MAKEDONYA HATIRASI 3

Mona İslam

ÜSKÜP’TEN BAHSEDERKEN, Ensar Vakfından söz etmeden olmaz. Çarşı içinde küçük bir ofisleri olan bu vakfın başında, eşimin arkadaşı Süleyman Baki Bey bulunuyor. Makedonya özelinde ama aslında tüm Balkan ülkelerindeki Müslümanlara yardıma çalışıyorlar Ensar’da. İçeri giriyoruz, bize buz gibi limonata söylüyorlar. Osmanlı işi sedirler, hatlar, süslemeler, bakır siniler, eski bir radyo, demirden bir ütü gibi antika eşyalarla döşeyip süslemişler ofislerini. Masanın üzerinde Türkçe ve Arnavutça yetişkinlere ve çocuklara göre İslami içerikli dergiler var. Süleyman Bey Türkiye’de okumuş. Bursa İlahiyat Mezunu. Eski bir Üsküplü Türk ailesinin evladı. Eşi de Türkiye’den Üsküp’e gelin gitmiş. İki tane şirinlik muskası evlatları var.

Aileyle de ayrıca görüşmek nasip oluyor. Bizi evlerine kahvaltıya davet ediyorlar. Burası klasik avlulu bir Üsküp evi. Üst katta Süleyman Bey ve ailesi, alt katta anne babası ve kız kardeşi yaşıyorlar. Bize simit ekmek ikram ediyorlar. Simit ekmek dediğime bakmayın, bir poğaçanın arasına konmuş bir börek bu yediğimiz, çok leziz. Ama onlar buna simit ekmek diyorlar. Usulü bozmuyoruz. Kızım “simit neresinde” diyor, “şşşt” diyorum. Tüm aile çok sıcakkanlı, misafirperver, hanımefendi Balkan Üniversitesinde öğretmenlik yapıyor. O da eşi gibi İlahiyat mezunu. Balkan Üniversitesi’ni kaleden aşağı inerken görmüştük hoş bir binaydı, hatırlıyorum. Hatta orada bir Boşnak’la karşılaşmış ve eşimin çat pat Boşnakçası ile selamlaşmıştık. Mekânlar bile insanla hatırlanıyor, ne ilginç.

Kahvaltı sonrası Süleyman Bey bir araba kiralamamıza yardım ediyor ve Ohri’nin yolunu tutuyoruz. Bu gece Ohri’de kalacağız. Yollar çok güzel, köyler, kasabalar, doğa muhteşem. Çok dağlık bir memleket Makedonya, diyorum. Sonrasında Kosova ile karşılaşınca bu dağlar bana tepecik gibi gelecek, o ayrı mesele. Bir benzincide duruyoruz benzin alıyoruz. Hiç bilmediğim bir ülkede, dağ başında olma duygusu hoşuma gidiyor. Yine de eşimden fazla uzaklaşmamaya dikkat ediyorum. Süleyman Beyin buralar güvenlidir merak etmeyin sözlerini hatırlatıyorum hafif kaygılanan yüreğime. Ohri’ye varışta trafik kalabalıklaşıyor. Hafta sonu herkes Ohri’ye geliyor. Bize tavsiye edilen pansiyoncu Türk aileyi arıyoruz. Onların evine yerleşiyoruz. Kendimizi sokağa atıyoruz. Ohri tam bir sayfiye kenti. Araç trafiğine kapalı yollar, sağlı sollu mağazalar, kafeler, dev ekranda müzik yayını, geceleri lunaparka dönen sahil şeridi. Ve göl, bir tarafı Makedonya’da bir tarafı Arnavutluk’ta olan bu göl, Avrupa’nın en derin gölü. Etrafı dağlar ve ormanlarla çevrili, fotoğraflarda gördüğüm Kanada, Kuzey Amerika göllerini anımsatıyor. Göl kenarındaki evlerse Safranbolu evlerinin tıpkısı. Daracık sokakları dolaşıyoruz. Eski bir kilise bahçesine sandalyeler konmuş, konsere hazırlanılıyor. Bu şehirde çok az Müslüman var. Nüfusun ekserisini Makedonlar oluşturuyor. Gölü görünce bizim kızı kim tutar, “Hadi baba yüzelim” diye babasının koluna yapışıyor. Ben bir kafede oturuyorum onlar göle giriyorlar. Macciato eşliğinde bir kitabıma dalıyorum, bir manzaraya. Müthiş.

Akşam Ohri’nin pazarına çıkıyoruz. İncik boncuk bir sürü turistik eşya satılıyor. Seyri bile hoş. Kadınlar her yerde gezecek bir pazar bulurlar değil mi? Ohri’nin incisi ve sedefi meşhur. Gölden çıkarılıyor. Bir sedef kolye ucu beğeniyorum. Eşime bakıyorum, izin çıktı, alabilirim. Meydanda Krill alfabesinin mucidi keşişin heykeli bulunuyor. Buralı olduğunu öğreniyoruz. Makedonya’da Krill Alfabesi kullanılıyor bu da yer yer tabelaları okuyamamaktan mütevellid insana zorluk yaşatıyor. Meydana zıplayarak yukarı fırlatıldığınız bir düzenek/oyuncak kurulmuş. İplerle bağlanıyor ve sonra görevlinin yardımıyla yukarı fırlatılıyorsunuz. Ben olsam korkarım, ama bizim kız daha cesur, ayakkabılarını çıkarıp zıplama minderine fırlıyor. Zaten yol yorgunuyuz, erken yatıyoruz. Ertesi gün de yüzsünler, Ohri’de bu kadar curcuna yeter, öğleden sonra Manastır (Bitola) yolcusuyuz.

Bitola Ohri’ye uzak değil. Yalnız Makedonların otoyollara doğru dürüst tabela koyma alışkanlığı yok. Bu yüzden bir kez yanlış yola girmekle beraber sonunda bulduk doğru yolu. Manastır’a geldik. Burası Yunanistan’a yakın bir yer. Makedonya’nın güney doğusunda. Ohri ise güney batıda bulunuyordu.

Şehre girer girmez, iki kocaman cami meydanda göze çarpıyor. Şehir meydanındaki siluet buranın bir Müslüman belde olduğunu gösteriyor. Ancak meydanda bulunan latif saat kulesinin tepesinde bir haç asılmış. Tıpkı Üsküp’te Vodna tepesine diktikleri haç gibi bu da ‘Burası Hıristiyan beldesi’ deme çabasında. Saatin tepesine haç kondurmayı, dağın tepesine haç kondurmayı anlamak mümkün değil, kilise olsa hadi neyse. Bu tıpkı, bir Müslüman’ın her yere hilal sembolü çakmasına benziyor ki, abes olduğu ortada. Ama belli ki Makedonlar için haç bir din sembolü olmaktan çok bir milliyetçilik, bir toprak mülkiyeti sorunu.

Burada da ana meydandan sonra bizdeki İstiklal Caddesini andıran trafiğe kapalı bir yer var. Epey uzun olan bu cadde sağlı sollu kafe ve restoranlarla çevrili. Açız, ama herhangi birinin Müslüman olduğuna dair bir emareye rastlayamıyoruz. Krill alfabesi ile yazılı şeyleri de okuyamıyoruz. Eşimin, ‘mutfağında domuz pişen bir yerde salata bile yemem’ sözleri arasında homurdanarak yolun sonuna geliyoruz. Burada Mustafa Kemal’in de okuduğu Askeri İdadi bulunuyor. Müze haline getirilmiş. Eski zamanlarda Manastır tüm Rumeli’nin askeri komuta merkeziymiş. Elveda Rumeli’nin de bu şehrin sokaklarında çekildiğini öğreniyoruz, ama nerede, bulamıyoruz. Geldiğimiz yoldan dolaşa dolaşa geri dönüyor ve arabaya atladığımız gibi Üsküp yoluna düşüyoruz. Açlık bir iki saat daha beklemek zorunda, Üsküp çarşı’da Arnavut elinden rahatça yemek yiyebiliriz.

  29.11.2010

© 2021 karakalem.net, Mona İslam




© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut