Söyleşiler

“BEDİÜZZAMAN’I ANLAMAK ÜZERİNE- 2”

Metin Karabaşoğlu ile söyleşi

—Ama bu kitaplar hizmet ediyor, bu öykücü kitaplarla Bediüzzaman’ı tanıyan bir sürü insan var denilince, elimiz kolumuz bağlanıyor.

—Bediüzzaman’ın kendi hayatı bana bu noktada açıklayıcı bir cevap teşkil eder diye düşünürüm. Kendisi, Eski Said döneminde İstanbul’a geldiğinde Abdülhamid’e “ Münhasif Yıldızı tut, Darülfünun’u yap” diye hitap etmeyip, daha uzlaşmacı ve daha alttan alıcı, neticede “o Sultan’dır, ben bir âlimim. Onun algısı böyle” deyip daha alttan alan bir tutum takınsaydı diye düşünenler olduğunu görebiliyoruz, daha iyi olurdu, daha fazla hizmet edilirdi.

Sonrasında denilebilir ki “Bediüzzaman Haşir Risalesini yazmış olsa, ama Beşinci Şua’yı yazmamış olsa daha fazla hizmet ederdi gibi” diyebiliriz.

Veya Bediüzzaman bir kısım mektuplarındaki o sert ifadeleri kullanmasa veya mahkemelerde o açık ve keskin uyarılarda bulunmasa, mesela yaşadığı bütün bu hapis, sürgün, mahkemeler ve bütün bunların arkasında Nur talebelerine dönük menfi tatbikatların, uygulamaların, desiselerin arkasında gördüğü ve “ifsat komitesi” adını verdiği bir topluluk ve bunun mümessili olan bir şahsı açıkça hedef alan ve “bizim sevmemiz mümkün değildir “diye açıkça ifade eden ve “Cebrail Şeytan ile barışamaz” manasını taşır kesinlikte ifadeler kullanmasa, denilebilir ki o zaman daha rahat olurdu. Birileri bu kadar huzursuz olmazlardı, bu kadar huylanmazlardı. Ortak bir çalışma zemini bulunabilirdi.” Bu şekilde uzatmamız mümkün.

Ama biz Bediüzzaman’ın talebesi isek eğer, Bediüzzaman’ın tecrübesini ve eserini bu zamanda bir mü’min olarak Allah’ın dinine hizmet çabasının kılavuzu, yol göstericisi olarak değerlendiriyorsak, Bediüzzaman’ın tecrübesiyle kendi zamanımız ve zeminimizdeki ihtiyaçları değerlendirmemiz gerekiyor.

—Mustafa İslamoğlu’nun hoşuma giden bir sözü vardı “Dünyevileşme çağdaş İslami hareketlerin yumuşak karnıdır” diyordu. Ehl-i Dinin özellikle 28 Şubattan sonra sevad-ı azamdan ayrılıp israf yollarına girmesini ve bunu da bazılarının “artık hizmet bunu gerektiriyor” diye açıklamasını nasıl karşılıyorsunuz?

—Mustafa İslamoğlu’nun bu noktadaki tespitine %100 katılıyorum. Bunu ifade etmekle başlayayım. Ben bu noktada usul-ü fıkhın en temel kaidelerinden biri olan maslahatın ve İmam Şatibi’nin derinlikle vurguladığı gibi “Makasıd-ı Şer’ianın” bu zamanın dünyevileşmeye yatkın Müslümanları tarafından çok ciddi şekilde suiistimal edildiğini düşünüyorum. Az önce soruyu sorarken de dile getirdiniz. Arkasında “şöyle bir maksatla, şöyle bir maslahata binaen” şeklinde açılımlar taşıyan yaklaşımlar bunlar.

Az önceki soruda da sözünü etmiştim; Bediüzzaman’ın hayatını bu zamanda Allah’ın dinine hizmet noktasında bir model olarak alıyorsak eğer, onun tecrübesini taşımamız gerekiyor… Bediüzzaman’ın hayatından iki kesit bu noktada son derece öğretici gelir.

Bunlardan birincisinin; 1922 Kasım’ında Ankara’ya çağırıldığında, orada hepimizin tahmin edebileceği kişiyle yaptığı görüşmede ki, hemen hatırlayalım, Bediüzzaman ilk önce namaza dair bir beyanname neşretmiştir çünkü İslam ordusunun Yunan’a karşı galebesinden söz edilirken ve bunun neşesi yaşanırken, öbür tarafta Meclis’te namaz noktasında milletvekilleri arasında çok ciddi bir gevşeklik ve zafiyet görmüştür Bediüzzaman.

İkinci olarak da tabiat fikrinin zihinlerde yer bulduğunu görüp yine Ankara’da daha sonra Tabiat Risalesi şeklinde gelişecek olan yaklaşımın ilk çekirdeğini matbu olarak Arapça yazma cihetine gitmiştir. Bunlar manidar hususlardır.

Ve orada yapılan görüşmede de şunu görürüz; Siyasete riyaset eden kişi tarafından kendisine beraber çalışma teklifinde bulunmuştur, “bu zamanda Müslümanların ileri gitmesi için Batı’nın değerlerini olduğu gibi kabulü gerekiyor, fakat toplumun buna ikna edilebilmesi için sizin gibi âlimlerin de buna onay vermesi gerekiyor, desteğinizi, yardımınızı bekliyoruz, beraber çalışalım” “Burada “zaruret var, maslahat var” diye siz bunlara cevaz verirseniz, bizi memnun edersiniz” diye bir taleple ricada bulunmuştur Bediüzzaman’a. Ve Bediüzzaman’ın verdiği cevap ortadadır; zaruretler fıkıhta bir hükümdür, haramı-helal eder ama zaruret nedir? Hangi durumda zaruretten söz edebiliriz? Ve şöyle bir örneğini vermiştir, mesela aç kalan, ölmek üzere olan bir kimse başka hiçbir şey bulamamışsa, domuz etini yiyebilir veya şarap içebilir. Ama öte tarafta, kendini alkole alıştırmış bir kişi; “ne yapayım içmeden duramıyorum, benim için zaruret var” diyemez, o alkollü haliyle söylediği sözlerden ve yaptığı icraatlardan da mesul olur.

Dolayısıyla burada, fıkhın doğru hükmünün yanlış kullanımı yönünde apaçık bir teklifle karşı karşıya kaldığında; “bu noktada benim beraber çalışmam ve benim bir onay, bir cevaz vermem mümkün değildir” diye açıkça söylemiştir. Bu bir kere dikkat çekicidir. Türkiye Cumhuriyetinin kuruluş aşamasında bir Müslüman âlim ile bu kuruluşun merkezindeki siyasetçi arasında yaşanan bu görüşme ve Bediüzzaman’ın verdiği cevap son derece anlamlıdır. İkinci anlamlı husus ise; Bediüzzaman’ın bu görüşmeyi talebelerine verdiği ve Emirdağ Lahikasının sonuna konulan son derste anlatması ve maslahat ve zaruret görünümü altında dinin hükümlerini iptal etme veya gevşetme noktasında bir tehlikeye karşı son dersinde talebelerini uyarmış olmasıdır. Bu bir kere başlı başına dikkate değer bir noktadır.

Bediüzzaman’ın israf hakkında yazdıkları ortada, özellikle bu zaman ve zemin ile ilgili yazdıkları ortada ki, şefkat-i imaniyeyi özellikle tahrik eden ifadelerdir. Mesela; “yüz aç adamın huzurunda kemal-i lezzet ile fazla yenilmez” der Bediüzzaman. Ve keza; “eskiden telezzüze belki izin vardı, Müslümanların galebesi söz konusuydu, bugün ise Müslümanların ekonomik anlamda bir mağlubiyeti, gerek bu topraklarda, gerek bütün dünyada, gayr-i müslim veya dinde lakayt sınıflara göre ekonomik anlamda geri kalmışlığı söz konusudur. Böyle bir zaman ve zeminde bilhassa telezzüze izin yoktur diye…

—Ama 1930’ların şartlarıyla 2010’daki şartlarla aynı mıdır?

—2010’daki şartların çok farklı olduğunu düşünmüyorum. Bir kere küresel anlamda baktığınızda zaten bu apaçık karşımıza çıkıyor. Afganistan, Pakistan ve Hind alt kıtasındaki birçok Müslüman’ın, Endonezya’daki, Filipinlerdeki ve Afrika’nın birçok ülkesindeki Müslümanların halini düşünmeli… Geçmişte belki onların durumundan haberdar olamıyorduk, ama bugün haberdarız ve mesulüz. Mesela Somali’de, Afganistan’da binlerce, yüz binlerce müslümanın o gün bir şey yiyemeden uyuduğunu bile bile, biz filan yemeğin falanca lokantada harikulade pişirilişi üzerine güzellemeler yazıp, üç-beş kişi bir lokantaya gidip 300–500 milyonluk faturalara imza atabiliriz? Bediüzzaman ‘ın hakikaten “yüz aç adamın huzurunda kemal-i lezzet ile fazla yenilmez” sözünü bu manada küresel çapta yaymamız gerekiyor.

İkincisi; belki bir kısım iktidarın nimetlerinden –maalesef bu eleştirilmesi gereken bir durumdur- faydalanarak, bir kısım milli, ticari beceriler ortaya koyarak daha fazla kazanır hale gelmiş ve bu noktada ladinî bir hayat yaşayan zengin kesimle yarışır noktaya gelmiş dindar insanların varlığı bir vakıa olmakla birlikte, bu topraklarda gözümüzle gördüğümüz ve araştırmalarım ve istatistiklerin de ortaya çıkardığı bir gerçek var. Bu topraklarda mütedeyyin insanların toplamı, ladinî insanların toplamından gelir olarak daha geri bir noktada bulunuyor. O yüzden Bediüzzaman’ın analizlerinin, o günkü sözlerinin bugün geçerliliğini yitirdiğinden söz etmemiz mümkün değil.

Kaldı ki -Sami Uslu’nun kulaklarını çınlatalım- Bediüzzaman’ın İktisat Risalesinde söylediklerine bakalım, bu çok manidar bir noktadır. Eşim master çalışması yapmıştı, “Bediüzzaman’ın İktisat Görüşleri” diye, mütedeyyin bir profesörün de olduğu bir jüride İktisat Risalesini merkez alan bir çalışmaydı ve şu şuuru taşıyordu; Bediüzzaman’ın iktisada bakışı üretime odaklı olmaktan ziyade, tüketime odaklıdır. Sadece üretirken helali göz önüne almak Bediüzzaman için yeterli değildir. Bediüzzaman İktisat Risalesinde ortaya koyduğu üzere; tüketirken, kullanırken helali göz etmek eşit derecede belki daha da önemlidir.

Oysa bugünün sözünü ettiğim türden dünyevileşme sıkıntılarına bakarsak, ben çalmadım, çırpmadım şeklinde meselenin izah edilmek istendiğini görüyoruz. Hâlbuki “israf etmeyin” apaçık bir ayettir. “İsraf edenler, saçıp savuranlar şeytanların kardeşleridir” buyurur İsra Suresinde Rabbimiz. Çok kazanıyor olsa da “sevad-ı azam” diye tarif edilen bir orta çizginin çok dışına taşmama ve yaşayışça, insanların yüzlerini dünyaya çevirmeme, heveslerini ve nefislerini tahrik etmeme Kur’an’da apaçık bir emir olarak, Hazreti Peygamber aleyhissalatu vesselam’ın hadislerinde, sünnetinde apaçık bir tablo olarak karşımızda duruyor. Bediüzzaman’ın İktisat Risalesi’nde zaten bu Kur’anî ve Nebevî emirlerin, bu zaman içerisinde bir yeniden ifadesiyle yüz yüze geliyoruz.

Toparlayacak olursak; helal kazanıyor olmamız yetmez, helal harcıyor olmakla da mükellefiz. Helal kazanan ve kazancına haram bulaştırmayan, ama buna karşılık; tüketim, harcamak deyince israfın zirvesine ulaşan ve bunu pek âlâ izah eden bir Müslüman figürünü benim aklım almıyor.

Şunu kabul edilebilir buluyorum; “yaptığım yanlış, israf doğru değil, Rabbim beni affetsin.” Bu söz istiğfarı içeriyor olmakla birlikte, nefsinin zafiyetini görüp, kusurunu bilip, bir anlamda da kurtulma noktasında bir talep ve duayı ifade ettiği için, anlaşılabilir bir şeydir. “Daha dikkatli olsak, kendimize odaklanmak yerine etrafımızda zaruri ihtiyaçlarını karşılayabilen insanlara bunu aktarabiliyor olsak, ama zafiyetlerimiz var, nefsimize her zaman maalesef söz geçiremiyoruz. Allah kurtarsın” diyerek, bu hali böyle değerlendirenleri yine anlayışla karşılıyorum. Yoksa“yapıyorum ama Allah için böyle yapıyorum. İsraf ediyorum ama İslam için israf ediyorum” gibi sözlerin anlaşılır bir tarafı yok. Bizim Allah’tan fazla Allah’çı, Kur’an’dan fazla Kur’an’cı, İslam’dan fazla İslam’cı olma gibi bir hakkımız da yok, lüksümüz de yok.

—Bediüzzaman’ın: “Bu zamanda İ’la-yı Kelimetullah maddeten terakki iledir” sözü yanlış mı anlaşılıyor?

—Evet… Geçmişin o büyük âlimlerinin makasıd-ı Şeria ve maslahat diye ortaya koydukları harikulade formülasyon, nasıl dünyevileşmeye yatkın zihinlerimiz ve yüreklerimiz tarafından deforme edilmişse, suiistimale uğramışsa, aynı şekilde kendisini Bediüzzaman’a ve Risale-i Nur’a atıfla tarif eden zamane müminleri Bediüzzaman’ın bu sözünü de suiistimal etmişlerdir ve etmeye devam etmektedirler.

Oysa açık bir gerçek var; Bediüzzaman bu sözü söylediğinde yıl 1911 idi. Muhakemat’ta bu ifadenin kullanıldığını düşünürsek… Bediüzzaman 1911 yılından sonra 49 yıl yaşadı, yani yarım yüzyıl yaşadı. Peki, bizim “i’la-yı Kelimetullah maddeten terakkiye mütevakkıftır” sözüne dayanarak, sergilediğimiz yaklaşım ve yaşadığımız hayatı bir kenara koyalım. Bu sözü söyledikten sonra, bunu söylemiş kişi olarak Bediüzzaman’ın 49 yıl yaşamış olduğu hayatı bir kenara koyalım. Ondan sonra iki elimizi vicdanımıza koyalım. Acaba o sözden bu hayatı, bu yaklaşımı meşrulaştırmaya Bediüzzaman’ın hayatına baktığınızda bir cevaz çıkar mı? Hâlbuki bir sözün niye söylendiğini, nasıl söylendiğini, en başta sözün sahibinin hayatı ortaya koyar. Sözün sahibinin hayatı ortada.

Yine enteresan bir noktadır; Bediüzzaman’ın bu sözünü dünyevileşmenin adeta meşrulaştırılması için kullanmak isteyenler, aynı Bediüzzaman’ın Kastamonu Lahikası’ndaki terakki fikrine dair bir başka sözünü ise nedense hiç keşfetmemiş, adeta o mektubu hiç okumamış bir durumda gözüküyorlar ki, Kastamonu Lahikası’nın baş tarafındaki ilgili mektubunda Bediüzzaman ki ikinci dünya savaşı hengâmında söylediği bir sözdür. “Beşerin başına gelen bütün bu felaketler terakki fikrindendir” diyor.

Neticede, Bediüzzaman’ın hayatına bakarak, bu sözü değerlendirme durumunda ve Bediüzzaman’ın söylediği bir diğer söz olarak, o söze de bakarak değerlendirme durumunda olduğumuzda ben” i’la-yı Kelimetullah maddeten terakkiye mütevakkıftır” sözünün doğru bir söz olduğuna inanıyorum ve bu sözü kendi namıma hayatımda takip etmem gereken bir söz olarak alıyorum. Bediüzzaman’ın muradının şu olduğunu düşünüyorum ki, sonraki hayatında da muradının bu olduğunu gösterir apaçık tezahürler görüyoruz; Mü’min iki şeriatı; sıfat-ı kelamdan gelen dini şeriat ile sıfat-ı iradeden gelen ve kâinatta adetullah olarak karşımıza çıkan şeriatı, hayatında, şahsında buluşturma durumundadır. Mesela, bir mü’min marangoz ise, onun sadece çok düzgün namaz kılıyor olması değil, aynı zaman da işini de düzgün yapıyor olması beklenir.

Hz. Peygamber’in hadislerinde görüyoruz. Talk bin Ali neticede çamur karıcı, inşaat ustası bir sahabedir, ama mescidin inşasında onun gösterdiği inceliği gören Hz. Peygamber aleyhissalatu vesselam “İşini iyi yapandan Allah rahmetini esirgemesin” diye dua etmiştir. Çünkü orada sıfat-ı kelamdan Kur’an’a, bize emir buyurulan şeriata ittiba eden, itaat eden bir mü’minin, aynı zamanda âdetullah ile bize sunulan fıtri şeriata da ittibaını okuyoruz. Bu da ubudiyetimizin bir parçasıdır.

Aynı şekilde, manaca ilerlemek demek, maddeyi yok etmek, maddeyi göz ardı etmek ve şu maddi âlemde adetullah dairesindeki yükümlülüklerimizi ihmal etmek, göz ardı etmek demek değildir. Bilakis o noktada da mü’min hangi yolu tutmuşsa, hangi mesleği yapıyorsa, o mesleği en iyi şekilde yapan, en iyi şekilde kavrayan olma durumundadır. Hangi alanda uzmanlaşmayı tercih etmişse, o alanın hakkını verme durumunda olmalıdır.

Mesela mü’min bir kitap yazıyorsa, dili en düzgün, tashihten en azade ve sayfa düzeni itibariyle en estetik, en okunabilir şekilde çalışmasını yapmak durumundadır. Ben bu şekilde alıyorum. Bu sözün hak bir söz olduğunu, fakat bizim bu doğru sözü yanlış niyetlerle, adeta hayatımızdaki zaaflarımızı doğrulatmak adına suiistimal ettiğimizi düşünüyorum.

—Genel Kurmay Başkanının açıklamalarıyla beraber cemaat yapılanmaları Türkiye’nin gündeminde. Cemaatler Türkiye’de tek tip adam mı yetiştiriyor sizce? Mustafa İslamoğlu “cemaat akıllı birlikteliktir” diyor. Akıllı birliktelikleri üretebiliyor muyuz?

—Bu sorulması elbette gereken bir soru. Ondan önce ben bir noktaya yine Bediüzzaman’a atıfla değinmek isterim. Burada; Ergenekon iddianamesi, onun arkasındaki şeyler, zaten medyanın bir fitne kazanı olarak adeta hep yapa geldiklerine baktığımızda, burada çok hayır olmayan niyetlerin apaçık görülebildiğini söylememiz mümkün.

Diğer taraftan Bediüzzaman’ın bu noktada ehl-i dinin, özellikle belli bir cemaat ile tarif olunan mü’minlerin dikkat etmesi gereken bir uyarısı da olduğunu düşünüyorum. Bediüzzaman, ilan-ı hürriyetin ardından 31 Mart denilen olaya sebebiyet veren şartlarda, isyan eden askerlere hitapta bulunmuştur. Son derece öğretici bir hitaptır bu. Neticede askerler veya daha alt düzey subaylar daha dindar insanlardır ve komutanlarının kendileri kadar dini hassasiyetleri olmadığı için isyana tevessül etmişlerdir. Bediüzzaman onlara askerliğin bir emir-komuta düzeni içerisinde yürüdüğü ve namaz noktasında sizden daha zayıf olabilir, ama askerlik bir meslek ise veya bir bilme alanı ise, o noktada sizden daha ustadırlar. Hele ki askerlik bir düzen, bir emir-komuta zincirini gerektirir bir şeydir. Burada askerlik mesleği ile ilgili olarak, elbette ki adalete aykırı olmamak şartıyla, komutanlarınızı dinlemelisiniz diye ki, “ulûlemr’e itaat farzdır” hükmü merkezinde bir cevap verir.

Bediüzzaman’ın bu tahlilini yaşadığımız şartlarda yeniden değerlendirmenin ben önemli ve gerekli olduğunu düşünüyorum. Çünkü getirilen itirazlar ve bu itirazlardan öte bir müminler grubuna yapılmak istenen hücumlar esasen böyle bir noktayı da içererek kendisine bir haklılık zemini arıyor şeklinde gözüküyor.

Şu anlaşılabilir bir şeydir, neticede bütün kamu görevleri hiyerarşiler gerektirir. Bir kamu görevlisi iseniz, orada hangi noktada nasıl davranmanız gerektiğini elbette o görevin hudutları içerisindeki temel ilkeler, adalet esasları, insan hakları ayrıca istişare de içinde olmak şartıyla neticede bir alt-üst ilişkisi belirler. Siz bir genel müdüre bağımlıysanız ama öte taraftan manevi noktada bir büyük âlimi, mürşidi kendinize edinmişseniz genel müdürünüz sizden adalete mugayir olmayan, temel insanî değerlere hiç mugayir olmayan bir şekilde bir muamele istedi, fakat siz başka şekilde bir davranış gösteriyor ve bunu manevi noktada mürşidiniz olan kişiyle açıklıyorsanız, burada Bediüzzaman’ın 31 Mart şartlarındaki uyarısını hatırlarsak, hakikaten sıkıntılı ve uygunsuz bir durum var demektir.

Ben Bediüzzaman’ın kendi hayatıyla gösterdiği üzere, hiçbir mürşidin, hakikaten mürşitlik vazifesini hak etmiş ve bunu kıvamında şartlarını ortaya koyan, ona göre davranan hiçbir mürşidin böyle bir şeye tevessül edeceğini, emirde bulunacağını, kendi ismini bu şekilde kullandıracağını düşünmem. Bu noktada bilakis bir dikkat üzere olacağını düşünürüm. Ama bu genel anlamda kamuoyunun da bilmesi ve rahatlatılması gereken bir noktadır.

Dikkat edersek gerek, bürokrasiyle, hususan emniyetle ve hususan askerî bürokrasi ile ilgili yapılan hücumların esasen bu nokta üzerinden haklılık devşirme çabası içerisinde olduğunu görüyorum. Burada bir dikkat, itina sanıyorum bu gerilimi çözme ve kamuoyunu rahatlama noktasında ciddi bir hizmet görecektir.

Cemaatleri tek tip insan yetiştiren yapılanma olarak görmek çok büyük vicdansızlık olur. Türkiye’de tek tip insan yetiştirmekle kişiler, yapılar, kurumlar suçlanacaksa eğer cemaatler bu listenin ilk sırasında gelmez. Bu listenin ilk sırasında devlet okulları gelir. Devlet okulları içerisinde de özellikle hangi ön sıfatı taşıyan bu okulların listenin en başında olma durumunda olduğunu bu topraklarda yaşayan herkes bilir.

Dolayısıyla burada cemaatler tek tip insan yetiştiriyor diye feryad-u figan edip, öbür taraftan tek bir kişiye endeksli ve bütün dünyayı o kurmuş, hayatımızda ne varsa ona borçluyuz şeklinde bir itikadı, altı yaşından itibaren zihinlere kazımayı ise, güya medenilik, güya ilerlemişlik adına takdim edenler, hiç kusuruma bakmasınlar iki yüzlülük içerisindedir. Bunu net bir şekilde en başta ifade etmek istiyorum.

Ama bu durum, cemaatlerin bu noktada olması gereken, ideal cemaat kıvamına sahip olduklarını da ifade etmemi gerektirmiyor. Bu noktada cemaatlerimizin dozajları farklı olmakla birlikte zafiyetler taşıdığı malum.

Ben Bediüzzaman’ın iki İhlâs Risalesi’nin, özellikle ikincisinin bu noktada öğretici olduğunu düşünüyorum. Bediüzzaman’ın genel anlamda insanın mahiyetine dair izahlarını kendi açımdan cemaatlere bakış noktasında da rehber ittihaz etmişimdir.

Bediüzzaman, insanın mahiyetinin camiiyetinden söz eder. O yüzden zaten her bir insan ferdinin âlem hükmünde olması da bu sırdandır. Çünkü insan bütün kâinatı görebilir ve bütün kâinatın hayatıyla, varlığıyla ettiği tesbihat ve tahmidatı okuyabilir, ifade edebilir, görebilir bir kıvamdadır. Tek başına bir âlemdir. Hepimiz vahidiyet sırrınca aynı ortak fıtrata sahip olmakla birlikte, ehadiyet sırrınca hepimiz aynı ortak fıtrat içerisinde ayrı ayrı mizaçlara sahibiz. Tıpkı yüzümüzün maddi bedeni aynı ortak özellikler taşımakla birlikte, yüzümüzün şeklinin siması, hatta parmak izlerimizin farklı olması gibi.

Burada cemaatlerimizin de sahip olması gereken kıvam, ehadiyet ile vahidiyet sırrının buluştuğu bir kıvamdır. Bir noktada ortak temel doğrular, temel değerler, temel ilkeler, bunun beraberce tahsili ve Allah’ın yolunda beraberce hareket etme, organize olabilme kabiliyeti, ama öbür tarafta bu ortak hareketin içerisinde farklı renklere, farklı yaklaşımlara, farklı düşüncelere ve farklı tonlara açıklık ve tahammül ideal cemaat anlayışıdır.

Dahası bu farklılığın yaşanan beraberliği geliştirdiğini ve zenginleştirdiğini kabul ki yine kâinatta bunun örneğini görebiliyoruz. Mesela; bir tarlaya aynı tohumu ektiniz, aldınız, tekrar onu ektiniz… Giderek tarlada verimin zayıfladığını görüyoruz. Aynı şekilde akraba evliliklerinde, aynı soy tekrar tekrar evliliklerinde, zaman içerisinde neslin zayıfladığını görüyoruz. Buna karşılık farklı unsurların bir araya geldiği beraberliklerde ise, giderek kuvvet kazandığını görüyoruz. Mesela bir melez tonlarının bu manada daha verimli olduklarını görüyoruz. Keza farklı ailelerden hatta farklı milletlerden insanların bir araya geldiği yapı bünyesinin daha kuvvetli olduğunu görüyoruz.

Bunlarla da Rabbimiz bize bir şey öğretiyor. Rabbimiz zaten Kur’an’da istişareyi emrediyor. İstişare de bir manada bu farklılığın buluşturulması, insanların hayatında, zihin ve duygu dünyalarında da gerçekleştirilmesi demektir. Biz, insanın mahiyetindeki o bütünlüğü, bu şekilde farklılıkları buluşturabilir kıvamda bir beraberlikle gerçekleştirme durumundayız.

Bu bir tecrübedir, bir anda kazanılabilir bir şey değildir. Kendim bu noktada 30 yıllık bir tecrübeye sahip olduğumu söyleyebilirim ve Otuz yıl, yirmi yıl, on yıl öncesine göre bugün daha iyi bir noktada olunduğunu düşünüyorum. İnşaallah bu kıvama erişme noktasında önümüzdeki yıllarda bizi daha da mutlu eden tablolarla karşılaşırız.

—Üstad bir yerde “Ben dindar bir cumhuriyetçiyim” diyor. Diğer taraftan şanlı Osmanlı devletinin ihtiyarlığına da üzülüyor. Üstad Osmanlıcı mı? Cumhuriyetçi mi?

—Bu ikisi birbiriyle çelişir bir durum değil. Bir kere Üstad’ın temel ilkeler üzerinden baktığı, ayrıntılarda boğulmadığını görüyoruz. Bediüzzaman’a göre meşrutiyet, cumhuriyet, demokrasi temelde aynı kıvamın farklı yansımaları niteliğindedir. Orada özellikle nedir; adalet, meşveret ve kanunda inhisar-ı kuvvet. Bir şahsın veya zümrenin değil, herkesi bağlayıcı bir genel ilkedir kanunun hâkimiyeti.

Bunun var olduğu yapılar Bediüzzaman’a göre neticede hepsi aynı, ortak ve doğru kategori içerisinde yer alan yapılar. Aralarındaki nüanslar, farklar ikinci plandadır. O yüzden Bediüzzaman’ın meşrutiyete, cumhuriyete, demokrasiye de bu kayıtlar ve ortak değerler içerisinde pozitif baktığını, sahip çıktığını görüyoruz.

Bediüzzaman’ın Osmanlı şartlarındaki durumunu ise şöyle değerlendirebiliriz; kişilerin değişmesi kolaydır, düşüncelerinin değişmesi kolaydır, ama toplumların değişmesi daha zordur, devletlerin değişmesi toplumların değişmesinden daha da zordur. Bugün bu topraklarda bunu tecrübe ediyoruz. Bir tarafta önce zihinler belli bir kıvama gelmiş, sonra toplum da birçok meselede belli bir kıvama gelmiş, fakat bu değişime direnen bir devlet yapısının sancıları yaşanıyor. Bugün bu topraklarda gerilim esasen buna dayanıyor.

Bediüzzaman şöyle bir ümide sahip; Osmanlı şartlarında gelinmesi gereken nokta, merkezinde bir şahsın otoritesinin Padişahın olduğu, istişareye dayalı, adaletin merkezi bir değer olduğu ve kanunun herkes için bağlayıcı olduğu, en tepedeki kişiyi yani icra makamındaki kişileri de bağladığı bir yapıya gelinmesi ki bir anlamda meclis, seçimler vs. bu istişarenin temsili bir tezahürü niteliğinde.

Bu noktada Bediüzzaman, Osmanlı’nın bir anda değil ama zaman içerisinde kıvama gelip, bir noktaya doğru aşama aşama evrileceği düşüncesinde.

Bediüzzaman’ın zihninde bir bütünlük var. Burada esas noktasında Bediüzzaman’da asla bir fark olduğunu düşünmüyorum. Bediüzzaman bunun Osmanlı içerisinde bu dönüşümün, fıtri bir seyir içerisinde, bir bütün olarak ümmeti de kapsayacak şekilde gerçekleşebileceği ümidini taşır ve bunun bir bütün olarak Ümmet-i İslam için çok büyük hayırlara vesile olacağını düşünür.

Bana göre Bediüzzaman’ın taşıdığı bu projeksiyon bugün hâlâ geçerli. Bir bütün olarak Müslüman coğrafya, o coğrafyayı oluşturan Müslüman toplumların söz sahibi olduğu, Bediüzzaman’ın Asya münafıkları dediği türden veyahut “kurun-u ula’nın yadigârı dediği oligarşik yapılar tarafından değil, hakikaten meşrutiyet veya cumhuriyet veya demokrasi manasına bihakkın layık bir şekilde idare edilebilir duruma geldiğinde ben İttihad-ı İslam noktasında çok büyük yol alınacağını düşünüyorum.

O yüzden Bediüzzaman’ın o noktada Osmanlıya dair projeksiyonuna bu açıdan bakarsak devam eden ve inşaallah istikbalde ittihad-ı İslam şeklinde veya yine Bediüzzaman’ın ifadesiyle birleşik Müslüman devletler topluluğu şeklinde bir hülyasının, ittihadı İslamın istikbaldeki bir tecellisi olarak karşımıza çıkacağını ümit ediyorum. Bediüzzaman’ın bize bıraktığı zihin miraslarından, emanetlerinden biri olarak bunun rüyasını görmemiz ve bunun çabası içerisinde olmamız gerektiğini düşünüyorum.

—Allah razı olsun… Çok teşekkürler…

—Estağfirullah, ben teşekkür ederim.

---

Salih Okur


  04.01.2010

© 2021 karakalem.net, Metin Karabaşoğlu ile söyleşi




© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut