HAYATIN AKIŞI içerisinde sık sık karşılaştığım bir soru var ki, bir çırpıda sonuç veren pratik bir cevabına bugüne kadar ulaşmış değilim ve bundan sonra da ulaşacağımı sanmıyorum. Doğrusu, bu sorunun böyle hazır ve pratik bir cevabını keşfetmiş olsam, kendim de aynı dertle muzdarip olduğum için, bu keşfi ilk önce kendi üzerinde denerdim. Ancak, biliyorum ki, bu imtihan dünyasında sözkonusu sorunun umulan türde hazır bir cevabı bulunmuyor.
Bu soru, şu: “İmanın gereklerini bildiğim, iman esaslarının nasıl bir hayatı gerektirdiğinin farkında olduğum halde, neden iman ölçülerini hayata yansıtmada tam anlamıyla başarılı olamıyorum. Bunun çözümü nedir?”
Aynı ‘tam anlamıyla yansıtamama’ meselesini bizatihî yaşadığım için, bununla ne kastedildiğini pekâlâ biliyorum. Allah’ın emri olduğunu bildiğimiz salih amelleri dört dörtlük biçimde tatbik edemeyişimiz de bu tarifin içine giriyor, haram olduğunu bildiğimiz halde yakamızı tam anlamıyla sıyıramadığımız fiiller de... Meselâ, hiç kaçırmak istemediği halde bazı namazları, özellikle sabah namazını zaman zaman kaçırmak da bunun içinde; kalbi istemediği halde nefsin zoruyla harama bakmak da. Ticarî hayatta emr-i ilâhîye uymayan birtakım muamelelere bulaşmak da bunun içinde, aile hayatını sağlam bir iktisat denklemi üzere kuramamak da. Bize göre lüzumsuz konularla iştigal de bunun içinde, yanlış olduğunu bile bile gıybet ve suizandan tam anlamıyla kurtulamamak da…
Her nefis muhasebesi anında, böylesi bir dizi amelî zaafın imanî ölçülere uymamasının getirdiği iç huzursuzlukları yaşıyoruz. Bu halimizin rıza-yı ilâhîye muvafık hareket ve ihlas gibi kudsî ölçülere pek uymadığını görmenin tedirginliğini de yaşıyoruz. Ancak, yine de yakamızı bir türlü bu günah ve zaaflardan tam anlamıyla sıyıramıyoruz. O yüzden bir cevap, bir deva arıyoruz. Aradığımız deva da, genellikle, bütün bu arızalara bir anda cevap verecek, bütün bu hastalıkların hepsine birden bir anda deva olacak bir tiryak oluyor.
Açıkçası, bir bakıma, muhali talep ediyoruz; şu imtihan dünyasının bizim için bir anda imtihan konusu olmaktan çıkmasını, bir anda melekler gibi olmamızı hayal ve talep ediyoruz. Bu hayal ve talep tahakkuk etmeyince, manen çöküyor, ye’se düşüyor, ümitsizlik içinde kahroluyoruz. Ve bir kere ümitsizliğe düşünce, atabileceğimiz küçük adımları da atamaz hale geliyoruz.
Sözkonusu manevî hastalığımıza Kur’ân eczanesinden bir deva aradığımda ise, meseleyi bir çırpıda çözüp bizi bir anda meleğe çevirecek bir formülün olmadığını öğreniyorum. Terakkisi bu gelgitlerde, bu gelgitler içinde yaşadığı imanî açılımlar ve reçeteler arayışında saklı olan insana reçeteler sunarken, “Bu bir çırpıda sizi kurtarır,” “Bu hastalığınıza bir anda deva olur” demiyor Kur’ân. Bilakis, sunduğu devaların adım adım tatbiki ile ancak deva bulma ve manen terakki etme yolunda yürüyebileceğimizi bize bildiriyor. Ki, ‘sabr’ın bu kadar sıklıkla vurgulanması; mü’minlerin vasıfları anılırken birçok âyette ilk sırada ‘sâbirîn,’ yani ‘sabredenler’ vasfının zikrolunması, bu işin bir ‘anında görüntü’ işi değil, bir ‘süreç’ işi olduğunu açıkça gösteriyor.
Kendi manevî yaralarımın sancıdığı, o yüzden ziyadesiyle deva aradığım bir hengâmda Bakara sûresini okuyorken iki yerde karşıma çıkan bir âyetin bu noktada hepimiz için anlamlı bir ders ve deva taşıdığına inanıyorum. Rabb-ı Rahîm, bu en büyük sûrenin 45. âyetinde “Sabır ve namaz ile yardım dileyin” buyuruyor. 153. âyette ise, yine “Ey iman edenler! Sabır ve namaz ile yardım dileyin” buyurduktan sonra, “Muhakkak ki Allah sabredenleri sever” müjdesini veriyor.
Her iki âyetin, deva olarak ‘sabr’ı ve ‘namaz’ı gösterdiği açık ve net biçimde ortada gözüküyor.
Ki, bu iki devanın, Kur’ân’ın bize sunduğu muazzam denklemlerden biri olarak takva-amel-i salih denkleminin bir izdüşümü olduğuna inanıyorum. Yani, bir yanda ayağımız sürçecek ve nefsimiz bizi harama sürükleyecek olduğunda o günaha düşmeme konusunda ‘sabır’ göstererek sakınmamız; öte yanda, gündelik hayatımızı amel-i salihin anası olan ‘namaz’ı merkeze alarak yaşamamız icab ediyor. Gerek kendi nefsimiz, gerek içinde bulunduğumuz ortamın kollektif nefs-i emmâresi karşısındaki ilâhî yardım, bu iki şartla geliyor.
Bu bâbda, zina derecesine varmasa dahi ayağı sürçmüş ve hataya düşmüş bir sahabinin durumunu Resûlullah’a arzetmesinden sonra nazil olan Hûd: 114 âyeti de, bizi kalben yandıran amelî düşmelerimiz ve sürçmelerimiz karşısında beş vakit namazı bir kez daha bir deva olarak karşımıza çıkarıyor:
HUD SURESİ 114. AYET GİRECEK!!!
“Gündüzün iki tarafında ve gecenin gündüze yakın saatlerinde namaz kıl. Çünkü iyilikler kötülükleri giderir. Bu namaz, zikredenler için bir uyarıcıdır.”
Ve Ankebût sûresinin 45. âyetinde namaz bir kez daha bir deva olarak karşımıza çıkıyor:
ANKEBUT SURESİ, 45. AYET GİRECEK!!!!
“Kitaptan sana vahyedileni oku ve namazı doğruca kıl. Çünkü namaz fahşâ ve münkerden (fahiş ve iğrenç şeylerden) alıkoyar.”
Kur’ân eczanesinin, sözünü ettiğimiz manevî yaraya deva olarak sunduğu bu iki ilacı tatbik edip gündelik hayatımızı ma’siyete karşı sabır ve beş vakit namaz üzere yaşamaya gayret ettiğimiz derecede, şikâyetini ettiğimiz hususların belki tamamen yok olmasa bile hem sayıca hem şiddetçe azalacağını düşünüyor; bilvesile, Resûl-i Ekrem’in, beş vakit namazın arada işlenen küçük günahların affına vesile olduğu şeklindeki müjdesini bir gayret ve ümit vesilesi olarak zikretmek istiyorum.