Arşiv

 İslâm’a Karşı Türk-İslâm

İslâm’ı dışlayan bir milliyetçilikten de etkili bir biçimde, İslâm’ı reddetmeyen ama parçalara bölen ve ‘Türk-İslâmı’nı diğerlerinin önüne geçiren bir milliyetçilik kök salmış durumdaydı. En iyi mücahid, en iyi hâfız, en iyi cami, en iyi ilahi, en iyi İslâm âlimi, en iyi sufi, en iyi hacı, en iyi Müslüman.. herşeyin en iyisi Türkler arasındaydı.


HEPİNİZDEN ÖZÜR DİLİYORUM. Söz vermiştim, yapamadım. İçimdeki yangını durduramadım.

Karar vermiştim; artık böylesi yazılar yazmayacaktım. İç dünyamı olanca yangını ve olanca yalınlığı içinde dışa vurduğum bu yazıların bir dizi olumsuzluğu da barındırdığını anlamıştım. Bir kere, bu dile öylesine aşina olmuştum ki, dünyama gelen her konu kolayca bu kalıba giriyordu. Açıkçası, bu üsluba ziyadesiyle aşina olmam, başkaca üsluplarda gerileme sonucuna yol açabilirdi. Üstelik, kimi zaman kabr–i kalbden hakikatler çıplak çıkıyor, bu yüzden ona buna sataşıyor gibi gözüktüğüm zamanlar oluyordu. Hem, yüreğimin yangınıyla yazdığım için, kimileri fazla kötümser, fazla sert ve acımasız buluyordu beni.

Bütün bunlar, artık son demek için yetip de artmaz mıydı?

Dahası, ciddi bir ‘iş kazası’na uğramıştım. Şefkat hissimin ziyade galeyanıyla doğan böylesi bir dizi yazıyı Camide Dans Var vâveylasıyla kitaplaştırdığımda, beni yanlış anlayanlar, ‘şefkatsiz’ ilan edenler, hatta okumadan bu kitabımdan dolayı ‘inanmış şeytan’ olduğuma hükmedenler vardı. Şefkatsiz olsam bu yazıları yazmaz; herkese mavi boncuk dağıtıp gönüllerinin istediği türden sözlerle ‘rating’ edinmek varken netameli konulara asla girmezdim gerçi. Ama bunu böyle bilmeyip beni ‘şefkatsiz’ ilan edenler gerçekten vardı. Bunca gönül yorgunluğu arasında, bir de böylesi ‘iş kazaları’yla uğraşmaya hevesim yoktu.

Ama yapamadım. İçimdeki yangını durduramadım. Bu üsluba perhizli olup başkaca üsluplarla yazılmış başkaca yazılarla geçen zaman içinde, derdimi olanca netliğiyle ortaya dökebildiğim, duygularımı ve düşüncelerimi beraberce sunabildiğim bu hasbi yazıları özledim durdum.

Tam da bu üslubun konusu dediğim bir dizi konu çoktandır not defterimde, kalbimde ve aklımda bekliyordu. Dert çok, lâkin derdi bilen her insanın elinde kalem yoktu. Her konu, belki uzun uzadıya çalışmayı gerektiriyor; ama ‘teşrik-i mesai’ denilen, ‘iştirak-i âmâl-i uhrevî’ denilen, ‘mesailerin tanzimi ve teavün düsturunun teshili’ denilen ölçülerin hakkını bir türlü veremeyişimiz, bizi bundan alıkoyuyordu. Öte yandan, her biri ayrı bir kitaba dönüşmeyi hak eden bu konuları bir kitap hacminde çalışana dek, atı alanlar Üsküdar’ı geçmekle kalmayacak; gözümüz açık, aklımız uyuşuk halde seyrettiğimiz kanallar aracılığıyla tâ iç dünyalarımıza kadar ulaşacaklardı.

Bu duruma seyirci kalamazdım. “Ne haliniz varsa görün!” diyemezdim. “Rahatınıza bakın” da diyemezdim. Kimileri halinden memnun sayılırdı gerçi. “Gerçekten iyi haldeyiz” diye diye neredeyse asırlık bir uykuya dalan gönülleri pışpışlayıp üstümüze bir gaflet yorganı da ben çekemezdim.

Üzgünüm. Yufka yüreğim ona buna ilişmeme elvermediği halde; bu tür yazılarım yüzünden gerçekte hiç de öyle olmadığım halde asabi ve sert bir insan izlenimi bıraktığımı biliyor olduğum halde, başkaca üslupları ihmal etmeden, bu üsluba geri döndüm. Şişeyi taşa çalmıştım bir kere; ‘kötü ve şefkatsiz sert adam’ da deseler, artık farketmezdi. Bana ‘şefkatsiz’ diyecekler diye hastalığı gizlemek tam bir şefkatsizlikti.

* * *

Geri döndüğüm bu üslupla yazılmış yeni satırlar henüz ortada yokken, bizim cephede yeni birşey olmamıştı aslında. Birkaç kere iktidarlar değişti, ama ‘peynir gemisi’nin çalışma tarzı değişmedi. Ne ki, ayak seslerini çok önceden duyuran bir süreç güç kazandı ve milliyetçiliğin yükselişi denilebilecek bir vâkıa yaşandı.

Bu yükseliş, pek şaşırtıcı olmamalıydı esasında. Bu toplumun çoğu ferdi, ‘dünyanın İslâm’a muhtaç’ olup olmadığında kuşkulu da olsa, ‘İslâm âleminin Türkiye’ye muhtaç’ olduğundan sittin senedir emindi. Asla güvenilir olmayan ‘asabiyet-i milliye’ adlı kaynaktan alınan haberlere göre, bütün İslâm âlemi ‘Türkiye’nin lider olmasını bekliyor’du. Bu iş için muhtaç olunan kudret , bileşimi tüm insanların kanlarıyla aynı olan bizim ‘asil kan’da mevcuttu. Her fani gibi, şu ihtiyar dünya da zeval bulacak; ama içindeki bir bölge her nasılsa payidar kalacaktı. Hem, ‘devlet-i ebed-müddet’ adlı bir mirasımız, şanlı bir mazimiz, üç kıtada at koşturmuş ecdadımız vardı.

Bilmem kaç küsur yıldır bunları anlatarak kendimizi coşturarak ‘peynir gemisi’ni yürütürken aslında az gidiyor, uz gidiyor, bir arpa boyu yol gidiyorduk. Ama sorumlusu biz değildik bunun. ‘Dört tarafımız düşmanla sarılmış’tı. Her gün “Bir fâsık size bir haber getirirse, durup araştırın” ilâhî fermanına rağmen saatler boyu ağzı açık okuyup dinlediğimiz fâsık haberleri, etrafımızdaki herkesin, özellikle komşu Müslüman ülkelerin böyle olduğunu söylüyordu. Türk herkese dosttu ama, ‘Türk’ün Türk’ten başka dostu yok’tu. Hatta, Türk’ün bile Türk’e dost olduğunu söylemek zordu. Bir gazetenin manşete düşürdüğü psikolojiye bakılırsa ‘dış düşman ihtiyacı’nı geçersiz kılacak sayıda ‘iç düşman’ımız vardı. Oysa biz, ‘Adriyatik’ten Çin seddine’ dostça uzanmak istiyorduk. Ve, ‘bugün hak ettiğimiz yerde olmasak da,’ hayal dünyamızın biricik kahramanı bizdik. Öyle ki, ‘bizden iyi Müslüman da yok’tu.

Benim bu üslubu terkettiğim dönemde, nice dil bu sözleri terketmemişti. Kendimi bildim bileli duyduğum bu sözlerin ardı arkası kesilmek ne kelime, bu söyleme yeni unsurlar eklenmişti. Önüm arkam, sağım solum bu sözlerle sobelenmişti. Gözümü her açışımda, mülahazat hanemi bu sözler sobeliyordu. Meclis kürsüsünden vaaz kürsüsüne, TV ekranından kahve köşelerine, eş-dost ziyaretlerinden işyeri sohbetlerine.. her yerde yine bu sözler telaffuz olunuyordu.

Oysa, sokaklar, caddeler ve meydanlar böyle söylemiyordu. Sokaklar, caddeler ve meydanlar, tam aksine, bu ülkenin artık bir ‘açıkhava tımarhanesi’ne dönüşme riskiyle yüzyüze olduğunu haber veriyordu. Neredeyse yüz yaşına basmış basmakalıp ve de bayat cevaplar hâlâ tedavüldeydi. Hazır cevaplar çoktu ama, bu hazır cevaplara sorular soran fazlaca yoktu. Ama hazır cevapların peşine düşüp, israfın, dünyevîliğin, açık-saçıklığın İslâm âlemindeki zirvesi olan diyarda garip bir ‘en iyi Müslüman’lık iddiası tutturan milyonlar vardı. “Karşımda müthiş bir yangın var” diyen büyük insan çoktan bu fani dünyaya elveda demiş; lâkin yangın artık göğsümün tam ortasına yerleşmişti. Alevleri nice gönülleri cehennem yolcusu eden bir yangının içinde yaşıyordum. Yetkililer denizden su alan uçakların yangınlar için çözüm olacağını söylüyordu ama, ben için için yanıyordum. Çocuklar, gençler, büyükler, yaşlılar.. hep beraber yanıyorduk. Yeşili karaya, gündüzü geceye döndüren bir sürecin çekim alanı içindeydi herkes.

Durum buyken, iç dünyama kapanamadım. Göz göre göre, ‘üç maymunlar’ı oynayamadım. Koca bir toplumu muhatap alan, ama o toplumun yüzde birinin bile anlaması imkânsız olan, anlaşılmazlık harikası kimi entellektüel analizlerle de avunamadım. “Biota analizlerim gösteriyor ki, balığın mortalite oranı yüzde yüze ulaşmış” gibi lâfları oldum olası sevememiştim zaten. Açık konuşmak en iyisiydi: “Balık ölmüş.”

İşte o yüzden, ‘olgusal gerçeklerin kavramsal analizi’ne girecek değildim. ‘Epistemik bölünmenin arkaplanındaki ontolojik kırılma’larla da işim yoktu. Gereğinde, erbabı için bu da yazılırdı; yüzde bir ancak bu dilden anlıyorsa, yüzde bir için o dil de kullanılırdı. Ama özellikle ve öncelikle, herkesin anladığı dilden konuşmak gerekiyordu. Açık konuşmak gerekiyordu.

Böyle diyerek girecektim konuya. Anlama niyeti varsa, bakkal Hasan amca da anlayacaktı beni. Açık konuşacaktım; yaralı bir yüreğin tüm sızılarını da taşıyarak konuşacaktım. Belki sert, belki ifratkâr, belki densiz ve acımasız denilecekti. Ama, meselâ ‘millî içecek’ olarak ayranların iyice kabardığı bir ortamda halimizi Kur’ân mihengine vurmanın getirdiği hüzün ve teessüf haliyle kıldığım bir yatsı namazında, tam da ‘na’büdü’yü o gün otuz küsuruncu kez okurken dünyama gelen o ifadeyi yalnız kendime saklamaya yeltenmeyecektim. Otuz yıldır çektiğim umumî fotoğrafın adı açık şekilde belirirken, yüreğimi yaralayan bir büyük manzaranın resimaltı belli olmuştu bile:

‘İslâm’a karşı Türk-İslâm.’

* * *

Maalesef, durum buydu.

Vaktiyle ‘Din Yok, Milliyet Var’ diye atılan ok, o haliyle hiçbir imanlı göğsü yarmamış; ama Rabbimin gani gani rahmete eriştirmesini dilediğim Babanzade Ahmed Naim’in seksen küsur yıllık uyarısına rağmen, bizi ‘din namına avlamak için’ kullanılan ‘milliyet oltası’ garip bir sentezle dünyamızda hazin bir tireleme yapmıştı: Türk-İslâm ve elbette Müslüman-Türk. Daha iki gün önce, ciddi bir kaza geçiren, ama burnu dahi kanamayan birinin arabadan “Birşeyim yok” diye çıktığını, ama gece yarısı ‘beyin kanaması’yla ebed yolculuğuna başladığını öğrenmiştim. İç kanamalar belki ‘zevahiri kurtarıyor’du, ama ölümün ta kendisiydi bu. Açtığı yaralar açık seçik ortada olan ‘Din Yok, Milliyet Var’ yaklaşımı belki maddi eziyetler çektirmiş, ama imanlı sinelere pek zarar vermemişti. Oysa nice zamandır ‘Türk-İslâm’ terkibiyle özetlenen iç kanama, manevî ölümler getiriyordu. Niyetleri ifsad, amelleri iptal ediyordu.

Bu duruma seyirci kalamazdım. İç kanamayı göre göre susup, bu manevî ölümlere ortak olamazdım.

* * *

Zaten, yeterince ortak vardı. Neredeyse herkes aynı şeyi söylüyor, aynı şeyi duya duya insan ‘doğru’ şıkkın bu olduğu vehmine düşülüyor; zihinler ve kalbler başka bir şıkka karşı âdeta kilitleniyordu. Tekrar tekrar konuşarak kendimizi şartlandırdığımız bir husus sözkonusuydu.

Meselâ ‘Türkiye’nin İslâm âleminin lideri olduğu’ söyleniyordu. Yalnızca Türklerin değil, bütün Müslümanların öyle söylediği rivayet ediliyordu. Hep aynı şey söylendiği için de, meseleyi tahkik etme lüzumu dahi hissedilmiyordu.

Keza, ‘en iyi Müslümanlığın bizde olduğu’ söyleniyordu. İnsanlar birbirine buna dair kaynaksız rivayetler iletiyor; ve böylece, sanal da olsa, pohpohlanmak, nefse haz veriyordu. Bu rivayetlerin sahiplerine “Mihengin ne, kaynağın kim?” diyen yoktu. ‘Bütün dünyanın bütün Müslümanlarını tahkik ederek mi bu sonuca ulaşıldığı’ asla sorulmuyordu.

Hem, İslâm dünyasının değişik bölümlerinde yaşanan acılar, her keresinde ‘vaktiyle Türklerin kıymetini bilmeyiş’e bağlanıyordu. Ama “Türklerin yaşadığı acılar ve sancılar neyin kıymetini bilemeyişin sonucu?” diye sormak hem akla, hem de nefsin işine gelmiyordu.

Keza, sık sık ‘Türklerin İslâm’a hizmetleri’nden söz ediliyordu. Hep bunlar anlatılıyordu. Ama Arapların, İranlıların, Hintlilerin, Kürtlerin, Malayların, Zencilerin, Kafkas ırklarının, Berberilerin.. İslâm’a hizmeti nedense atlanıyordu.

Ve böyle böyle beslenen bir milliyetçilik duygusuyla, Kelâm-ı Ezelî’nin ‘ancak kardeştirler’ diye ferman buyurduğu inananlar, öz kardeş-üvey kardeş ayrımına konu ediliyordu.

Ve böyle böyle beslenen bir milliyetçilik duygusuyla, Resûl-i Ekrem’in (a.s.m.) “İslâm olma açısından, Habeşli bir köle ile Kureyşli bir efendi arasında fark yoktur” şeklindeki fermanına rağmen, Türkler ile diğer Müslümanlar arasında açık bir ayrıma girişiliyordu.

* * *

Sakız gibi dilimize yapışmış bir ‘millî şuur ve gurur’ lâfı vardı. Bu sözü Alman cumhurbaşkanı bile sorgulayabiliyordu da, biz bu sorgulamanın uzağındaydık. Oysa biz Kur’ân’a Alman cumhurbaşkanından daha yakın değil miydik? Ve bu söz Kur’ân’da tekrar tekrar zemmedilen bir hal değil miydi? Ubudiyetin en küllî, en yüksek, en umumî cilvesi hükmündeki haccı bile kendine âlet edip lekelemesi, bu sözün bu Kur’ânî zemm, itab ve tahkire ne kadar da liyakat kazandığının aşikâr delili değil miydi?

Bir ‘küllî ve azamî ubudiyet’ idi hac. ‘Gaibâne bir ubudiyet’ten ‘hâzırâne bir ubudiyet’e geçişin talimiydi. Her an Rabbimizin huzurunda olduğumuzun idrakiyle yaşamamızı sağlayacak bir dizi menâsiki vardı. Bizi tüm dünyevî libaslardan sıyrılmaya, Hesap Gününün şuuruyla yaşamaya sevketmesi gereken o ibadet, ‘göğsündeki ay-yıldızlı bayrağın gururuyla’ yapılıyordu. Hac hatıraları, çoğu kez, vecd ve tefekkür tablolarıyla süslenmek yerine, milliyetçi analizlerle kirletiliyordu. Orada, ayrı ırk, dil ve renklerin ayıramadığı; aynı ‘iman dili’ni konuşan insanlar olarak kalamıyorduk. Burada bunca zamandır zihnimize zerkedilen ayrımlar, orada daha bir şahlanıyordu: İranlılar huysuz ve riyakâr, Araplar pis ve mağrur, Afrikalılar vahşi, Hintliler uyuşuktu. Ya Türkler? Mükemmel! “En iyi Müslüman biziz.” Daha hacdan döner dönmez gördüğü, Paris’i bile utandıracak sokak manzaralarını hatırlayan birazcık insaflı insanlar bile, en sonunda yine şu cümleyi sarfediyorlardı: “Gene de bizden iyisi yok.”

Elbette, tüm bunlara dair delillerimiz de vardı. “Meselâ, adam gidip musluklardan abdest almıyor. Yanında bir maşraba var. Elini ona daldırıp alıyor abdestini. Halbuki, bir kere el girdikten sonra o su necis olur, onunla abdest alınmaz. Herif, pis suyla abdest aldım sanıyor.”

Oysa, gördüğü kişi, Hanbelî mezhebinin ictihadına göre hareket eden bir mü’mindi belki. Bizim ‘Hanefî’ ilmihalinden başka birşey bilmeyen, onu da yarım-yamalak bilen; ama hacc gibi ağır bir ibadetin zahmetini göze almış mü’minleri tenbellikle suçlamayı çok iyi bilen biri olduğumuzu nereden bilsindi?

Yine, konuşmayı sürdürüyorduk. “Meselâ, adam uyuyor, bayağı horultusu bile geliyor. Sonra kalkıyor, doğru namaza duruyor. Abdest almak filan yok.”

Oysa, gördüğü kişi, Malikî mezhebinin ictihadına göre hareket eden bir mü’mindi belki de. Bu mezhebe göre, sağ yanına uzanıp yine o vaziyette uyanan biri için abdestinin sıhhatine hükmedildiğini bilmediğimizi nereden bilsindi?

Ama ‘millî şuur ve gurur’ sayesinde çok iyi bildiğimiz başka birşey vardı: Bir mü’min için haccı farz kılan şartlardan biri zenginlikti ve işte bu ‘zenginlik’ şartını İmam Malik geniş anlamda yorumluyordu. Henüz nisap miktarı parası olmadığı halde o parayı kazanabilecek bir sıhhat ve âfiyete sahip olan için de haccın efdaliyetine hükmediyordu. O yüzden, niceleri, Afrika çöllerinden kalkıyor; ubudiyet şuuruyla, gereğinde yaya yürümeyi, gereğinde klimalı otellerde değil de sokaklarda uyumayı göze alarak, yollara düşüyordu. Bizim düşünmeye bile cesaret edemediğimiz bu meşakkati göze alanları ne kadar da kolaylıkla ‘tenbellik’ ve ‘gevşeklik’le suçluyorduk!

Üstelik, suçlamayı sürdürüyorduk. “Adamların Kur’ân’a hiç saygısı yok. Kimi ayağını uzatmış, öyle okuyor. Kimi yan yatmış, öyle okuyor.”

O mü’minin kusuru, Kur’ân’a hürmetsizlik değildi. Kur’ân’a olan hürmetini, Türkler gibi, ‘onu hiç yanında taşımama’ suretinde göstermeyişi idi. Kur’ân’a olan hürmetini, Türkler gibi, o Kur’ân’ın “Sizden bir topluluk diğerini ayıplamasın” emrini çiğneyerek göstermeye de kalkışmıyordu. Bilakis, yine Kur’ân’ın “Onlar ayakta, otururken ve yan uzanıyorken Allah’ı anarlar” fermanından hareketle öyle yapıyordu. Ayakta durmak bir yana, oturamayacak kadar yorulmuş olmasını, Kur’ân’dan ayrı kalmanın mazereti kılmıyordu.

Ne ki, ‘içinde Kur’ân olan odada uyuyamayan Osman Gazi’ menkıbeleriyle büyüyen bizler, Kur’ân’ın görülür ve okunur yerde durmadığı, sarıp sarmalanarak ulaşılamayacak kadar yükseklerde saklandığı odalarda rahat ediyorduk. Osman Gazi’nin Kur’ân’sız bir odada nasıl rahat edip uyuduğuna hayret edenimiz yoktu. Ashabın en seçkin yedi kurrasından biri olan Abdullah ibn Mes’ud’un “Kur’ân hep gözünüzün önünde bulunsun ki, büyükler onu okuyup ders alsın, küçükler de öğrensin” öğüdünden de haberimiz yoktu.

“Şecaat arzederken, merd-i Kıptî sirkatin söyler” demişti Ziya Paşa. Hac ziyaretleri ise, ‘dindarlık arzederken merd-i Türk’ün cehaletini söylediği’ böylesi hatıralarla sonlanıyordu. Haccın asıl mânâsı mı? Tavafın insana ne hissettirdiği mi? “Lebbeyk, Allahümme lebbeyk! Lebbeyk, lâ şerike leke lebbeyk!” derken, Rabbine ‘Sen’ diye hitap etmenin, yani gaibâne bir ubudiyetten hazırâne bir ubudiyete geçişin coşkusu ve sevinci mi? Dosdoğru Rabbine yönelip “İşte geldim. Emrindeyim. Senin ortağın yoktur” diyerek, her an O’nun huzurunda olduğumuzu tüm duygularımızla hissetmiş olmanın vecdi mi? Ortada sabit vaziyette duran Kâbe etrafında herkesin her an hareket halinde dönüşüyle, her biri fena ve zevale koşan tüm mahlukatın O’ndan geldiğini, O’nunla kaim olduğunu ve O’na dönücü olduğunu düşünmek mi? Yine o tavaf esnasında, şartlar değişse de, Rabbimizin isimlerinin hep baki kaldığını; her hal ve şartta O’na o güzel isimleriyle dua ve niyaz halinde olma gereğini hatırlamak mı?

Ne yazık ki, hayır. ‘Allahuekber’ler, ‘Lebbeyk’ler ile mücehhez o kudsî ibadet dahi, kimilerince, ‘millî gurur ve şuur’a alet ediliyordu. Tek bir saç telini koparmanın, küçücük bir otun minnacık yaprağını kesip atmanın, ufacık bir karıncayı dahi öldürmenin yasak olduğu o ibadet esnasında, kâinatı küçük-büyük, alt-üst ayrımlarıyla bölüp bazı şeyleri hakir görmeme dersini almamız gerekirdi; ama ne yazık ki alamıyorduk. Herşeyin, kendisi küçük ve önemsiz gözükse bile, Rabbin eseri ve sanatı olma itibarıyla sonsuz derecede büyük ve önemli olduğunu derketmiyorduk. Bir saç telini ve bir karıncayı önemsiz görmeme emrini veren o Rabbin huzurunda, O’na ibadet şuuruyla Kâbe’ye gelmiş milyonları bir çırpıda aşağılıyor, ‘ikinci sınıf Müslüman’ yapıyor, hatta defterden silip atıyorduk.

Tek başına ‘İslâm’la yetinmeyip ‘Türk-İslâm’ kalıbına girmek aklımızı ve kalbimizi böylesine bozuyor, hac gibi azam bir ubudiyeti bile lekeliyordu. ‘Keffâreti’z-zünub’ olarak günahlarımızın affına vesile kılmamız gereken bir ibadet, ‘millî gurur ve şuur’la ‘kessaretü’z-zünub’ oluyor, günahımızı kat kat çoğaltmanın vesilesi kılınıyordu.

Hele bir de, ‘hac ziyareti’ne kadar gelmişken Mekke ve Medine’deki Osmanlı eserlerini ‘ziyaret’ ettiysek, işler iyice karışıyordu: “En güzel eserler de, Osmanlı’nın yaptıkları...”

* * *

Hac gibi küllî bir ibadetin başına bu gelirken, sair şeylerin başına neler neler geliyordu. Meselâ, ibadet için yapılan camiler ‘Türk mimarisinin ihtişamını sergileme’siyle anılıyordu. Oysa, yakınlarda, ünlü bir şairin ünlü bir şiirini değerlendiren bir yazı okumuştum. Şairin Bursa’daki camilere ‘namaz’ ve ‘ibadet’ mânâsından ziyade maddi boyutuyla yaklaşmasında; ‘materyal’i ‘mânâ’nın önüne çıkarmasında ‘gizli bir materyalistik unsur’ buluyordu yazar. Genelde gösterdiğimiz tavır, ne yazık ki aynı ‘materyal’ vurgusunu taşıyordu. Camiler, bütün kâinatın yaratılış sırrını kendinde cem’eden namazın mekânı olmanın ötesinde, Türk mimarisinin büyüklüğü, bilmem hangi Müslüman Türk hükümdarının hatırası, çinisindeki Türk ustalığı, vitraylarındaki renk cümbüşünün Türk inceliğine nasıl da işaret ettiği.. ile anılıyordu çoğu kez. Bu arada, Kur’ânî ölçülere hiç mi hiç uymayan ırkçı bir mantıkla ‘kanı bozuk’ ilan ettiğimiz Ermeniler arasından eski adı Yozef olan Mimar Sinan gibi bir mü’min mimar çıkışı ağırımıza gidiyordu. Ama kolayı vardı: ‘büyük Türk mimarı Mimar Sinan.’

Öte yandan, iman-küfür denklemi içinde yaşayıp, bir ‘millî savaş’a değil, Allah yolunda cihada girişen Celâleddin Harezmşah, Alpaslan, Kılıçaslan gibi nice mücahidler ‘Müslüman Türk hükümdarı’na dönüşmekteydi. İmam Buharî Arapça, Mevlânâ ise Farsça yazmıştı. İkisi de Türk soyundan geliyordu. Mevlânâ, o güzelim mısralarını Farsça gibi bir dilin olağanüstü şiirsel güzelliği içinde terennüm etmişti; Türkçe’ye özel bir düşmanlığı olmadığı gibi, Türkçe olmayan dillere, hele şiiri için en uygun kıvamı taşıyan Farsça’ya dönük bir düşmanlığı da yoktu; dil ırkçısı değildi yani. Öte yandan, İmam Buharî, konusu gereği, zaten Türkçe yazamazdı. Onun da dil ırkçılığı peşinde olmadığı, seçtiği alandan belliydi. Onlar için önemli olan, ‘İslâm’dı. İslâm üzere olmak, eşi benzeri olmayan bir lütuf ve şeref idi onlar için. İlaveye ihtiyaç yoktu. Ama ikisi de artık ya ‘Müslüman Türk’ veya ‘Türk-İslâm’ kalıbı içinde anlatılmaktaydı. Tasavvuf deyince de, bir Ahmed Yesevî’dir tutturmuştuk. Evet, o da bir tasavvuf büyüğüydü. Ama o silsilede, Maruf-u Kerhî’den Cüneyd-i Bağdadî’ye, Bişr-i Hafî’den İbn Arabî’ye, Ebulhasen-i Şâzelî’den Abdülkâdir-i Geylânî’ye.. daha nice nuranî sima sözkonusuydu. Onlar bir yana, Ahmed Yesevî bir yana idi bizim için. Türktü ne de olsa.

Hem, Mâturîdî gibi bir Türk âlim varken, İmam Eş’arî kim oluyordu? Kimilerine göre Farisî, bize göre ise Türk olan Ebu Hanife varken, Kureyş soyundan gelen İmam Şafiî’nin, Ensârın neslinden gelen İmam Malik’in, yine Arap kanı taşıyan İmam Ahmed b. Hanbel’in lâfı mı olurdu? Kimilerinin üşenmeyip yazdıkları kitaplara bakılırsa, varsa yoksa Maturidî-Hanefî çizgisiyle geline ‘Türk Müslümanlığı’ idi; ondan gerisi, boş bir hikâyeden ibaretti!

Bir komutana, bir sufiye, bir âlime İslâm üzere oluşuyla ve İslâm’a olan hizmetiyle değil de ‘Türk’lüğüyle değer biçen bu yaklaşımın ucu, sair mü’minlere “Bakın, bizim soyumuzdan böyleleri çıkmış. O halde önderlik bizim hakkımız” demeye çıkıyordu elbette. Varsın şu an İstanbul, Ankara, İzmir, hele hele Antalya, Bodrum sokakları gayriimanîliğin en fahiş tablolarıyla dolup taşsın, bu fikri ısrarla savunuyorduk.

Şu bahtsız kulaklarım, bir Türk hâfızın ağzından, “Kur’ân okumada bile Türklerden iyisi yok” cümlesini duymuştu. Arapların okuyuşu fazla sertti. Hint-Malay kavimlerin okuyuşu ise biraz peltekti. Ama o her işin en iyisi Türkler tam kıvamında okuyorlardı! Arap hâfızların o kadar rahatça çıkardıkları ‘ayn’ı bizim hâfızlarımız çoğu kez çatlatarak çıkarıyor olsalar da…

Velhasıl, İslâm’ı dışlayan bir milliyetçilikten de etkili bir biçimde, İslâm’ı reddetmeyen ama parçalara bölen ve ‘Türk-İslâmı’nı diğerlerinin önüne geçiren bir milliyetçilik kök salmış durumdaydı. En iyi mücahid, en iyi hâfız, en iyi cami, en iyi ilahi, en iyi İslâm âlimi, en iyi sufi, en iyi hacı, en iyi Müslüman.. herşeyin en iyisi Türkler arasındaydı. Hatta, tevazuda bile bizden iyisinin olmadığı söylenebilirdi!

Bu din-milliyet karışımı milliyetçilik, bir diğer deyimle ‘dinsel milliyetçilik,’ dinî bir kisveye büründüğü için, farkına varılması en zor, ama etki alanı en geniş olan milliyetçilik türüydü. Bir iç kanama hükmündeydi. Görünüşe bakılırsa, sapasağlam sayılırdınız; ama sizi içten yıkıyordu.

Öyle ki, İstanbul’a en uzak şehir sorulduğunda, cevabı ‘Van’ veya ‘Hakkari’yi geçemeyen kısır nazarlarla doluydu ortalık. Sınırların ötesine geçebilenler, bu kez Türkî cumhuriyetler sınırına takılıp kalıyordu. Kur’ân reddedilmiyor; ama bütün inananları kardeş, bütün doğu ve batıyı Allah’ın mülkü ilan eden Kur’ânî çizginin yerini, Turanî özlemler ve Turan haritaları alıyordu. En müttakilerin dükkanında dahi, üstelik ‘bütün âlemlere rahmet olarak gönderilen’ bir Peygamber namına, en fazla, bir Türkî cumhuriyetler haritası asılıyordu.

Sonuçta, uyduruk bir sınırın iki yakasındaki, aynı Allah’a inanıp aynı peygambere uymak isteyen iki mü’min, birbirine karşı elde silah nöbet bekliyordu. Ehl-i din gazetelerinde bile, Allah’ın suyu olan Fırat’tan başka ulus-devletlerin sınırları içinde yaşayan mü’minleri mahrum etmenin haklılığına dair gevezelikler yer alıyordu. Aynı gazetelerin spor sayfalarında ise, Allah’ın ‘İçki içmeyin’ emrini çiğneyen bir bir biracı firmanın reklam unsuru olan takımın Avrupa şampiyonluğu, “İnandık, kazandık” gibi saçmalıklarla alkışlanıyordu.

Ne de olsa, ‘bizden iyi Müslüman yok’tu. Hem, ‘millî gurur ve şuur’ diye birşey vardı.

* * *

Ama yüreğim bunların hiçbirini hazmetmiyordu. İmanım bu anlayışların tümünü reddediyordu.

Çünkü, Kur’ân-ı Hakîm’den ‘ilk milliyetçi’nin adresini ‘İblis’ olarak almış bulunuyordum. Rabbini inkâr etmiyordu İblis. Kendisini yaratanın O olduğunu da reddetmiyordu. Yalnızca, Âdem’e secde etmeyi reddetmişti. Gerekçesi hazırdı: “Beni ateşten, onu topraktan yarattın.” Ve, “benim yaratıldığım ateş, onun yaratıldığı topraktan üstündür.” Kendini yüceltme adına diğer bir mahluku hakir gören bir ‘ateş milliyetçiliği’ ile sapmıştı İblis. Üstünlük vehmi kibire, kibir isyana, isyan küfre önsöz olmuştu.

Bunu bile bile, bir ‘genetik’ üstünlük iddiasına taraftar olamazdım. Mutluluğun sırrını, Türk olmakta bulamazdım. Her yaratışında hayır ve güzellik olan bir Hakîm-i Zülcelâl’in kulu olmam, yeterli bir mutluluk sebebiydi benim için. Hangi ırktan olursa olsun, her insan için, tarifsiz bir mutluluk sebebiydi.

Yüreğim, tüm milliyetçi böbürlenmeleri, Resûl-i Ekrem’e (a.s.m.) dair birçok hatıradan dolayı da kaldırmıyordu.

Meselâ, henüz tebliğinin ilk yıllarında, Muhammed-i Arabî (a.s.m.) manidar bir olaya şahit ve müdahil olmuştu. O Kâbe’de namaz kılarken, Ebu Cehil ile bir başka müşrik, Utbe b. Rebia, kendisi hakkında tartışıyorlardı. Utbe b. Rebia, Muhammed kendi sülâlesinden olduğu için, Ebu Cehil’e karşı böbürlenmekteydi. Namazdan sonra yanlarına gidip, “Ey Utbe” demişti Resûl-i Ekrem. “Sen ne Allah, ne de O’nun resûlü için tartışıyorsun.”

Zira, Peygamber’e imanın tarifi, Muhammed-i Arabî’ye kan veya ırk bağıyla yakınlık duymak değildi. Peygamber’e iman etmek, onu gökleri ve yeri yaratan, herşeyi var eden, ve kullarını soyuna göre değil, takvasına göre rızasına mazhar kılan Âdil ve Hakîm bir Rabbin elçisi olarak tanımaktı.

Nitekim, o Resûlün elçisi olduğu vahiy, bu konuda müminleri defalarca uyarmaktaydı. ‘Seçilmiş’ Yahudilerin, ‘seçkinci’ Nuh kavminin başına gelenler; ‘Allah’ın dini’ oluşu değil, ‘babalarının dini’ oluşu birşeye inanmanın ölçüsü kılanlar; soy-sopla övünenler.. tüm bunlar açık uyarıların konusuydu. Kur’ân âyetleri, ırkını ve kavmini öne çıkarma tavrına karşı çok açık uyarılar taşıyordu.

Hele Hucurat sûresi, nefsin asla kılıf uyduramayacağı mesajlar yüklüydü:

‘Mü’minler, ancak kardeştirler.”

“Ey iman edenler! Hiçbir kavim, başka bir kavmi küçük görmesin. Belki onlar, kendilerinden daha hayırlıdırlar.”

“Ey iman edenler! ... Birbirinizin gıybetini yapmayın. İğrendiğiniz halde, biriniz kardeşinin etini yemek ister mi?”

“Ey insanlar! Biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Sizi şubelere ve kabilelere ayırdık ki, tanışasınız. Ve Allah katında en iyiniz, en takvalı olanınızdır. Şüphesiz Allah [sizi] çok iyi bilen ve [sizden] haberdar olandır.”

Bütün bunları gördükten sonra, Türklüğü bir ayrım sebebi ve kendim için büyüklenme, başkaları için ise aşağılama vesilesi kılmaya kalbim nasıl elverirdi? Böyle yapanları nasıl mazur görebilirdim?

* * *

İşin bir başka yönü daha vardı. Kur’ân’ın ‘millet’ten kasdıyla, bizim ‘millet’ten kasdımız aynı değildi. ‘Millet,’ Kur’ân’da, iman edenler topluluğunu ifade ediyordu. Defalarca ‘millete İbrahime hanîfâ’ diyordu Kur’ân. Hanîf olan, fıtratını doğru çizgide kullanıp Rabbini tanıyan herkes—hangi ırk veya milliyetten olursa olsun—‘millet-i İbrahim’e dahil oluyordu. Ama, içteki putları kıran İbrahim’in put yapıcı babası Azer asla o milletten değildi. Çok değil yüz sene öncesine kadar, ‘millet’ten anlaşılan buydu—inananlar bir ‘millet’ti. ‘Türk milleti’ gibi ırkı esas alan terimler, bid’at yüklü bir türediydi.

İbrahim, tevhid dinine tâbi olan tüm insanların dahil olduğu bir ‘millet’in atasıydı. Ama, her keresinde bu ‘iman’ bağını ‘ırk’ bağına çevirmeye girişen cahilî anlayışlar çıkmış; gerek bunu yapanlar, gerek yapanlara kapılanlar, gelen nebîler eliyle uyarılmıştı. İbrahim’in ve İsmail’in torunu olan Muhammed-i Arabî’nin uyarılarından biri de buydu: ‘el-İslâmiyyetu cebbetil asabiyyetil cahiliyye’ demişti kudsî nebî. “İslâmiyet, cahiliye asabiyetini kesip atar.” Devamı vardı: “İslâm açısından, Habeşli bir köle ile Kureyşli bir efendi arasında fark yoktur.” Dahası da vardı: Habeşli mü’min köle Bilâl, Kureyşli müşrik efendisi Velid’den sonsuz derece üstündü. Biri bütün kâinatın Sahibinin kulu; diğeri ise, kendi nefsinin kulu idi. Biri hakkı teslim ediyor; öbürü ise Allah’ın yarattığını ırk, soy ve renk ayrımına tutmayıp eşit sayan, üstünlüğü soya değil takvaya bağlayan, herşeyi en güzel surette yaratan bir Rabbin yarattıklarının bir kısmını şeytanî üstünlük komplekslerinin eşliğinde hakir görmeyi yasaklayan bir dini kabullenemiyordu.

Durum buyken, İslâm’ın kesip attığı cahilî asabiyetlere yapışamazdım. Habeşli Bilal, İranlı Selman, Yemenli Ebu Hureyre, Kureyşli Ali, Yahudi Abdullah b. Selâm, Anadolulu Suheyb beraberce, hiçbir üstünlük iddiasına düşmeksizin bir ‘millet-i İbrahim’ tablosu sergilerken, Türk-İslâm gibi ayrımlara saplanamazdım.

Varsın, birileri daha seksen yıl önce icad edilmiş ‘Müslüman Türk’ veya ‘Türk-İslâm’ gibi tarifleri benimsesindi. Varsın, kimileri ‘Anadolu Müslümanlığı’ gibi fitne kokan nevzuhur tarifler icad etsindi. Varsın, birileri saf olanı bulandırıp katıksız olanı karıştırsındı.

Türkiye buradaysa, Kur’ân her yerdeydi. Bu asırda birileri böyle söylüyorsa, Kelâm-ı Ezelî her zaman aksini söylüyordu. Kur’ân’dan ve Asr-ı Saadetten aldığım dersi hiçe sayıp, ‘Müslüman Türk’ veya ‘Türk-İslâm’ gibi tabirlerin gölgesine sığınamazdım.

O Kur’ân ki, örnek olarak ‘usvetun hasenetun’ dediği, ‘en güzel örnek’ diye nitelediği Resul-i Ekrem’i gösteriyordu. O resul ki, “Örnek olarak ben yeterli değil miyim?” diye uyarmıştı bir keresinde. O örneğin verdiği ders ortadaydı. İslâm nuranî, ebedî ve kopmaz bir iman bağı sunuyordu. Bu kudsî bağın, yanına kan, ırk ve milliyet bağı eklenmesine ihtiyacı yoktu. Eklemek, iman bağını yeterli görmeme anlamına geliyordu. İman bağı yeterliydi de; bizde o bağın yeterince inkişaf etmediğini gösteriyordu.

O yüzden, ‘İslâm’ın yanına eklenen tüm ırk ilaveleri, iman bağına karşı ya bir yetersiz görme, ya bir eksik görme tavrının; ve de imanî bir zaafın habercisiydi.

Göz göre göre, o yolun yolcusu olamazdım. O yolda yürüyüp nice zehri şerbet diye sunanlara seyirci de kalamazdım. O meşhur ‘eliyle, diliyle, kalbiyle’ nebevî üçlüsü vardı. Elim kalem tutuyorken, imanî ölçülere sığmayan bu hale karşı, ‘eliyle düzeltme’ görevini bir yana atamazdım.

* * *

Aslında, İslâm’ın ilk asrında, bugünkü hali ele veren, tutulacak yolu da ayan-beyan gösteren bir örnek yaşanmıştı. Resul-i Ekrem’in, vefatından otuz yıl sonra geleceğini haber verdiği ‘ısırıcı saltanat’ı başlatan Emevîlerin iki önemli tavrı vardı: hilâfet yerine saltanatı ikame, ve cahiliye asabiyetini yeniden diriltme. Onlar, İslâmlar içinde Arapları, Araplar içinde ise Emevîleri üstün görüyorlardı. Araplar efendi, diğer mü’minler ‘mevâlî’ idi onlara göre. Mevâlî, yani azad edilmiş köle! İslâm devletini Arap milliyeti üzerine dayandırma gibi bir siyasetleri vardı. O yüzden, iman ve din bağını milliyet bağından geri bırakmaktaydılar. Bu tavırlarıyla, ‘köle’ gibi gördükleri sair mü’minleri rencide ediyorlardı. Öte yandan, unsuriyet ve milliyet esasları adaleti ve hakkı takip etmediği, adalet üzere gitmediği, unsuriyetperver bir hakim milletdaşını tercih ederek adaleti terkettiği için, zulme giriyorlardı. “Rabıta-i diniye yerine rabıta-i milliye ikame edilmez; edilse, adalet edilmez, hakkaniyet gider”di.

İşte Hz. Hasan ve Hüseyin, onların her iki tavrına karşı nebevî çizginin bayraktarı olmuşlardı. Hz. Hasan’ın şehadetinde, hususan ‘hilâfet-saltanat’ ikilemi rol oynamıştı. Hz. Hüseyin ise, hususan Emevîlerin ‘Arap-İslâm’ diye tarif edebileceğimiz tavrına karşı, nebevî çizginin bayraktarı olmuştu—bedeli kan ve ölüm olan bir bayraktarlık. Hz. Hüseyin, Emevîlerin Arapları öne çıkaran İslâm anlayışına karşı ‘rabıta-yı diniye’yi esas tutarak mücahede etmiş; ağabeyi gibi, o da en sonunda şehadet şerbetini içmişti. İslâm ümmetine Kerbelâ acısını hâlâ yaşatan; bu arada koskoca ümmeti ondört asırdır iki büyük gruba ayıran temel hususlardan biri, işte buydu: Emevîlerin İslâmlar içinde bir ırka üstünlük izafe etmeleri.

Bu feci olaylar, bir bakıma, Resul-i Ekrem’in Hz. Ali’ye iki-uçlu kılıcı Zülfikâr’ı ve de kızı Fâtıma’yı verişindeki bir sırrı da açığa çıkarıyordu. Fâtıma’nın iki oğluydu Hasan ile Hüseyin. Hz. Hasan, Emevîlerin hilâfete karşı saltanatı, adalete karşı siyaseti tercih edişiyle mücahede etmişti. Hz. Hüseyin ise, yine Emevîlerin dine karşı milliyeti esas tutarak; Müslümanlar arasında bir kavmi öne çıkarışı ile. Zülfikâr’ın iki ucunun, o iki Peygamber torununu temsil ettiği söylenebilirdi. İkisi de, bugüne dek ehl-i din arasındaki yozlaşmaların iki temel unsuruna karşı iki imanî tavrın mümessiliydiler. Adaletten udûl eden, devlet adına kişilerin hakkını çiğneyen, maddî saltanatı iman hakikatlerinin neşrine tercih eden bir eğilime karşı Hasan; bütün mü’minleri kardeş bilen sahih bir anlayışı lekeleyen milliyetçi ayrımlara karşı Hüseyin.

İki peygamber torunundan her iki dersi alamayan, Zülfikâr’dan mahrum kalırdı. Ve, uğrunda Hüseyin’in canını verdiği, İslâm’la yetinmeyip kendi ırkını üstün görme tutkusundan ayrılmayan, bir bakıma, elini Hüseyin’in kanına bulaştırmış olurdu. Hüseyin’in uğruna can verdiği bir mücahedede onun tam karşısında yer alıp, sonra da ona ağıt yakmanın ise anlaşılır tarafı yoktu.

Bir kez daha belirtelim: O, ve onun gibi nice sahabi, ‘Din yok, milliyet var’ diyen dinsiz milliyetperestlere karşı mücahede etmediler. Karşılarında, “İslâm da ne oluyor? Araplık gurur ve şuuru bize yeter” diyen de yoktu. Onlar, “Din var, ama o dine mensup olanlar içinde biz daha üstünüz” diyenlere karşı mücahede etti.

O yüzden, kendimizi dinsiz kafatasçılardan ayırıp paçayı kurtardığımızı sanmayalım. Milliyetçiliği ırkçılıktan ayırarak kendimizi temize çıkarmayalım. İstediğimiz kadar dinden söz edelim; ‘Müslüman Türk’ü diğer mü’minlerden üstün görüyor, ‘Anadolu Müslümanlığı’ gibi coğrafya mahkumu anlayışlara prim veriyor, sadece ‘İslam’la yetinmeyip ‘Türk-İslâm’ ayrımına gidiyorsak, gidişat iyi bir sona ulaşmıyor.

* * *

Ulaşmadığını da bilfiil görüyoruz aslında. ‘Müslüman Türk’ övünmesi, ‘Türk-İslâm’ böbürlenmesi ile yatıp kalktığımız şu topraklarda sergilenen, özendiğimiz Avrupa’yı bile utandıracak tablolar, yolun sonunun nereye gittiğini aslında çok iyi bildiriyor. Bedeninin açık kısmı giyinik kısmından kat kat fazla âşuftelerden geçilmeyen ‘çok satan’ gazeteler, şu diyarda başkaları tarafından değil, ‘en iyi Müslüman olan’ Türkler tarafından alınıp bakılıyor. Para ve sermaye piyasasını kontrol edip, sanayi ve yatırımda da belirleyici rol oynayan faiz yuvası bankalar, ‘en iyi Müslüman olan’ Türkler tarafından besleniyor. Sunucuları her yıl biraz daha açılan, esprileri her geçen gün biraz daha uçkur çevresinde odaklaşan TV kanalları Marslılar tarafından değil, ‘en iyi Müslüman olan’ Türkler tarafından izleniyor. “Yiyin, için, israf etmeyin” emrine karşı fiilî bir isyan hükmündeki onbinlerce fuzuli mamul, ‘en iyi Müslüman olan’ Türkler tarafından tüketiliyor.

Öte yandan, ‘dindar’ yayın organlarının önemli kısmı, bu gidişe dikkat çekmek yerine, ‘müşteri’ çekmeyi tercih ediyor. ‘En iyi Müslüman olan’ şu toplumun yaşadığı çelişkiden hareketle ‘Türk-İslâm’ milliyetçiliğini sorgulama yerine, ‘Türkiyeli olma’ bilinciyle biracı takımlara alkış tutulması cihetine gidiliyor. Dünya listesine giren faizci Türk bankalarına, Allah’ın emrini çiğnediği için esef edilmiyor; ‘Türk bankası’ olarak tebrikler ediliyor.

İş bununla da bitmiyor. Vaktiyle fıkha ilişkin hassasiyetiyle tanınan kimi ‘Türk-İslâm’cı zümrelerin akıbeti ‘Eurobank’ı alıp faizcilik yapmaya varıp dayanıyor. ‘Yabancı’ isim bizi rahatsız ediyor da; Allah’ın açık emrini çiğneme anlamına gelen faiz, pek rahatsız etmiyor. ‘Yurtbank’ kelimesi herşeyi hallediyor!

* * *

Bir yanda bunlar olurken, öte yanda, nice zamandır, ‘Türk geleneği’ adına ‘Peygamber sünneti’ çiğneniyor. Rabbimiz “Allah’ı seviyorsanız, habibine ittiba ediniz” ferman ediyor oysa. Habibine uymayı Allah’ı sevmenin; dolayısıyla, Habibine uymamayı da Allah’ı sevmemenin işareti olarak gösteriyor. Bu açık uyarıya rağmen, zorlandığımız yerde sünnet-i seniyyeyi kolayca harcıyoruz; ama Türk geleneğini asla. Meselâ evlilikler, bir peygamber sünneti olan ‘velime’siz de olabiliyor; ama bir gelenek olarak çeyizsiz ve gelinliksiz asla! Gelin veya damat adayının milliyeti, çoğu kez, dindarlığın önünde geliyor. Bir sünnet-i seniyye karşısında “Bu devirde öyle yapmak zor” mazeretine sığınanlar, yine bu devirde hiçbir nebevî asla dayanmayan, üstelik milyarlık bir masrafın kapısı olan ‘Türk usulü düğün’de nedense zorlanmıyor.

Ve bu hengâmda, bunca gazete, bunca kanal, haberinden magazinine, açık-saçıklığından şüphe tohumları ekişine.. uzanan birçok koldan imana o kadar hücum ederken susuyor; birer ilâhî emanet olan bedenlerin, kalblerin, akılların ve topyekün hayatların adım adım cehenneme yürüyüşünü yalnızca seyrediyoruz. Yüreğimizde, hakikatı yeterince yaşayıp yeterince anlatmış olmama acısı deprenmiyor. Ama, başka bir milliyetçiliğin girdabına saplanmış birilerinin yaptığı bir hareket karşısında anında ayağa kalkıyoruz. Bayrağın indirilişi karşısında ayaklanıyor; ama öte yandan, uslu uslu “Zalim kader/ Yine ördün ağlarını” şarkısı dinliyoruz. Böylesi ‘Türk popu’ örneklerinin zihinlere küfrî bir anlayışı zerkettiğini farketmiyoruz bile.

* * *

İşte böyle bir hengâmda, o dokunulmaz ‘vatan’ kelimesinin, dinin ölçülerinin ifadesi olan fıkıhtaki anlamı ile bizim kafamızdaki anlamı arasındaki farkı ihsas etmek bile cesaret istiyor. ‘Türkî’ tanım, ‘İslâmî’ tanımı ezip geçiyor. İlk Türkçe hutbe Mustafa Kemal’in kaleminden çıkmış olarak henüz 4 Şubat 1932’de okunduğu halde, bugün hutbenin aslının Arapça oluşunu en dindar ‘Müslüman Türk’ dahi kabullenemiyor.

Bizatihî ‘Müslüman Türk’ lâfı dahi, yalnızca doksan yaşında olduğu halde, birileri onu ezelden gelip ebede gidiyormuşçasına savunuyor.

Oysa, Babanzâde merhum, daha 1914’te ne de güzel söylemişti. İslâm’da dâvâ-yı kavmiyyet’’i yazmış; “‘Türk ve müslüman’ yahut ‘müslüman Türk’ tabirleri gibi başkalık manasını vehmettiren çirkin atıflardan sarfınazar etmek”ten söz etmişti. “Ey Türkçü-İslâmcı kardeşler! İşte görüyorsunuz ki, ne kadar iyiniyetle çalışsanız, Allah tarafından yasaklanmış yollardan maksada ulaşmak mümkün değildir. Bütün iyiniyetleriniz korktuğunuz ters neticelerin vücut bulmasına mani olamaz... İstirham ederim, halkı çifte mefkure sahibi yapmayınız. Siz yine İslâm gayesinden şaşmayınız. İslâm gayesi Türklüğü kurtarır. Türklük gayesi ise İslâm dairesini hiçbir zaman kuşatamaz. Çifte gaye ile de hiçbir iş görülemez.”

Böyle diyordu Ahmed Naim. Çok açık konuşuyordu: “Allah rızası için, Türklerin yüzünü Kâbe’den Turan’a çevirmekten vazgeçiniz. Her iki tarafa bakmayı kimseye tavsiye etmeyiniz. Zira yönler bir diğerine zıttır. Aynı anda her ikisi birden görülemez. Türkler ya Kâbe’ye dönüp Turan’ı arkada bırakacaklar, ya Turan’a bakıp Kâbe’yi unutacaklar.

Onun bir sözü daha vardı ki, sanki seksen yıllık serencâmın özetiydi:

“Dinsiz olan gençliği imana getirmek, onları din namına avlamak için milliyet oltasını kullanmaya hacet yok. Hatta bu hareket zarar bile verir. Zira milliyet zokası zehirlidir. Onu yutanlar, zaten dinsizlikle mâlul hastalar ise, bu zehir ile şifa bulamazlar. Eğer dindar iseler, o zehri yuttuktan sonra, felah bulamazlar...”

O yüzden, ‘iki zıddı birleştirmek ham hayalinden vazgeçip, şu çifte mefkureyi atmak’ gerekiyordu. “Zira bir anda hem İslâm’ın livau’l-hamdi, hem de liva–yı cahiliyet altında bulunmak muhaldir.”

* * *

Ama olanlar oldu. Zehirli milliyet zokası, kolaylıkla yutuldu.

Bugün, bu hale karşılık, Rabbimiz bizi sert bir tokatla nice zamandır uyarıyor. Gelin görün ki, bu tokattan ders alınacak yerde, ‘Anadolu Müslümanlığı’ gibi yeni fitneler icad ediliyor.

Uyanmayacak mıyız hâlâ?

Bizi bu gafletli uykudan İsrafil’in sûrunun mu uyarması gerekiyor yoksa?

  28.12.2003

© 2021 karakalem.net, Metin Karabaşoğlu



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut