Şu eserimde üstadım Kur’ândır, kitabım hayattır, muhatabım yine benim” diyordu bir risalede. Asıl işimiz kendimizleydi. Kendi nefsimizi hakka râm etmedikçe, gücün, kuvvetin, servetin, iktidarın —velev İslâm adına sarfolunsun— pek kıymeti yoktu. Nefsimizi hakka râm etmenin yolu ise, sebeplerin gerisinde Müessir–i Hakikî’yi, mülkün ardında melekûtu, olay ve fiillerin gerisinde Fâil–i Hakîm’i görmeyi gerektiriyordu. Bunun yolu ise, “ders–i iman”dan geçiyordu.

Kaldı ki, mü’min olmak bir süreçti; başlar, lâkin bitmezdi. Sürekli uyanık olmayı, dur–durak bilmeksizin imanı yenilemeyi iktiza ederdi. Öyle diyordu sevgili Efendimiz (asm). “Her an” diyordu, “‘lâilahe illallah’ ile imanınızı yenileyin.” Çünkü her an zaman ipine yeni bir kâinat takılıyor; her an yeni bir âlem yaratılıyordu. Her dakika, nefislerimiz yeni olaylara, yeni sorulara muhatap kılınıyordu. Ne var ki, bundan gâfildik; bir “Medine” özlemini hep gündemde tutuyor; ama ancak “Mekke”nin ardından “Medineli” olunabileceği sırrını atlıyorduk. Hayır, ne nefsimiz hallolmuştu; ne de başka nefisleri halletmek bize düşüyordu. Rabbimizin, dini için, bizim makamımıza, servetimize, bilgimize, gücümüze, topumuza, tüfeğimize, ordumuza, eğitim düzeyimize, arabamızın markasına, bildiğimiz dil sayısına ihtiyacı da yoktu. Oysa biz her an muhtaçtık Ona. Herşeyimizde muhtaçtık. O dilemezse açılmayan bir göz, O dilerse, koskoca bir kapının “Haydar”ın eliyle sökülüp atıldığını görmüştü. Bize düşen, Onun rızası yolunda yaşama niyetiydi. Onun rızası ise, “sonuç”larla kazanılmıyordu. Yunus Peygamber (as), “sonuç”suz göçmüştü şu dünyadan. Bir tek sahabîsi bile olmamıştı. Ama bu, onun bir “peygamber” olarak göçtüğü hakikatini değiştirmiyordu. O kendi “vazife”sine bakmış; “vazife–i ilâhiye”ye karışmamıştı. Onun vazifesi, hakikate kendi şahsında tâbi olmak, başkalarına da hakikatlı bir şekilde tebliğ etmekti. İnsanların kabul edip etmemesi Allah’a kalmıştı. Hem insanın bir vazifesi de, “vazife–i ilâhiye”ye karışmamaktı. Kul olan kulluğunu bilmeliydi. Kulun Rabbini imtihan edercesine davranması, “su–i edeb”-di; kulluğun edebine sığmazdı. Ubudiyete tersti. Kul ‘ben şöyle yaptım, sen de böyle yap’ diyemezdi. Vazifesini yapar, sonucu Rabbinden ancak talep ve niyaz ederdi. Bu yüzden, “tarîk–i hakta çalışan ve mücahede edenler, yalnız kendi vazifelerini düşünmek lâzım gelir”di. Ama çoğu kez “Cenab–ı Hakk’a ait vazifeyi düşünüp harekâtını ona bina ederek hataya düşerler”di. Haddi aşarlardı.

İnanılmaz bir gafletle birçok müslüman evlâdına ismi verilen Cengiz’in fitnesine karşı defalarca mücahede eden, çok kereler galip de gelen Celâleddin Harzemşah, ne de güzel söylüyordu: “Ben Allah’ın emriyle, cihad yolunda hareket etmeye vazifedarım. Cenab–ı Hakk’ın vazifesine karışmam. Muzaffer etmek veya mağlub etmek Onun vazifesidir.”

Hariçteki Cengiz’den önce, içteki “Cengiz”i yenebilen Celâleddin, öyle demişti. Demesi de normaldi. Çünkü “Rüstem ile Haydar” tercihinde, ikinciyi seçmişti.

  10.05.2004

© 2021 karakalem.net, Metin Karabaşoğlu


  1.  Bu yazının geçtiği eseri incelemek -veya satın almak- istiyorum.



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut