Söyleşiler

“BEDİÜZZAMAN HAYATINI BAŞTAN SONA KUR’AN’A ADAMIŞTIR - 4”

Metin Karabaşoğlu ile söyleşi

on5yirmi5.com haber sitesi, 17 Aralık operasyonuyla birlikte yeniden masaya yatırılan Fethullah Gülen hareketiyle ilgili merak edilen soruları Editörümüz Metin Karabaşoğlu'na yöneltti. Kendisi ile yapılan söyleşinin dördüncü ve son bölümünü yayınlıyoruz.


CEMAAT MESELEYİ TOPARLARIZ ÜMİDİ SIFIRLANDIĞI ANDA KAMİKAZE SALDIRISI YAPTI

Cemaatin, ‘bir şekilde meseleyi toparlarız ve olmasını istediğimiz noktaya sürükleriz’ ümidinin sıfırlandığını hissettiği noktada bir kamikaze veya intihar saldırısı gibi hiçbir makuliyeti olmayan bu faaliyete girdiğini düşünüyorum. Eğer, hükümet kanadından sonuç alabiliriz, yine eski günlere dönebiliriz, oradan da aşama aşama ilerleyebiliriz şeklinde bir kanaat hasıl olsaydı o imkanı kullanmak isterlerdi.

Burada bence dershaneler üzerinden yürüyen kriz ve o noktada Başbakan’ın ısrarı, gerilimi geri adam atarak değil; kamuoyunu rahatlatıp durumu sürece yayarak ama öbür tarafta da kararlılığı ifade ederek muhafaza etmesi ve artık “Köprüden önceki son çıkış geçilmiştir, dönüş yok” mesajının algılanması üzerine “bize yar etmiyorsanız biz de size yar etmeyiz” şeklinde adeta bu teşebbüsün gerçekleştiğini düşünüyorum. Bu noktada ben aynı Gezi’de olduğu gibi Başbakan’ın ya elindeki bilgiler ya da sezgileri itibariyle zaten bir meselenin olduğunun farkında olduğunu ve meseleyi özellikle tırmandırdığını, bir anlamda öne çektiğini ve bu süreç içerisinde de kamuoyunu yapmayı düşündüğü önlemler paketine ikna etmeyi amaçladığını sanıyorum.

SONUÇ ODAKLIYSANIZ, BİR MÜSLÜMAN MAKYAVEL OLUP ÇIKABİLİYORSUNUZ

Gülen Hareketi’nin insanların tedirgin olduğu bir yönü var. Kasetler, komplolar, şantajlar var. Bu anlamda insanlara dehşet veriyor. Dini hizmet yapan bir hareketle, böyle bir yapı arasında insanların zihinlerinde kuramayacağı bir asimetrik durum var. Bu hareket böyle bir yapıya nasıl dönüştü sizce?

Ne demiştik, süreç odaklı olmak sonuç odaklı olmak… Takva süreç odaklı olmayı gerektirir ki, bunu Hulefa-i Raşidin siyasetin içinde dahi göstermişlerdir. Hz. Ali herkesten daha akıllıydı. Muaviye’den daha akılsız değildi, ama Muaviye’nin uyguladığı belli siyasi taktikleri Hz. Ali bir halife olarak uygulamadı. Neden? Takvaya uygun görmediği için... Takva sonucun kutsiliği kadar süreç boyu attığınız adımların da Allah’ın rızasına uygun olması gerekliliğini vurgular. Aslolanın da asıl bu attığınız adımlar olduğunu söyler size. Sonuç Allah’ın elindedir, biz sonuca giden yolda Allah’ın rızasına uygun davranıp davranmamakla yükümlüyüz. Ama sonuç odaklıysanız o zaman bir Müslüman Makyevel olup çıkabiliyorsunuz. Kutsal bir amaç için her türlü -kutsallıktan geçelim- gayrimeşru yol ve yöntem dahi meşru hale gelebiliyor.

Ben burada cemaat bütünüyle cemaate hakim olmuş örgütü değil, kütleyi ayırarak konuşurum, böyle konuşmak gerektiğini de düşünüyorum. Bu cemaati, bu noktada tamamen kusursuz ve masum gördüğüm anlamına gelmiyor. Bir yanlış varsa bu yanlışa tepki koymak ve bu yanlışla aralarını ayırmakla yükümlüler. Ama cemaatin herhangi bir ferdinin, filan okuldaki bir öğretmenin özelde tutup, insanları dinleyelim, kaset tutalım gibi işlerle meşgul olmayı kendisine yakıştırabileceğini düşünmüyorum. İnşallah da düşündüğüm gibidir…

CAMİA KASETLERLE ANILMANIN MUHASEBESİNİ YAPMALIYDI

Son tahlilde şöyle bir şey yaşamıştık; Deniz Baykal’ın CHP genel başkanlığından istifa etmesi ve Kemal Kılıçdaroğlu’nun yerine monte olmasına sebep olan hadise gerçekleştiğinde akıllara kasedin adresi olarak Pensilvanya gelmişti. Ki Baykal da çıkıp ‘okyanus ötesi değil’ vs. diye açıklama yapmıştı. Kur’an’ın bize öğrettiği ahlak esası olarak, “bu kaseti bu camiadan insanlar yayınlamışlardır” gibi, ancak zan söz konusu olan bir durumda açıkça budur demekten çekinirim. Bu kayıtları, bu kasetleri alanların bu camiadan insanlar olup olmaması ayrı bir tartışma konusu; fakat, -olması zaten başlı başına bir fecaat ama kuşkumuzu muhafaza ederek, budur demeden konuşursak dahi-, Baykal kasedi söz konusu olduğunda dindar olsun olmasın bu ülkede insanların aklına ilk olarak bu camia içinden birileri gelmişse, bu camia içindeki insanların dönüp şunu sorgulamaları gerekiyor: “Ne oldu bize ki böyle bir şeyle hatırlanıyoruz? Böyle bir hadise olduğunda ilk olağan şüpheli biziz, biz nerede yanlış yaptık? Bir dini hizmet gayesiyle yola çıkanların kaset skandalında akla gelen ilk olağan şüpheli olması arasında nasıl bir ilişki vardır?”

Bunun bir sorgulamasını, muhasebesini yapıyor olmaları gerekirdi. Ama maalesef bu noktada bu sorgulamayı göremiyorum ve şunu söylüyorum; bunun Kur’an’la, Müslümanlıkla izahı zaten mümkün değil, çünkü ‘ve la tecessesu’ ayeti apaçık ortada. Efendimiz Aleyhisselamı Vesselam’ın değil gizli şekilde insanların suçunu araştırmak vs.; gördüğü açık bir kusurda dahi ola ki tevbe eder ümidiyle ifşa etmemek noktasındaki hadisleri ortada… “Kim hesap günü Allah’ın onun günahlarını örtmesini istemez. Öyleyse siz de insanların kusurlarını ve günahlarını örtünüz” buyuruyor. “Allah settardır, dolayısıyla başkalarının günahlarını açık etmeyenleri, örtenleri sever.” ahlakını bize öğretiyor Efendimiz. Bunun Kur’an’la, sünnetle izahı mümkün değil. Böyle bir teşebbüs faaliyetinin değil Kur’an’la ve sünnetle, ortalama bir insan kalitesiyle de izahının mümkün olmadığını düşünüyorum.

FETHULLAH GÜLEN ARTIK DİNİ BİR FİGÜRDEN ÖNCE, SİYASİ BİR FİGÜRDÜR

Fethullah Gülen’in bedduasını neredeyse ülkenin tamamı izledi. Birtakım ticari ilişkileri yönlendirmesine dair yalanlanmayan ifadelerde duyduk, okuduk. Gülen daha çok dini figür olarak bilinen bir insan. Bu da aslında bir önceki soru ile paralel bir soru; ne derece birbiriyle uyuşan iki kimlik bunlar?

Ben kendi dünyamda, bu noktada yaşadığımız kırılma dolayısıyla kendimi şu şekilde rehabilite etmeye çalışıyorum; Fethullah Gülen, dini bir figürden önce, artık bir siyasetçidir. Kafasında bir amaç olan ve o amaca ulaşmak için bütün imkanları kullanan bir siyasetçidir. Ancak kendimi bu şekilde rehabilite ediyorum.

Çünkü Kur’an’dan, sünnetten, sahabiden, Asr-ı Saadet tatbikatından; yeri geldiğinde ismini Pir-i Mugan diye verse de Bediüzzaman’dan, Risale-i Nur’dan bahseden bir insanın, öbür tarafta 8-9 bin km uzaktan İstanbul’da ya da Ankara’da filan ne yapıyor, kimlerle düşüp kalkıyor gibi haberleri sıcağı sıcağına alıyor olması; böyle bir tecessüs, insanların peşine adam takma hali ve sonra bunu yeri geldiğinde insanlara şantaj unsuru olarak “isim vermiyorum ama” diyerek, “fakat söyleyebilirim de” iması içerir şekilde ifade etmesini bir mürşid figürü ile açıklamanız mümkün değil.

Keza rafineri muhabbetleri üzerinden Koç’un gönlüne girmeyi bir hedef olarak koyan ve tavsiye eden, “İyi yapıyorsunuz, böylece şu sonuca ulaşırız” diyen bir mürşid figürünü; bunu bir siyasetçi bile yapsa, -siyasetin doğası gereği bir yığın yozlaşmaya müsait olmasına rağmen- siyasetçi de bile hoş göremeyeceğimiz, hoş görmekte zorlandığımız bu hali, hele ki bir mürşid figürü, bir alim figürü, bir Müslüman kanaat önderi figüründe tasavvur etmek, aklımızın, vicdanımızın, izanımızın kabullenmekte, hazmetmekte zorlandığı bir şey.

Ve bana göre biz bu süreç içerisinde olan bitenin siyaset üzerindeki hasarını konuşuyoruz. Bence bu hasar ortadan kalktıktan sonra asıl büyük hasarı o zaman fark edeceğiz.

Bana göre biz daha asıl büyük hasarın farkında değiliz. Bence asıl büyük hasar bu olan bitenlerle birlikte hizmet, tebliğ, alim, mürşid, cemaat gibi kavramların çok ciddi bir deformasyona maruz kalması ve bundan sonra en safi, en halis ve en uhrevi niyetle insanları dine, imana davet eden, namaza davet eden, sahabe ahlakına davet eden bir insanın dahi bu tebliğin muhatabı ortalama insanlar tarafından ‘acaba’larla karşılanacak olmasıdır. Acaba bu da 5-10 ya da 20-30 sene sonra böyle olabilir mi? Benzer bir tecrübeyi yaşayabilir miyiz diye hangi gruptan, hangi meşrepten, hangi üslupla olursa olsun bütün tebliğ faaliyetlerinin; bütün dine, imana, Kur’an’a hizmet faaliyetlerinin böyle bir ‘acaba’ sorusunu üzerlerinde taşır şekilde epeyce bir müddet yürümeye mahkum duruma düşürülmeleridir.

GÜLEN HAREKETİNE SEMPATİYLE BAKIP DA KOPANLAR DİĞER DİNİ HİZMET HAREKETLERİNE KANALİZE OLACAK

Yaşananlar tüm ülkede olduğu gibi Gülen Hareketi içindeki insanları da oldukça şaşırttı. Elbette bu harekete bağlılıklarını sürdüren insanlar olacaktır, ancak ayrılanlar, küsenler, kopanlar da olacaktır. Gülen Hareketi içerisinde tabiri caizse neye uğradığını şaşıran insanların çizeceği yön ne olur size göre?

Buradaki en önemli korku iki zıt grup açısından da bir hiçbir şey olmamış gibi ve yapılanların hepsi makbul ve meşruymuş gibi inadına devam edebilmeleri… O yapının seçilmişlik ve kurtarıcılık misyonu içerisinde bu şekilde devam edeceklerin sayısının çok da az olacağını düşünmüyorum.

İkinci olarak bu grup içerisinde de olsa birilerinin, -çünkü eğer ortada değilseniz savrulmalara açık durumda olursunuz- ama bugün ama yarın “savun, savun, savun bir yere kadar” diye düşünüp ondan sonra din namına, iman namına söylenen hiçbir söze ve hiçbir kitaba, hiçbir mürşide güvenmeyecek şekilde savrulma ve tamamen dini hayatın dışına düşme gibi durumu yaşamaları durumu söz konusu olabilir. Ben en çok böyle bir grubun oluşabileceği endişesini taşıyorum. İnşallah olmaz, inşallah onlar bir şekilde şunun farkında olurlar; burada bir yanlış varsa bu yanlış dinin özünde olan bir yanlış değil, hizmetin özünde olan bir yanlış değil, tebliğin özünde olan bir yanlış değil. Burada özünde doğru olanın birileri tarafından yanlış emellerle, yanlış bir mecraya kanalize edilmesi durumu var… Bu ayrımı inşallah yapabilirler. Hem bu dünyadaki huzurları, hem de ahiret hayatları açısından inşallah tehlikeli ifrat, tefrit savrulmalarına düşmezler diye ümid ediyorum. Genel itibariyle işin bu tarafıyla ilgili endişeliyim, ama inşallah bu tarafı az olur.

Böyle her hal ve şartta bağlılık yerine daha sempati düzeyinde bir ilişkisi olan; maddi anlamda bu yapıya muhtaç olmayan insanların kendilerini ayrıştırmaya başladıklarını ve bu ayrışmanın süreç içerisinde daha da ilerleyeceğini düşünüyorum. Onlar sanırım kendileri için farklı beslenme mecraları ve imkanlarını kanalize edebilecekleri farklı hizmet mecraları da oluşturabileceklerdir. Bu da genel olarak dini hizmetler anlamında daha bir hareketlilik ve çeşitlenme imkanına vesile olacaktır diye ümid ediyorum.

GÜLEN HAREKETİNİN ZAHİRİ YÜZÜ HOŞGÖRÜDEN BAHSEDİYOR, ASLINDA TOTALİTERLİK DÜZEYİNDE OTORİTER BİR YAPI

Son olarak sizin kitaplarınıza ambargo konulmasını sormak istiyorum. Size konulan ambargo hakkında ne düşünüyorsunuz? Basına yansıyan açıklamalarınızda sonra Gülen Hareketi’nden tepki aldınız mı? Hukuki, fiziki ya da başka bir biçimde kendinizi tehdit altında hissediyor musunuz? Böylesine komplolar kuran, şantajlar yapan bir yapı sizi tedirgin etmiyor mu?

Birincisiyle ilgili konuşursak, ambargo ya da sansür benim için yeni değil. Bu geçmişte de farklı şekillerde yaşadığımız, tecrübe ettiğimiz bir şeydi. Bana göre zaten bu yapı, her ne kadar zahiri yüzü hoşgörüden, kardeşlikten bahseden bir yapı olsa da yaşadığım bu sansür aslında kendi içinde hegemonyacı, otoriter, hatta totaliterlik düzeyinde otoriter bir özellik taşıyor olduğunun bizzat fiili bir tecrübesi niteliğindeydi.

İlginç olan şudur, N-T genel olarak belli isimlere sansür uygulamazken de, benim 5 kitabım zaten sansürlü durumdaydı. İşin enteresan tarafı, bu kitapların Risale-i Nur ile ilgili kitaplar olmasıdır. Çünkü hareket, Bediüzzaman’ın mirası üzerinden, Risale-i Nur atfı üzerinden bir meşruiyet zemini oluşturuyor. Ondan sonra oluşturduğu meşruiyet üzerinden farklı mecralara kişileri kanalize edebiliyor. Burada Risale-i Nur’un bu şekilde nesneleşmesine, araçsallaşmasına izin vermeyen bir okuma biçimi geliştiren, böyle bir okuma biçimini metodik olarak gösteren kitapların rahatsız edici gelmesi ve engellenmesi şaşırtıcı olmamıştır, bunu ifade edeyim. Dershane tartışmalarıyla başlayan sürecin ardından düşüncelerimi ifade ettiğim için kitaplarımın bütün olarak sansüre uğraması ise anlayamadığım ve rahatsız olduğum bir şey değildir. Bunu da zaten yazmıştım.

Fark şuydu; dün bunu görüyorsunuz, yani esasen böyle bir eğilimin olduğunu, sansürcü, baskıcı, totaliter, farklılığa müsaade etmeyen ve herşeyi kendisi ekseninde biçimlendirmeye odaklı bir şey olduğunu hissediyorsunuz. Ama söylem bu değil. “Hepimiz kardeşiz, bak siz de hizmet ediyorsunuz, biz de bu hizmetlerden dolayı siz çok takdir ediyoruz.” Bir tarafta bu söylem, bu söylem ile birlikte yaşanan bu çelişki var. Dolayısıyla “söyleminiz bu, ama aslında böyle bir niyet ve eğilim taşıyorsunuz” dediğinizde verilecek cevap belli; “Siz çok önyargılısınız, suizan ediyorsunuz.” Dolayısıyla siz de söylem ile eylem arasında çelişki var, fakat belki süreç içerisinde eylemdeki yanlışlarını düzeltebilirler, söylem eyleme galip gelebilir; önyargılı olmayalım, bir fırsat tanıyalım diyorsunuz.

O yüzden ben düne kadar yaptıkları, ben veya başka birileri üzerinden uyguladıkları ambargoları eleştirdim. Ama bugün ambargo uygulamalarını eleştirmiyorum. Çünkü söylemlerinin aslında içlerinde taşıdıkları asıl düşünce, asıl niyet olmadığını yakın dönemde dershaneler tartışması ve sonrasında gelişen süreç içerisinde açık net bir şekilde gösterdiler. Dün söylemleri ve eylemleri farklı olduğu için eleştiriyordum, bugün eleştirmiyorum. Bütün kitaplarıma ve bir kısmı tanıdığım, bizzat arkadaşım olan birçok isme sansür uyguladıkları için bugün eleştirmiyorum. Çünkü bugün söylemleri ile eylemleri tutarlı, yani oldukları gibi davranıyorlar.

BAŞBAKAN’IN ÖRGÜT LİDERİ KONUMUNA İNDİRGENMEK İSTENDİĞİ BİR ÜLKEDE HİÇBİRİMİZİN KENDİSİNİ GÜVENDE HİSSETMESİ MÜMKÜN DEĞİL

Sorunuzdaki son noktaya gelirsek; neticede hukukun araçsallaştırıldığı, Başbakan’ın bir örgüt lideri konumuna indirgenmek istendiği, bir savcının yaptığı işlemlerin ardından atanan sonraki 5 savcı tarafından o savcının 10 ayrı hukuki usulsüzlük sergilediğinin tespit edildiği, bu ülkenin önde gelen nice işadamının bütün mallarına hukuksuz bir şekilde hâkim-savcı dayanışması içerisinde el koyulabildiği bir ülkede maalesef hiçbirimizin kendimizi güvende hissetmesi mümkün değil.

Ama öbür taraftan biz Allah’ın kulları olarak, Allah’ın arzında yaşadığımızı da biliyoruz.

Yani son tahlilde, sahabiler Mekke şartlarında bile ilkesel, ahlaklı ve o eğilmeyen duruşu sergileyebiliyorlardı. Niye sergileyebiliyorlardı? Çünkü Mekke müşriklerinin uyarıları karşısında dahi şunu diyebiliyorlardı: “Allah dilemedikçe kullar bize ne bir fayda getirebilirler, ne de bir zarar getirebilirler.” Dolayısıyla o noktada da Allah’ın huzurundayız. O dilemeden hiç bir şey olmaz.

Son tahlilde de ölümlü bir dünyadayız. Ama saraylarda, ama zindanlarda, ama hakkında hiçbir iftira üretilmemiş olarak, ama türlü çeşit iftiralar maruz bırakılmış olarak, ama hiçbir tehdide uğramadan, ama şu veya bu tehditlere maruz kalmış olarak. Son tahlilde fani bir dünyadayız, bir şekilde öleceğiz.

Dolayısıyla, bu dünyada inandığımız şekilde yaşayabildik mi, inancımızın gereğini yapamadığımız yerde en azından istiğfar ederek yaşayabildik mi; imtihanımız burada düğümleniyor. Bu çerçeveden baktığınızda da, öyle yaparlar, böyle yaparlar falan diye onları çok dikkate almamayı, bir şey söylemeniz gerekiyorsa Hakk’ın hatırını âlî tutarak söylemeyi başarıyorsunuz.

  07.03.2014

© 2021 karakalem.net, Metin Karabaşoğlu ile söyleşi




© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut