HER TÜRLÜ kusur ve noksandan azâdelik, yani kemal ve kudsiyet ancak Zât-ı Zülcelâl’e has bir keyfiyettir. Kul olmak, kusura açık olmak demektir. Nitekim, en küçük zerreden en büyük galaksiye, yaratılmış herşey bir tarafta Cenab-ı Hakkın cemal ve kemal sıfatlarının tecellisini üzerinde gösterirken, öte tarafta varlığını kendi başına devam ettirememesi, yani fena ve zevale maruz oluşu ile kendi acz ve kusurunu ilan eder. Kendisine irade verilmeyen mahlukatta kusur ve noksan fenaya, zevale, dağılıp bozulmaya maruz oluş suretinde kendini gösterirken; insan gibi kendisine irade verilmiş mahluklarda bu kusur ve noksan daha yoğun bir şekilde belli eder kendisini.
Hutbe-i Şâmiye’de verilen bir misali kullanırsak, irade ve ruhtan mahrum nar ağacının her bir meyvesindeki intizam ve ittikan ile zîruh olan ve bir derece irade verilmiş bulunan arının bal peteği arasındaki intizam ve ittikan farkı; keza, arının inşa ettiği petek ile insanın yaptığı binalar arasındaki intizam ve ittikan farkı, irade devreye girdikçe hata payının, kusur ve noksanın ne derece yükseldiğinin nişanesidir.
Velhasıl, kendisine irade verilmiş bir mahluk olarak, beşer şaşar. Mu’tezile’nin insana verilmiş iradeyi ve bu arada aklı yüceltme çabasına mukabil, Ehl-i Sünnet’in, hususan Eş’ariyye’nin cüz’î irade ve aklın vahiy olmadan tek başına hakikatı bulamayacağı konusundaki ısrarı bundandır. Beşere düşen, ‘şaşmazlık’ iddiasını bürünmek değil, şaşabildiği noktada bundan rücu edebilmektir. Kur’ân’da o kadar çok âyetin gösterdiği üzere, Rabb-ı Rahîm’in insandan istediği ‘hatasızlık’ değil, hata yaptığında bunu itiraf edebilme ve hatasından geri dönebilme mertliğidir. "Allah tevbe edenleri sever," buyurur Kur’ân-ı Hakîm; ‘evb’ kökünden türetilen ‘tevbe’ ise, ‘geri dönme’ anlamına gelmektedir. Demek ki, Rabb-ı Rahîm, kusur ve noksana her zaman açık kullarından hatasızlık ve kusursuzluk istiyor değildir; "Ben kusursuzları severim" mealinde bir âyet de zaten yoktur. Lâkin, kusur işlese dahi, kusurundan dönen kul, Allah katında sevilmektedir. Aynen, Rabb-ı Rahîm’in ‘mütetahhirîn’i, yani ‘temizlenenler’i de seviyor olması gibi. ‘Temizlenenler’den olmak ise, öncelikle, üzerimizdeki kirin varlığını kabul etmeyi gerektirir; kirsizliği değil.
Ki, çok âyetlerde bildirildiği üzere, istiğfar ile hatayı itirafı, tevbe ile asla rücûyu başardığımızda, Kadîr-i Zülcelâl bize ‘seyyieyi haseneye çevirme,’ ‘geceyi gündüze kalbetme,’ ‘ölüden diriyi çıkarma’ gibi muazzam bir nimeti bahşetmektedir.
Her bir karesi ile Rabbimizin bize çok dersler verdiği Asr-ı Saadette, bu mânânın tasdikçisi hükmünde çok hadise vardır. Bunlar arasında, en ziyade çarpıcı olanlarından biri ise, İfk günleri esnasında yaşanandır.
Mâlûm, Müreysi’ veya Benî Mustalik gazvesi dönüşünde Hz. Âişe’nin kaybolan kolyesini ararken uyuyakalması ve böylece kervandan geri kalması ile başlayan bir olaylar zinciri dahilinde ehl-i nifak mü’minler arasında bir nifak kazanı kaynatır ve Hz. Âişe’ye atılan çirkin bir iftira ile, sözkonusu hadise Resûl-i Ekrem’i müthiş derecede üzen bir keyfiyet kazanır. Öyle ki, bu hadise, İfk hadisesi olarak bütün siyer kitaplarında etraflıca anlatılır
Hadise öyle bir noktadadır ki, edilen çirkin iftiranın isbatını yapabilecek durumda olan hiç kimse yoktur; fakat ehl-i nifak müthiş bir tezgâh kurarak, kendileri attıkları iftiranın keyfini çıkarırken, Resûl-i Ekrem (a.s.m.) ve mü’minler atılan iftiranın asılsızlığını isbat durumunda bırakır. Resûl-i Ekrem’in (a.s.m.) bu hengâmda yürüttüğü tahkikat dolayısıyla konuştuğu kimselerden biri de Hz. Ali’dir. Ve Hz. Ali, Resûl-i Ekrem’e (a.s.m.) ve İslâm’a zarar veriyor olduğu apaçık ortada olan bu iftirayı kesinlikle onaylamamakla birlikte Hz. Peygamber’e üçüncü bir yol önerecektir: Âişe’yi boşa, kurtul! Tekrar edersek, Hz. Ali bunu Âişe validemize hiçbir kötü isnad ve iftirada bulunmadan önermektedir. Muhtemelen, hadiseye, Allah Resûlü’nün bu hadise ile ziyade meşgul ve tâciz edilmesi cihetinden bakmakta; bunun getirdiği umumî zararı hesaba katmakta; sonuç itibarıyla, ‘umumun selameti’ için Âişe adlı bir kulun ‘cüz’î hukuku’nun feda edilmesini önermektedir.
Resûl-i Ekrem’in ve mü’minlerin hadisenin asılsızlığını isbat etmelerinin zaman ve zemin itibarıyla imkânsız olduğu, lâkin bunu isbat gibi bir manevî yükün de feci bir nifakla üzerlerine yüklendiği bu müthiş şeytan düğümü, tabir yerindeyse, Kadîr-i Zülcelâl’in hadiseye el koymasıyla çözülür. Özelde Hz. Âişe, ailesi ve Resûl-i Ekrem açısından, genelde bütün mü’minler açısından son derece zor ve ağır imtihan günlerinden sonra gelen vahiy, öncelikle, "Bunu bir şer olarak saymayın; bilakis, o sizin için bir hayırdır" müjdesini verir. Nitekim, bu vesile ile, iffetli bir insana zina gibi ağır bir ithamda bulunan kişi ‘çamur at, izi kalsın’ keyfîliğinden ilelebed mahrum bırakılır. Zira, böyle bir durumda, isbat yükümlülüğü iftirayı atana aittir. Bu iftirayı isbat için de, dört âdil şahit getirme durumundadır. Getiremiyorlar ise--ki, getirememişler, sadece zann üzerinden bu fitneyi üretmişlerdir--Kadîr-i Zülcelâl onları ‘yalancıların ta kendisi’ ilan etmektedir. Kendileri için Allahu Teâlâ tarafından ‘yalancının ta kendisi’ ilan edilme gibi manevî bir cezanın ötesinde, bir de seksen kırbaç gibi maddî bir ceza da konulmuştur
İftiranın müsebbiblerine yönelik bu maddî-manevî ikab-ı ilâhî’nin yanısıra, Cenab-ı Hak, bu hadise mucibince bütün mü’minlere de bir uyarıda bulunur. İffetli bir şekilde yaşayageldiğine şahit olduğumuz biri hakkında bir iftira sözkonusu olursa, mü’mine düşen, Nur sûresinin ilgili âyetlerinden anladığımız üzere, ne ‘hakkında hiçbir bilgisi olmayan şeyi ağzında söyleyip durmak’tır, ne de bigane kalmak. Biraz daha açarsak: iftirayı "Duydun mu, filancanın şöyle yaptığını söylüyorlar" gibi sözlerle belki tasdik etmeyen, ama açıkça red de etmeyen bir tavır da yasaklanmaktadır; "Bana ne canım, üzerine atılan çamuru kendi temizlesin" diye düşünmek de. Ortada, zahiren, tek bir kulun cüz’î bir hukuku mevcut gibi görünmektedir; ama, Âdil-i Rahîm, tek bir kulunun cüz’î bir hukukunu dahi zayi etmemekte, o hukukun ziya’ına müsaade de etmemektedir. Böylesi bir iftira halinde, kullarından, "Bunu dilimize dolamak bize yakışmaz. Bu korkunç bir iftiradır" diye açık ve kesin bir tavır istemektedir
İşte, Hz. Ali’nin sözkonusu hadisede, Hz. Âişe’ye yapılan iftiraya hiç mi hiç katılmadığı, bu iftirayı ağzına da almadığı halde sürçtüğü nokta buradadır. O, hadiseye Âişe’nin cüz’î hukuku nazarıyla değil, Fahr-ı Kâinat (a.s.m.) namına ve ümmetin selameti hesabına bakmış; böyle bir muhasebe yüzünden Âişe’nin cüz’î hukuku ihmale uğradığı için de, "Bu, korkunç bir iftiradır" diye apaçık bir tavır da koymamıştır
Lâkin, Cenab-ı Hakkın gelen vahiy ile hadise dolayısıyla mü’minlere verdiği ders-i hakikat Hz. Ali’nin dünyasını öyle doldurmuş olmalı ki, onun sonraki tüm hayatına rengini veren en birinci husus ‘adalet-i mahzâ’dır. Bir kez ‘umumun selameti’ için ‘cüz’î hukuku nazara almama’ sürçmesi yaşayan Ali radıyallahu anh, gelen vahiy üzerine öyle kesin ve samimi bir yöneliş yaşayacaktır ki, bu bir derece ölü halden bindört yüz yıldır Hz. Ali birlikte anılan hayattar bir hakikat (adalet-i mahzâ) çıkacak; Hz. Ali, bu hakikat uğruna yaşayacak ve yine bu hakikat uğruna şehit olacaktır
O büyük sahabinin cüz’î bir sürçmeyi kendisi için küllî bir terakki vesilesi kılan bu hatırasından bize düşen birçok hisse vardır. İşte bunlardan biri, hata yaptığı halde ‘hatasızlık’ ve ‘kusursuzluk’ iddiası taşımak gibi müthiş bir hatada mukim olmak değil; bilakis, hatalardan hayır, seyyielerden hasene, geceden gündüz, ölüden diri çıkmasına vesile olacak bir ruh halini kuşanmaktır.