TANIMLAMALAR ÜZERE anlamak zor hüznü. Mesela, Kindî gibi ‘istenen bir şeyin elde edilememesinden duyulan nefsanî elemdir’ desek garanti etmiş olur muyuz başarı halindeki hissiyatımızın hüzünden ârî olmaklığını? Sanmam. O halde uzak duralım derim tanımlardan. Bize nasıl geldiğiyle, ne getirdiğiyle, neye yol açtığıyla anlamaya, anlatmaya çalışalım.
İnsan ân üzere iken bir yandan gelecek kaygısı, korkusu duyar; öte yandan geçmişin hüznü, üzüntüsü çöker üzerine. Evet, geçmişe dönüktür hüznün yüzü. Çünkü yapılanları-yapılmayanları, söylenenleri-söylenmeyenleri, hissedilenleri-hissedilmeyenleri ve dışta olup bitenleri size bakan yönleriyle toplayıp önünüze yığar. Bir düğüm atar boğazınıza; tabir-i câizse bir öküz oturtur böğrünüze. Durgunlaştırır, sessizleştirir sizi. İnsanîdir. Lakin Isfahânî gibi irâdî değildir diyemem. Zira bir kısmı dolaylı yoldan sizin geçmişteki yapıp etmelerinize bağlıdır. Bir kısmı ise bizatihi sizin bir vesileyle hüzne dalma isteğinize... ‘Biz hüznümüzü severiz’ düsturuna binaen, bile isteye hüzün yani.
Allah’tan ayrılığın hüznü
Daha derinlere bakan, daha ulvi bir yanı da vardır hüznün ki bununla daha çok tasavvuf erbâbı ilgilenir. Örneğin, Herevî’ye göre hüzün, “Dünyevi veya nefsani bağlar yüzünden Allah’a yakınlaşamayan, O’nunla ünsiyet kuramayan salikin bu ayrılıktan duyduğu acı ve kederdir”. Haklı değil miymişim bu tür hüznü daha derin diye tanımlamakla? Nerede bir dünyeviliğin kaybından doğan hüzün, nerede O’na yaklaşamamanın hüznü?
Derin hüznün bir başka boyutuna dair Hasan-ı Basri, “ahiretin ebediliğine karşılık dünya hayatının sonlu ve sınırlı oluşu, bunun farkında olan ve ölümü en tesirli vaaz olarak algılayan müminde kaçınılmaz olarak bir hüzün hali doğurur” der. Böyle bakınca dünya hayatı başlı başına bir hüzün olur. Çünkü gurbet, çünkü geçici, çünkü sonumuz (hesabımız) belirsiz. İrâdî değil öyleyse. Bâkî. Zaten sözün sahibi de ‘kaçınılmaz’ diyor ya bu yüzden. Yine de böylesi bir hüznü her daim hissetmek mümkün değil. İyi ki de değil. Yoksa çok yorulurdu kalpler. Gerçi Herevî’nin dile getirdiği türden hüzün bir fazilet olarak görülüyor. Yani hep istenesi. Fakat bu, hüznü kutsallaştırıcı, yukarıda bahsi geçen düstur üzere bir istek gibi gelmiyor bana. (Her ne kadar bunun aksi yönünde eleştiriler mevcutsa da). Sebebe, sonuca dikkat eden, daha ayakları yere basan bir istek gibi bu. Çünkü demeye getiriyor ki: bir şey yaptın. O’nunla arana mesafe koydun. Hüzünlendin. Oturdun, ağladın da o şey için tövbe etmedin, kalkıp o şeyin şimdiye bakan kısmını düzeltmedin; o halde ki asıl hüznü yaşamadın.
Kur’ân hüzünle nazil oldu
Sığ, ulvi, kaçınılmaz, iradi, bile isteye derken değişik türlerine uzanmış olduk hüznün. Sahi, kaç çeşit rengi var acaba hüznün? Var edene sormak lazım. O halde yönümüzü O’nun kelamına yani Kur’ân’a çevirelim. Bir hadiste deniyor ki, “Kur’ân hüzünle nazil oldu...” (İbn Mace, İkametussalah). Ne demeye gelir ki bu? Belki indiği dönemin halet-i ruhiyesinden belki de içerisinde yer alanlardan ve belki de ileride olacaklara binaen hüzünle inmiştir Kur’ân. Nitekim içerisinde hüzne direk atıflar barındırır.
Yahya Karataş’ın yüksek lisans tezinde açıkladığına göre Kur’ân-ı Kerim’de 2 ayette hüzün, 3 ayette aynı anlamda hazen ve 37 ayette de aynı kökten fiiller yer alır. Hüznün farklı yansımaları yer alır bütün bu ayetlerde. Örneğin, müminlerin ahirette üzüntüsüz bir hayat yaşayacakları haber verilir; peygamber ve müminlere hitaben, inkârcıların kendilerine karşı haksız söz ve davranışlarından veya maruz kaldıkları çeşitli sıkıntılardan dolayı üzülmemeleri tavsiye edilir; daha kişisel tecrübelere atıfla Hz. Yusuf’un oğlu için duyduğu hüzünden ve Hz. Musa’nın annesinin üzüntüsünden bahsedilir. İlaveten, şeytanın vesvesesinden dolayı meydana gelen üzüntüye değinilir. Yani yersiz yere hissedilen üzüntüden.
Reşat Önder’e göre ise 4 tür hüzün zikredilmiştir Kur’ân’da: hüzn, keder, ğamm ve ğill. İlki, kaynağı ne olursa olsun insanın kişiliğini ve özünü rahatsız eden olumsuzlukların gelmesiyle oluşan psikolojik çöküntü halidir. Hüznün en ağır biçimi ise kederdir. Ağırdır, çünkü umutsuzluğa ve karamsarlığa sürükler. Ğamm, insanın kendi yanlışlarının kişiliğini, benini rahatsız etmesi ile açığa çıkar. Kişiyi hizaya çekme gücü dolayısıyla önemi su götürmezdir. Ğill ise insanın kendinden kaynaklanan ya da dıştan gelen olumsuzlukları önlemedeki yetersizliğinden doğan güvensizlik halinin yarattığı iç sıkışması halidir. İçsel-dışsal olumsuzluklar karşısında insanın kendini zırhsız hissetmesi hali.
Yine de hüznün çeşitlerini en iyi O bilir diyelim.
Bize düşen? Dış sebepli mi, içten mi, içten ise nasıl halledilmeli, hiç bir sebep bulamıyorsak vesvese mi, kişisel iptila mı diye bir nebze olsun kafa yormak sanırım...