Arşiv

Laiklikten Tevhide mi?

İNSANOĞLU DAİMA KÂİNATI ANLAMAYI arzu etmiştir. Meselâ Yunan felsefesinin ilk döneminde, filozoflar, ‘physis’ tabir ettikleri eşyanın hakikî mahiyetini bilmek istemişlerdi. Zaten fizik kelimesi de buradan geliyor.

Kâinatı anlamaya çalışırken vardıkları ilk sonuç, bir yaratıcının mevcudiyetiydi. Bu, varlık âleminin üstünde durup onu idare eden, zekâ sahibi, maddî olmayan, kâinattan veya maddeden mücerred, ruhanî bir ilahtı. İşte bu sonuç, Batı felsefesinin karakteristik özelliği haline gelen mânâ ve maddenin, ceset ve ruhun birbirinden ayrılmasını esas alan fikrî yönelişe kapı açtı. Madde ve mânânın ayrılması fikri hakim olunca, filozoflar dikkatlerini maddî âlemden, daha değerli olduğuna inandıkları manevî âleme çevirdiler. Bu anlayış, Kilisenin de desteklemesi ile rakipsiz hale geldi.

İlmî gelişmeler, insanların kendilerini Kilisenin tahakkümünden kurtarmaya başladıkları Rönesansa kadar beklemek zorunda kaldı. İnsanlar ancak Rönesanstan sonra kâinata ilgi göstermeye ve maddî âlemi araştırmaya başladılar.

İşte kâinat üzerindeki bu çalışmalar modern bilimin doğmasına sebep oldu. Fakat bu çalışmaları yapanların da tabiat görüşleri, âlemi düşünce ve madde diye birbirinden tamamen farklı ve müstakil iki ayrı sahaya ayırma esası üzerine oturmuştu. Bu ayrım bilim adamlarının maddeyi kendilerinden tamamen ayrı ve ölü, dünyayı da büyük bir makinayı teşkil eden birçok değişik parçalar topluluğu olarak görmelerine yol açtı.

Bu ayrımın neticesi olarak da, dünyanın, insanın ‘müşahit’ veya ‘gözlemci’liğinden hiç bahsetmeksizin objektif olarak tarif edilebileceğine inanıldı. Mekanistik dünya görüşü, insanın kendine has görünüşüyle değerlendirmeye bir gözlemci olarak katılışını nazara almayarak, aklı, kâinatı kendi anlayış ve görüşüyle değerlendirmeksizin dünya hakkında bilgi toplayan bir alet seviyesine düşürdü. Bu inanışla ilmin nötr, tarafsız ve objektif olduğu düşünülerek, kâinatın objektif bir şekilde tasvir ve tarif edilmesi bilim için ideal telâkki edildi.

Düşünce ve maddenin ayrılmasına paralel olarak, ruh ve ceset de birbirinden ayrı düşünüldü. Fertlerin faaliyetleri, hisleri ve inançları bölümlere ayrıldı. Kilisede dindar olan birisi dışarıda laik olabiliyordu. İnsanın iç dünyasındaki bu bölünme dış dünyaya bakışına da aksetmişti. Gerçekte benlik tıpkı ayna gibi rastladığı şeyleri kendi rengine boyar. İnsanın ayna misali kendi benliğinden akseden dünya, aynanın rengini alır. Ayna kırmızıysa dünya da kırmızı görünür. Yine aynanın camı düzgünse dünya hoş, değilse çirkin görünür.

Mekanistik modelin başarıları ve bu başarıların teknolojik neticeleri öyle büyük oldu ki, fiziğin ve diğer bilimlerin hassas kaidelere dayandırılması, bu kaidelerle olayların sonuçlarını kestirebilecek hale gelmeleri sadece zamana kalmıştı. Sonuçları kestirebilecek objektif bir bilim fikri hakim olunca, çok kimse, herhangi bir bilginin, mekanik yapıya uyması nisbetinde gerçekten bilimsellik hüviyeti kazanacağını ileri sürmeye başladı. Bunlar bilimin kâinatı tasvir ve tarif etmediğini, fakat açıkladığını iddia ettiler. Herşeyin tam olarak temel yapı taşlarına inildiğinde açıklanabileceğini düşündüler. Bu küçük parçalara inildiğinde kâinatın anlaşılabileceği düşüncesi, en güzel ifadesini matematik fizikçisi P. Laplace’ın meşhur sözünde buldu:

"Herhangi bir anda tabiatta bulunan kuvvetlerin tümünü, kâinatı oluşturan eşyanın pozisyonlarıyla birlikte bilen bir akıl, kâinatın en büyük parçalarının, aynı zamanda en küçük atomlarının hareketlerinin ne olacağını bir tek formül ile ifade edebilir. Bu, aklın bütün verileri analize konu edebilecek kadar yeterli güce sahip olduğunu kabul esasına dayanır. Bu akıl için hiçbir şey şüphe karanlığında kalmamalı, herşey kesin olmalıdır; hem geçmiş, hem gelecek zaman bu aklın gözünün önünde hazır bulunmalıdır."

Böylece mekanistik dünya görüşü katı bir determinizm ile sıkı sıkıya bağlı hale geldi. Kâinat tamamen sebep-sonuç ilişkileri içindeki değişmeler olarak görüldü. Bütün hadiselerin belli bir sebebi vardı ve belli sebepler yine belli bir neticeyi doğuruyordu.

Neticede, eğer kâinatı teşkil eden parçacıkların tümünün pozisyonları ve hareketleri tam olarak bilinebilseydi, bu dev makinanın, yani kâinatın her bir parçasının geleceğinin tahmin edileceğine prensip olarak inanıldı.

Determinizmin felsefî tabanı mekanistik modelin inşa edildiği ‘ben,’ yani ‘ene’ ile ‘dünya’ arasındaki temel ayrıma dayanıyordu. Her sistemin, en basit parçalarının faaliyetine indirgenebileceği düşünüldü. Kompleks varlıkların en küçük parçacıklarına indirgenmesiyle tamamen anlaşılabileceğini kabul eden bilimin esas maksadı, müthiş bir indirgemecilikle, canlıları, kör tesadüfle evrimleşen atomlar seviyesine indirgemekti.

Böylece bilim dine karşı bir alternatif olarak çıkarılmış oldu. Herşeyin en azından prensip olarak ilimle izah edilebileceğine inanıldı. Hem, o zaman kâinatı madde ötesi bir varlığa dayandırmaya ihtiyaç yoktu. Bu fikir oldukça cazip geldi. Madem ‘gözlemci’ olarak incelemelerde bulunan insan gözlemlediği nesneden tamamen ayrı idi; bilim her eyi saptırmadan hakiki halinde olduğu gibi tarif ve izah edebilecekti. Buna mukabil, sözde objektif bilimin karşısına din ve Allah’a iman, yani gayba iman dikildi. Bu şekilde takdim edilince, din, insanın peşin fikirleriyle hislerinin karışımı bir tarafgirlik ve şartlanma olarak görüldü. İşin içine gözle görülenden başka birşey olmadığına inanmayı teşvik de girince, bilim çok popüler hale geliyordu.

Fakat bu böyle süremezdi. Çünkü hakikat böyle değildi. Modern fiziğin buluşları hem kararsız atomun, hem de sabit ışık hızının mekanistik modele uymadığını ortaya koydu. Mekanistik fizik kavramları modern fiziğin girdiği yeni sahalara teşmil edilemiyordu. Klâsik mekanistik fizik modern fiziğin yeni prensipleriyle tashih edilmeliydi. Neticede yepyeni ve tamamen değişik bir dünya görüşü ortaya çıktı. Yeni fizik, Laplace determinizmini çöpe attı ve dünyanın sadece kendini oluşturan parçaların anlaşılmasıyla izah edilebileceği fikrini reddetti.

"Bütün tabiî hadiseler bilimle izah edilebilir" inancı bugün her zamankinden çok daha zayıf. Bilim adamları artık bilimin olsa olsa tarif ve tasnif edici olabileceğini anlamaya başladılar.

Meselâ Newton çekim kanunlarını formüle etmekle, çekimin sebebi üzerinde herhangi bir açıklama getirmiş olmadı. R. Thorn’un tabiriyle,

"Bugün çekim meselesinde, elmanın düşmesine o gün Newton’ın şaşırdığından daha az şaşırmamız için bir sebep yok."

Bugün dört temel kuvveti biliyoruz. Çekim kuvveti, elektromanyetik kuvvet, atom çekirdeğinde bulunan zayıf ve güçlü kuvvetler. Fakat bunlar hakkında "hepsi birer muamma" diyen A. Woodcock şöyle devam ediyor: "Niçin’ini soran bir öğrenci genellikle kuvvetin kendisinin açıklanamadığı, ancak başka şeylerin sebeplerini açıklamada kullanıldığı karşılığını alacaktır. Bu öğrenci, fizikçilerin en iyi ihtimalle, bu dört muamma kuvveti bire indirebilecek bir ‘birleşik teori’ ümidinde olduklarını öğrenecektir."

Tabîî hadiseleri tasvir eden fizik teorilerinin hepsinde ‘temel sabiteler’ mevcuttur. Yani bunlar teori tarafından numerik değerleri açıklanamayan, fakat tecrübeyle tesbit ettikten sonra teoriye dahil edilmesi gereken sabitelerdir. Meselâ ne kuantum teorisi elektronun kütlesi için kullanılan numerik değeri, ne alan teorisi elektrondaki elektrik yükünün miktarını, ne de izafiyet teorisi ışığın hızını açıklayabilir. Klasik mekanistik görüşte bu miktarlar, herhangi bir açıklama getirilmesi gerekmeyen, tabiattaki temel sabitelerdir. Modern görüşte ise, bunlar teorinin sınırlılığını gösterir. Bazı bilim adamları bilimsel teorilerinin sıhhatliliği arttıkça bunların birer birer izah edilebileceğini düşünüyorlar. Gerçi ideal seviyeye, teoride açıklanmayan hiçbir parametre bulunmadığı durumlarda erişilebilecek deniyorsa da, bu durum hiçbir zaman elde edilemeyebilir de. Çünkü böyle bir ideal teoride dahi, numerik değerler değilse bile, açıklanmayan başka değerler bulunacaktır. Bir teori bilimsel olduğu müddetçe belli bazı mefhumlara açıklık getirmeden de birtakım kabullenmeleri gerektirir. Fizikçi G.F. Chew’in dediği gibi:

"Bilim, bildiğimiz kadarıyla, sorgulanmayan, peşin hükümlerle kabul edilmiş olan bir dile ihtiyaç gösterir... Bütün kavramları birden açıklamayı hedef alan bir teşebbüse bilimsel demek mümkün değildir."

Diğer bir deyişle, bilim dünyayı açıklamış olsa dahi, birisinin çıkıp bilimi açıklaması gerekecektir.

Bilimin dünyayı açıklayamayıp sadece tasvir edebildiği anlaşıldıkça, birçok bilim adamı şimdi bilimin dine karşı bir alternatif olmayıp, daha çok ona hizmet edebileceğine inanıyorlar. Son bilimsel buluşlar karşısında bilim adamları herşeyin gerisinde birşeylerin bulunduğuna ve Foylé’nin düşündüğü gibi, ‘kâinatın düşünülüp hazırlanmış bir iş olduğuna’ inanmaya mecbur kalıyorlar.

Modern fizikteki buluşlar, kâinatın ayrı ve birbirinden bağımsız parçalar halinde analiz edilebileceğini kabul eden klâsik görüşü reddedip, parçalanmaz bir bütünlüğe ve herşeydeki birliğe işaret etmektedir. Kuantum fiziğine göre, her bir partikül kâinatın tümüyle alâkadardır ve bu bütünden ayrı olarak ele alınamaz.

Buna ilâveten, kâinatın birliğine insan da dahildir. Hattâ, kuantum teorisinin, nesnelerin tamamen birbirinden bağımsız olduğu anlayışını kaldırarak insan için ‘gözlemci’ kavramı yerine ‘iştirak edici ’kavramını getirdiği dahi söyleniyor. Fizikçi Wheeler’a göre:

"Kuantum prensibi için olduğu yerde duran dünya anlayışını yıkmasından daha mühim birşey yoktur.... Artık eski ‘gözlemci’ kelimesi yerine yeni ‘iştirak edici’ kelimesinin konulması lazımdır."

Böylece yeni fizik, aklı, kâinatın merkezi olma durumuna iade etmiş ve ‘tabiatın objektif tarifi’ anlayışına da son vermiş oluyor. Meşhur fizikçi W. Heisenberg, "Gözlediğimiz şey tabiatın kendisi değil, fakat sorgulama metodumuza tâbi olarak kendisini gösterdiği şeklidir" sözleriyle, tarafsız, objektif bilim diye birşey olmadığını açıkça ortaya koyuyor.

Hakikaten de aynı prensipler ve aynı teknik verilerle araştırma yapan çeşitli bilim adamları çok farklı neticelere varmışlardır. Bir kısmı bu bilimsel mâlûmatı, kâinatın görülebilen bir gayesi olmadığı ve büyük, mânâsız bir tesadüfler yığını olarak görülmesi gerektiği neticesine varmak için kullanırken, diğerleri aynı mâlûmatın, harika bir âhenk, düzen ve birliği gözler önüne serdiğini ve aynı zamanda kâinatın biz de dahil olmak üzere bir gayesi olması gerektiğine kuvvetle işaret ettiğini görmüşlerdir.

Birinci grup Allah’ın varlığını inkâr ederken, ikinci gruptakiler kabul etmek zorunda kalıyorlar.

Eskiden objektif olarak bilinen modern bilimin, kavramlarını Allah’ın varlığı esasına dayandırmayan bir bilimsel anlayışın ifadesi olduğu açıkça anlaşılmıştır. Hurafeden veya en azından spekülasyondan kaçmakla bilimin tarafsız olacağı düşünülmüştü. Fakat bilim adamları teorilerini Allah’ın varlığını kabul esası üzerine kurmadıklarında, kaçınılmaz olarak Allah’ın yokluğunu kabul üzerine kurduklarını anladılar. Zira üçüncü bir alternatif yoktur. Ya yaratıcı Allah vardır veya, bu kabul edilmiyorsa, yok olduğu farz ediliyordur. Yani Allah’ın varlığı ile yokluğu arasında tarafsızlık mümkün değildir.

Allah’ın varlığını inkar bir reddetme olduğundan doğruluğu ispat edilemez. Bu yüzden, geçici de olsa, mantık kuralları gereği, önce Allah’ın varlığını kabul ederek kâinata bakmanız gerekir. Eğer bu kabulden hareketle vardığımız sonuç geçici kabulümüzle tezat teşkil etmiyorsa, yaptığımız bu kabullenme doğru ve tutarlı demektir.

Tabiata baktığımızda sanat ve ustalık örnekleriyle dolu olduğunu görürüz. Teorik fizikçi P. Davies’in tabiriyle ‘tam anlamıyla akıllara durgunluk veren bir ustalık." Bilimde atılan her bir adım, kâinatı kuşatan düzeni bir başka yönüyle ortaya çıkarıyor. Bilimsel metoddaki başarının kendisi dahi, fiziksel dünyada rasyonel bir araştırmayla anlaşılabilen rasyonel prensiplerin geçerli olduğu esasına, yani bir ‘düzen’ fikrine dayanıyordu. Kâinatın hem karmaşık, hem de düzenli olması, başlıbaşına hayret edilecek bir nokta değil midir?

Birlik ve düzenin yanında, âlem bir âhenk ve tutarlılık da sergiler. Meselâ çekim kanunlarının, elektromanyetizm kanunlarıyla veya katı hal fiziği kanunlarıyla çeliştiğini göremeyiz. Bu tutarlılık, her zaman görülmese de, dikkatli bir analizle ortaya çıkabilir.

Böyle hayret verici bir hüner ve düzenin kâinatta bulunması kâinatın fiziksel yüzünün ardında, akıllıca kurulmuş bir planın mevcudiyeti için yeterli bir delil değil midir? Daha akıl bile tabiatta olan hadiseleri zorlukla anlayabilirken, bu hadiselerin bir kaza veya kör talih eseri olduğu nasıl düşünülebilir?

R. Estling şöyle der:

"Kâinat o kadar ihtimal arasından insana uygun olan öyle bir haldedir ki, insan için veya aslında hayatın var olması için sonsuz sayıda tesadüfün nasıl böyle bir sonucu verdiğini gerçekten düşünmemiz gerekir. Bu muhakkak olması gereken sonsuz sayıda tesadüften sadece birisinde küçük bir değişiklik, kâinatın fiziksel yapısını muhtemelen kökten değiştirecekti. Genelde kâinatın düzeni, bilhassa yeryüzü öyle hassas olarak insana göre ayarlanmıştır ki, verilecek hüküm kaçınılmaz olarak şudur: Kâinatı ve yeryüzünü bu şekilde bizi de düşünerek yaratan, nasıl bir isim takarsanız takın, Allah’tır. Ben ısrar ediyorum ki, bütün bunları, izahı hiçbir surette mümkün olmayan, şans yapıyor demek, düşünülemeyecek kadar tesadüflere, sayılamayacak kadar mucizelere ihtiyaç gösterir."

Hakikaten, kâinatta gördüğümüz kompleks yapıların var olabilmesi için sayısız ‘tesadüf’ ve ‘şans’ olması lâzım görünüyor. Fizikçi P. Davies’in dediği gibi, "bu birbirini takip eden tesadüflerin fevkalâde şanslı kazalar serisi neticesinde meydana gelmesinin kesinlikle ihtimal dahilinde görülmemesi, birçok bilim adamının, kâinatın yaratıldığı hükmüne ulaşmasına sebep oldu." Meselâ matematik fizikçisi E. Squirer şöyle diyordu:

"Yakın çevremizde gördüğümüz bariz kast ve plân delillerinden kâinatın başlangıcında da planlama ve irade olduğu inancına geçmemiz gâyet tabii bir adım. Allah diye isimlendirdiğim birinin şuurlu aklıyla yapılan planlama ve irade neticesi fizik doğmuştur."

Kâinatın kökeni bahsinde, Allah’ın varlığı veya yokluğundan başka bir alternatif bulunmuyor. Yokluğunun ihtimalden uzak olduğu anlaşıldığına göre, doğru ve aşikâr olanı, kâinatı Vacibü’l-Vücud bir Zâtın yaratmış olmasıdır. Kâinatın kendi mevcudiyeti, bu Vacibü’l-Vücudun zâtî vasıflarına işaret ederek Allah’ın varlığı faraziyesini kabul etmeyi mecburî kılar. Çünkü ‘iştirak edici’nin, yani insanın aklı, kendisiyle kâinat arasında doğrudan ve iradî bir uygunluk görür. Kâinatta düzen vardır ve insanda da bu düzeni araştırıp bulacak ve tanıyacak istidat bulunur. Kâinatta güzellik vardır ve insanda da bu güzelliği sevme ve ona hayran kalma istidadı vardır. Yine kâinatta hikmet vardır ve insanda da hikmeti takdir edecek istidat bulunur. Bütün bunlar kâinat içinde insanı kâinatla tezat teşkil etmeyecek şekilde yaratan Allah’ı tanımaya yönlendirecek işaretlerdir. Tâ ki O’nu bulsun, O’nu tanısın ve O’na teslim olsun. Teslimi, takdiri ve şükranı neticesinde Allah da onu ebedî yokluğaóki bildiğimiz kadarıyla ebedî yokluk yokturómahkûm etmek şöyle dursun, ebedî hayata, ebedî lutfa ve ebedî saadete mazhar etsin.

Bu bizim, Yaratıcının bu fâni ve daima değişen dünyada tezahür eden ebedî sıfatlarından çıkarttığımız sonuçtur. Hakikati yürekten arayan herkes bu fizikî dünyayı mütalaâ etmekle aynı sonuca varacaktır.

  27.12.2003

© 2021 karakalem.net, Yamina Bouguenaya


  1.  Bu yazının geçtiği eseri incelemek -veya satın almak- istiyorum.



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut