Arşiv

 Doğuya Yolculuk

İLK BAKIŞTA, Prof. R’nin bana çizdiği yol kılavuzu, benim için, anlaşılır, hatta belki de öngörülebilir birşeydi. Kriz enkazı altında kalan İran ve Arnavutluk gibi yerlere yaptığım seyahatlerin bu sefer de aynı metodu kullanmama olumsuz tesiri olup olmadığını merak etmeye başladım.

Prof. R., sosyal etkileşimi kolaylaştİran nazik ve tanıdık bir geleneksel hitapla, “Fred Bey” diye seslendi, “bu gezi oldukça kolay olacak. Öncelikle Bediüzzaman’ın doğduğu yer olan Nurs’u görmelisin. Oradan Van’a, daha sonra Diyarbakır’a ve son olarak gömüldüğü yer olan Urfa’ya gidersin. Umarım orada bulunan kardeşlerimizin seni ağırlamalarına itirazın olmaz.”

Bunu nasıl reddedebilirdim? Kendisiyle henüz birkaç hafta önce tanışmış olmakla birlikte, Prof. R. mütevaziliği, titizliği ve tatlı nükteleri ile bana güven vermişti. Şimdi, bir sonbahar gününde, Doğuya seyahat etmek niyetiyle İstanbul’da geri dönmüştüm.

Prof. R. ustaca planı uygulamaya başladı. İstanbul’dan en uzaktaki yer olan Van’a gitmek için uçak biletlerini bir haftada önceden ayırtmak gerekiyordu, fakat Prof. R.’nin verdiği akla uyarak, ertesi gün uçmak üzere Türk Hava Yolları’ndan bir Erzurum bileti satın aldım. Oradan, Türkiye’nin seyahat için en çok tercih ettiği vasıta olan şehirlerarası otobüsle, ülkenin en büyük gölünün bulunduğu şehre gidebilirdim.

Bir Kasım günüydü. Kar şimdiden Anadolu’nun yüksek yamaçlarını kaplamıştı ve sıcaklık geceleyin sıfırın altına düşmüştü. “Mümkün olan en kısa zamanda yola çıkmalısın,” dedi Prof R. “Yakında kış gelince dağ köylerine ulaşman hayli güç olur. Oralarda çok kar olur.”

Katlanmış yol haritam üzerinde, takip edeceğim güzergâhı işaretledim. Erzurum’dan hareketle, Doğu Anadolu’nun en uç kısımlarına, terör yüzünden tahrip olmuş bölgenin ta göbeğine, İran’a elli-altmış kilometre mesafede ve tehlikeli Irak Kürdistan’ı sınırlarına yakın yerlere gidecektim.

Prof. R. kalbî bir tebesümle “Merak etme” diye bana cesaret verdi. “Bildiğim kadarıyla, güvenlik meselesi kontrol altına alınmış durumda.” Bunun böyle olup olmadığını, Güneydoğunun yabani, taş kaplı geçitlerine va çorak yamaçlarına doğru seyahatim sırasında anladım. Talihe bakın ki, bu seyahat, kimine göre mesih, kimine göre ise şeytan olan ele geçirilmiş Kürt lider Abdullah Öcalan’ın acıklı ve ümitsiz bir akıbete giden uluslararası trajikomik saklambaç oyunuyla aynı zamana rastlamıştı.

* * *

ÖĞLE ÜZERİ İSTANBUL’DAN başlayan yolculuktan bir-birbuçuk saat sonra, uçağımız bulutları yararak Erzurum’a vardı ve şehrin üzerinde alçalışa geçip, vadideki askerî havaalanına iniş yaptı. THY jet uçağı havaalanına girerken, dışarıda Hava Kuvvetlerine ait askerlerin yığınak yapılmış istihkamlardaki bekleyişleri dikkatimi çekti. Hangi işgalci kuvvete karşı mücadele veriyorlardı? Türkiye, İkinci Dünya Savaşı sonrasında, muhtemel bir Sovyet tehdidine karşı Sam Amcanın kollarına atılmıştı; bu Rusya, şimdilerde, birbiriyle savaş halindeki beylikler ve yaralı büyük dükalıklar görüntüsü arzediyordu. Karadeniz kıyısında bulunan Gürcistan, ayrılıkçı çekişmeler içerisine düşmüş durumdaydı; hükûmet, azınlıktaki cengaver Abazalar ve azgın çetelerle mücadele ederken, Unocal’un başı çektiği Amerikan petrol şirketleri konsorsiyumuna çaresiz halde esir olmuş durumdaydı. Türkiye için tarihî öcü olan Ermenistan, bir bağımsız devlet olmasına rağmen, kuvvetten düşmüş ve doğu için çok küçük bir tehdit olan Azerbaycan ile çatışma içine girmiş haldeydi. İran, İslâm devriminden yirmi yıl sonra, Taliban sinsice doğu sınırından içerilere sokulurken, hâlâ salıvermiş olduğu şeytanlarca dişlenmekteydi. Anglo-Amerikan kabadayı koalisyonu tarafından soyup soğana çevrilen ve habire bombalanan Saddam Hüseyin Irak’ı ise, komşusunun güvenliği için tehlike arzedecek bir pozisyona ancak seneler sonra gelebilirdi: şimdilerde keşfedilmemiş korkunç silahlar ve faili meçhul ölümler diyarı olan bu ülkenin komşusu için en uç tehdidi, nihai bir dağılma ve çöküş yaşamasıydı. Ve daha önce sözünü ettiğim neo-Maoist Kürdistan İşçi Partisi (PKK) lideri Abdullah Öcalan’ı barındİran Suriye, Ankara’nın savaş tehdidine boyun eğerek, misafirini sürgün etmişti. Kısacası, hangi jeopolitik ölçüte göre bakılırsa bakılsın, Türkiye’nin sınırları güvenliydi ve doğudaki komşuları ona zarar vermekten uzaktı.

“Yurtta sulh, cihanda sulh” sözü Kemalist bir doktrin olarak Türk dış politikasını özetlemektedir. İsrail ile Türkiye’nin hâkim askerî yapısı arasındaki ilişkiler çok samimi bir noktaya ulaşıp ABD’nin stratejik müttefiki olmak şeklinde noktalanınca, bu hava kuvvetlerinin savunma amacı dışında da kullanılabileceği düşüncesi zihnime yerleşti.

Eğer Suriye ile İsrail arasında patlamaya hazır bir bomba olan Golan tepelerine dair gerilim artarsa, Türkiye yeni dostu Siyonistlerle birlikte geniş çaplı bölgesel bir çatışmaya girer mi? Eğer İran, Washington ve Tel Aviv’in ‘toplu imha silahları’ diye adlandırdığı planını gerçekleştirecek olursa, dünya jandarmalığı yapan Amerika, İsrail’in WMD cephanesini korumak için İran’a saldırır mı? Böylesi bir durumda Amerika, Türkiye’yi bölgesel jandarma olarak seçmeye muktedir olabilir mi? Bütün bunlar, istendiği takdirde, ya bir Birleşmiş Milletler kararı veya bir NATO ültimatomu ile meşrulaştırılacaktır. Yahut, başka bir senaryo: Acaba cazibeli bir çeyiz gibi duran, Müttefiklerin uçuş yasağı koyduğu, gevşek bir yönetimi olan ve bir zamanlar Osmanlı’ya bağlı bulunan, hatta bu bağını hâlâ unutmamış olan, Irak Kürdistanı’nı kaplayan, zengin petrol yataklarına sahip Musul’u almak için Ankara’nın gizli bir planı mı var?

Bir istikrarsızlık batağı olarak kalan, Osmanlı İmparatorluğu’nun bölünmesinden miras kalan gizli, şiddet içeren ‘statükoyu yeniden kurma’ çabalarının etkisiyle parçalanmış bir bölgede, jet uçakları, istikrarsızlığı önlemekten ziyade, doğrusu kendileri istikrarsızlık üretiyorlar.

Bunlar, karamsar düşüncelerdi. Uçaktan inip, keskin rüzgâr arasında küçük su birikintilerine basarak Erzurum’da adım adım ilerlerken, biraz önceki düşünceler çoktan zihnimi terketmişlerdi. Havaalanının çıkış kapısında bir adam elinde gayet süslü bir plastik çerçeve içinde adımın yazılı olduğu bir tabelayı sallar vaziyette dikkatimi çekti. Selamlaştıktan sonra, bekleyen arabaya atlayıp buz tutmuş anızlarla kaplı ekin tarlalarının kapladığı ovadan geçerek şehir merkezine doğru yol aldık.

Bana rehberlik eden kişi, Atatürk Üniversitesi’nde araştırma görevlisi olarak çalışan Harun isminde bir delikanlı idi. Harun, Erzurum Nur cemaatinin akademik bir üyesi olarak, hayli zayıflamış İngilizcesini de geliştirmek istiyordu.

Yumuşak bir ses tonuyla, “Masterımı Amerika’daki bir üniversitede yaptım” dedi. “Burada İngilizce’yi unutuyorum” diye devam etti. “Erzurum’da pratik yapacak ortam pek bulunmuyor.”

Harun’un Amerika’da öğrendiği İngilizcesi, benim Türkçem ile kıyaslanınca daha iyiydi gerçi, ne ki kısa kelimelerden oluşan güzel bir mırıltıdan ibaretti.

* * *

İRAN’A GİDEN ANA karayolunun üzerinde bulunan Erzurum, herşeyin aslî Türk haliyle korunduğu sert çehreli bir şehir olarak şöhret kazanmış. Bizanslıların Theodosipolis diye adlandırdıkları şehir, 655 yılında ilk kez Araplar tarafından fethedilince Arzan-er-Rûm, yani ‘Rumların diyarı’ diye anılır olmuş. Eğer yakın tarihten ziyade geçmişe göz gezdirirsek, Doğu Anadolu’daki birçok şehirde ve kasabada olduğu gibi, burada da meşhur birçok ustanın, bir dinler ve ırklar mozayiğinin izlerini bulabiliriz. Onların bazıları, buğulanmış araba camının ardından bakarken seyrine doyamadığım turkuaz çizgili minare misali, hâlâ yaşıyor. Bazıları ise hiçbir iz bırakmadan kaybolup gitmiş. Aslında, izleri silinerek yok edilmiş. Erzurum’un Türklüğü, tarihî kayıtlara göre, yakın zamanlara has bir olgu.

Harun eski şehrin merkezine yakın bir yerde arabasını park ederken, yağmur güzel ve soğuk bir şekilde çiseliyordu. Anadolu manzarasının mimarî şaheserlerinden yalnızca biri olan güzelim medrese, yolun karşı tarafındaydı. Bu binalar, İranlılar ve Türkler tarafından, ‘efendimiz,’ ‘ustamız’ anlamında Mevlânâ diye saygıyla anılan Konyalı Celaleddin Rûmî’nin hamisi Anadolu Selçuklu hükümdarı Sultan Alâaddin Keykubat’ın parlak yönetiminin beliğ şahitleridir.

Harikulâde bir minaresi olan bu eski medrese artık eski fonksiyonunu icra etmiyor. Bir zamanlar medrese öğrencilerinin kutsal eserleri anlamak için toplandığı düşük tavanlı odaları, artık geleneksel elbiselerin, silahların, yazı araçlarının veya nurlu Kur’ân’ların sergilendiği tozlu bir evi andırıyor. Odalardan birinde sufilerin geleneksel elbisesi bulunuyor. Enginar gibi kabzası olan bir kılıcın kısa bir zincirle uzun ve paslı bir çiviye asılı olduğu dikkatimi çekti. Harun ne olduğunu bana açıkladı:

“Bunlar Rufâî dervişlerinin kullandıkları şeyler” dedi Harun, mimiklerinin de yardımıyla. “Kılıcı bir yanaktan geçirip öbüründen çıkarıyorlar.” Rufâîler Anadolu’nun ve Balkanların en etkin tarikatlarında biriydi. Tarikatın onikinci asırda günümüzde Irak sınırlarına dahil bir bölgede doğan kurucusu Ahmed Rufâî, sekiz yaşına geldiğinde hâfız olur ve gençliğinde Şâfiî mezhebinin birçok seçkin fukahasından İslâm hukuku dersleri alır. Gerçeğe kaynaklık anlamında çoğunlukla gerçeğin kendisinden bile üstün olan rivayete göre, Ahmed Rufâî Türkiye’de adı halen yankılanan Hacı Bektaş-ı Velî’nin kerametlerini işitince Basra’daki evinden ayrılarak çok uzaklardaki Horasan’a gidip onunla görüşmek ister. Bu yolculukta boynunda yılanların yular gibi sarılı olduğu bir aslana rastgelir. Tam o sırada Hacı Bektaş-ı Velî bir taş duvar yükselterek aslanı kaçırtır ve misafirini hayretler içinde bırakır.

Günümüzde Balkanların güneyindeki Arnavutça konuşulan bölgede yaşayan Rufâîler yalnızca yanaktan şiş geçirmekle yetinmiyorlar. Ayrıca, kor ateşi yutabiliyor, akrepleri ve zehirli yılanları ellerine alabiliyorlar. Allah’ı zikretmek, O’na yalvarmak ve O’nu hatırlamak üzere yaptıkları sesli zikre binaen, Rufâîler ‘inleyen dervişler’ diye nam salmışlar.

Ölen seküler yazar, provokatör, ve Salman Rüşdî’nin Şeytan Âyetleri kitabını Türkçe’ye çevirten Aziz Nesin, yazdığı otobiyografisinde çocukluğunda babasının tâbi olduğu bir İstanbul tekkesinde yaşanmış bir hatırasını şöyle aktarır:

“Ben de zikri yapanlar arasındaydım... Zikir yaptıkça bir heyecan dalgasına kapılırdık. Ortamın etkileyiciliğini anlatmak çok zor. Yaklaşık on derviş semahanenin ortasında önüyordu, bende aralarında bulunuyordum. Onlardan biri ayağının yerden kesilmek üzere olduğunu söylüyordu. On veya daha fazla derviş cübbeleriyle dönerken, bir o kadarı çenelerine şiş batırıyordu... yanaklarının öbür tarafından çıkıncaya kadar, şişi itiyorlardı. Bu şekilde dönmeye ve zikretmeye başlıyorlardı.”

Çiseleyen ve soğuk bir havası olan Erzurum, çok kısa bir süre için, Rufâîleri ve onların bu ayinlerini hatıra getirmek için çok uygun bir mekândı. Acı veren şeylerden inançtan kaçar gibi kaçan bir asırda, bu ikisinin birleşimi ve görünürde etiğe aykırı bir örneği olarak, bu ayinler zihnimde bir soru işaretinin uyanmasına neden oldu: Kimin için veya hangi cesaretle şimdi coşup kendimizden geçerek, mecazî anlamda, çenemizden şiş geçiriyoruz?

Harun’un rehberliğinde, Selçuklu medresesinden tek kişilik yöresel oltu taşından tesbih, yüzük ve gerdanlık yapan atölyelerin bulunduğu Erzurum pazarını geçerek eski şehrin arnavut kaldırımlarıyla kaplı sokaklarına ulaştık. Yosun gibi tüten kiremit bacalardan suyun damladığı bu bölgeyi ağır bir duman kaplamıştı. Birden, nemli koyu taşlar arasında küçük bir dinî yapı önümüze çıkıverdi.

“Burası Kurşunlu Medrese. Said Nursî burada bir ay kaldı, Rusya ile savaşa girmeden önce” dedi Harun. “İçine bakmak ister misiniz?”

Bu eski bina, dinî amaçla olmasa da, halen kullanılıyordu. Her bir kubbeli, kuytu hücresi civar köylerden gelip liseye devam etmek isteyen fakir öğrencileri ağırlıyordu. Örgülü kazak ve ütülü ceket giymiş bir grup genç, merak ve utanma arası bir tavırla bizi karşıladılar. Her bir odada ancak dört ranzaya yetecek bir alan ve ısınma ve çay demleme amacıyla kullanılan bir soba bulunuyordu. Ne bir masa, ne bir sandalye, ne de bir kitaplık vardı. Damlayan taş tavanda düşük ışıklı bir lamba asılıydı. Gençler kişisel ihtiyaçları için dokuz asır önce yontulmuş taşlardan yapılmış sıhhiye binalarını kullanıyor, eğimli, kaygan bir bahçede bulunan tarihî çeşmeden su taşıyorlar. Doğrusu, merak ettim: Bu gençlerin akademik şehir hayatları böyleyse, köyde nasıl yaşıyorlar acaba?

Gecenin sonuna doğru, insanın kemiğini donduran nem içinde ilk kez Said Nursî’nin izlerine rastgeldim.

1916 Ocak’ında, Osmanlı İmparatorluğu’ndaki kargaşalıkların başladığı sırada Said Nursî Erzuruma’a gelmişti. Bir molla için merak uyandıran bir vazifeydi bu. Daha sonra öğrendiklerime göre kavgacı bir karakter ve kendisini İslâm’ın yalnızca siyasî veçhesine değil, cihad veçhesine de adamış cengâver biri için, aynı zamanda tutarlı bir görevdi de. Ne ki, onun bu görüşü, tıpkı korumaya azmettiği imparatorluk gibi, savaş karşısında hayatiyetini devam ettiremeyecekti.*

Osmanlılar, düşmanlıklar patlak verdiğinde, müttefikleri Almanya’nın teşvikiyle, İttifak kuvvetlerine karşı cihad ilan etmişlerdi. Bu şekilde savaş için biraraya gelen erkeklerin sayısı, hayli yüksek rakamlara ulaştı. Başında güzel bir sarık, sırtında bir askerî palto olduğu halde, belinde kıvrımlı hançeri ve sırtında tüfeğiyle en ön safta savaşan Said, kumandası altındakilere, Allah rızası için kalem ve kılıçla cihad eden eski İslâm kahramanlarını hatırlatmış olmalı.

Ancak, ne kalem ne de kılıç, Kafkaslardan gelip Anadolu içerisinde güneybatıya doğru ilerleyen Rusları durdurabildi.

Said’in kumandası altında bulunan ve başına taktıkları şeye atfen ‘keçe külahlılar’ diye nam salan milis birliği dört-beş bin kişi civarındaydı. Onun milis alayı bütün cesur ruhlarına, ölümü hiçe sayan tavırlarına ve duydukları dinî şevke rağmen, kötü beslenmiş, levazımatı az ve maaşı yetersiz Osmanlı’nın asıl birliklerine ölümü göze alarak savaşma hissini aşılayamadı.

1916 Ocak’ının sert, karlı bir gününde, Said’in milis alayı, sair Osmanlı birlikleriyle beraber, Erzurum’un birkaç kilometre doğusundaki stratejik Pasinler mevkiinde Ruslara saldırdı. Sayı ve mühimmat bakımından üstün olan Osmanlı ordusu dağılarak geri kaçtı. Said’in adamları tarihî kalesini son siper yaptıkları Van’a çekilmek zorunda kaldılar. Bir ay sonra Rus askerleri Erzurum’a girdi.

Ruslar, birkaç Hıristiyan Ermeni topluluğu dışında, şehri bomboş buldular. 1914’te şehirde yirmi bin Ermeni varken, şimdi yalnızca seksen-yüz civarında Ermeni kalmıştı. Sair Ermeniler, birkaç ay önce, Osmanlı yetkililerinin emriyle, toparlanıp mallarını satmak için yalnızca birkaç gün müddet verildikten sonra, Sivas yolu üzerinden, birçoğunun öldürüldüğü Kemah’taki Fırat boğazını geçerek Suriye’ye sürüldüler.

Türkiye sınırları ötesindeki tarihçilerin büyük kısmının 1915 tarihinde zalimce işlenen toplu Ermeni katliamını kabul etmesine rağmen, Erzurum’u, civar köy, kasaba ve şehirleri boşaltan Anadolu’daki Ermeni göçü ile ilgili olaylar Türkiye’de ancak imalı bir üslupla yazılır.

Ülke yönetimini elinde bulunduran ve ülkeyi Almanya’yla birlikte savaşın ortasına çeken Jön Türk milliyetçileri, onbinlerce kişinin ölümünü kabul etmelerine rağmen, onların günümüzdeki Kemalist takipçileri gibi, buna neden olarak hainlik yapan bu azınlığa karşı kendini savunma zaruretini zikrediyorlar. Başka bir deyişle, Ermeniler, Ruslarla işbirliği yapıp Osmanlı’nın doğusunda bağımsız bir Ermenistan devletinin temellerini atmaktaydılar.

Çıplak gerçek, bu anlatımdan daha fazlasını ihtiva ediyor.

Erzurum, Temmuz 1914 tarihinde, savaş patlak vermeden önce, Ermeni milliyetçi örgütü Daşnaksution’un genel kongresine ev sahipliği etmişti. İktidardaki İttihad ve Terakki Cemiyeti’nin temsilcileri, bu tarihî toplantıya katılarak, bir yarı-özerk Ermenistan vaadi ile, Ermenileri Rusya içinde yaşamaya ve Çar yönetimiyle silahlı mücadeleye teşvik ettiler. Kongre öneriye reddetti, ancak “Ermeni Osmanlı vatandaşları sadık bir millet olarak askere kaydolup savaşır” vaadinde bulundu.

Fakat, İmparatorluğun savaşa girdiği Ekim 1914 tarihinde, Ermeni milliyetçileri, Rus Ermenistanı’ndaki sınır bölgesinde oluşturulan gönüllü birliklere katıldılar. Hasta yatağındaki Osmanlı devletini en üst düzey bir kapkaçcılıkla 1908’de ele geçiren İttihad Terakki yöneticileri, bu kadar güzel bir bahaneyi hayal bile edemezlerdi. İki ay sonra Osmanlı, Sarıkamış merkez olmak üzere, Rus kuvvetlerine karşı şiddetli saldırılar düzenledi. Büyük ordu, kaleyi ele geçirdikten sonra, Bakü üzerinden Türkçe konuşan kardeşlerinin yaşadığı, günümüzde Türkmenistan ve Özbekistan diye adlandırılan bölgeyi de Rus boyunduruğundan kurtarmayı planlıyordu. Belki de Afganistan’a kadar gidip, Pencap’a girerek İngilizlere karşı ayaklanmaya destek vereceklerdi.

Ancak, bu planların aksine, Harbiye Nâzırı Enver Paşa’nın bizzat komuta ettiği ordu, büyük kayıplar vererek yenilgiye uğradı. Yüz bin kişilik Osmanlı ordusunun dörtte üçü, büyük kısmı Kafkaslardaki çetin kış soğuğundan dolayı olmak üzere, telef oldu. Öyle ki, buradaki kayıplar, Müttefik kuvvetlerle Batı Cephesinde yürütülen çarpışmaların en üst katliam mevkii olan Somme Savaşındaki kayıplardan bile daha fazlaydı.

Enver Paşa kabul etmemiş de olsa, Sarıkamış yenilgisi, onun askerî kariyerinin sonuna doğru bir başlangıç, ve daha da ötesi, İmparatorluğun ölümünün de habercisi olmuştu. Enver Paşa, şahsen, hayatının son dönemi hariç, bir daha komutan olamadı. Bu son komutanlığında, 1925 yılında Buhara’nın güneyinde Bolşeviklere karşı savaşan bir Basmacı isyanını idare etti. Ancak, Ermeniler onun bu rolünü dahi bir fırsat bildiler. Ermeniler, Enver Paşanın abidevî ahmaklıklarının günah keçisi olacaklardı. Yahut, çağdaş bir ifadeyle, onların Anadolu haritasından ‘temizlenmesi’ zaten planlanmış; Enver’in felaketli seferleri ise, basitçe, bu stratejik gayeleri gerçekleştirme yönünde bir mazeret mi kazandırmıştı? O zamanlar, medya temsilcileri, şindilerden çok farklı olmayan bir tarzda, savaş ve barış, hayat ve ölüm kararlarının verildiği gizli toplantılardan uzak tutulurlardı.

Elbette, 1915 ve 1916 yıllarına gelindiğinde, Said Nursî ve adamları için, Ermeniler ve Ruslar düşman kategorisindeydi. Her iki kesim, bulunduğu hiçbir bölgeyi düşmana kaptırmayan ve başka yerlerde gözü olmayan Said’in iyi binici, keskin nişancılardan oluşan gönüllü milislerinden korkmayı öğrendi. O sıralar Molla Said olarak bilinen Bediüzzaman, gündüz at sırtında savaşırken, geceleri şaşkın ve büyülenmiş halde siperlerine çekilen milislerine kitaplarından parçalar okuyordu.

Molla Said, bir yanda tüfeğiyle savaşırken, öbür taraftan bir Kur’ân tefsiri olan İşârâtü’l-İ’caz (Kur’ân’ın Mucizeliğinin İşaretleri) adlı Arapça eserini yazıyordu. İlk kez bu kitapta, modern zamanlarda ‘uygun araçlarla’ dinî yaymanın taslağını çiziyordu. Kur’ân hakikatleri bilimin ilerlemesiyle açığa kavuştuğu gibi, tefsir de buna ayak uydurmalı, modern bilimin ve dinî usulün öğretilerini buluşturup kaynaştırmalıydı. Ki, bunlar, onun hayatının eseri haline gelen şeyin [Risale-i Nur’un] temellerini teşkil ettiği gibi, bugün, onun ismini taşıyan cemaatin ayırd edici özelliğidir.

* * *

ANADOLU’NUN DOĞUSUNDA karanlık erkenden çöker. Yarısı Avrupa’da bulunan İstanbul’dan bin kilometre uzakta olmasına rağmen, Erzurum İstanbul ile aynı saat bölgesine mahkûm durumdadır. Saat dördü gösterirken mü’minler akşam namazı için camilere akın eder ve zehirli kömür dumanı şehri kaplamaya başlar. Bir fincan Türk kahvesi için, bulunmaz bir saat!

(Kahvenin hafif uyarıcı etkisi nedeniyle haram olup olmadığı senelerce dinen tartışıldıktan sonra onyedinci yüzyılda Osmanlılar tarafından benimsenmesine karşılık, İstanbul, Ankara ve turist yöresi olan Ege ve Akdeniz sahilleri dışında, ondan daha acı bir içecek bulmak hayli güçtür.)

Erzurum’da belki böyle bir yer bulabilirdik. O ikindi namazını kılsın diye uğradığımız Ulu Cami’nin onikinci asırdan kalma, büyük taşlardan yapılma muhteşem kapısından çıkarken, Harun etrafa göz gezdirmeye başladı. Şehir merkezine birkaç blok ötede, sola dönüşte, camları buz tutmuş, her tarafı kilim döşeli küçük bir kahvehaneye girdik. Şehrin solgun resimlerinin üstüne geleneksel çalgı âletlerinin asılı olduğu duvar, insanı hayrette bırakacak küçük süslerle doluydu.

Birkaç dakika sonra duman tüten bir fıncan kahve önüme konurken, ev sahibim bir bardak çay tercih etmişti. Ben halimden memnun bir şekilde sıcak, az şekerli kahvemi yudumlarken, o Amerika’daki üniversite eğitimi sırasında kendi samimi hayatı ve ‘Üstad’ diye adlandırdığı Said Nursî’nin eserleriyle Amerikalı bir arkadaşını nasıl Müslüman yaptığını anlatıyordu. ‘Güzel bir ticaret’ diye düşündüm. Harun teknoloji öğrenmek üzere Amerika’ya gider, karşılığında ise onlardan birine dinini öğretir.

Seyahatim süresince öğrendiğim üzere, boş konuşmak, benim ailemle veya Batıdaki hayatla ilgili sorular sormak, Nurcular arasında büsbütün sakınılan birşey değilse de umumiyetle tercih edilen bir anlayış da değil. Bu konuları en çok merak edenler, beni ağırlayıp bana rehberlik eden heyecanlı ve dar ufuklu gençler idi ki, benim kendi inancımı ve din hakkındaki görüşlerimi merak ediyorlardı. Cemaatin genel ölçülerine aykırı olduğu halde, bu tarz sorular birçok defa soruldu. Bazen, kelimelerle ifade edilmese bile, hal diliyle bu soruyu sorduklarını anlıyordum. Hatta, bazan, yan bakışlarla sorularına cevap arıyor olduklarını bile gözlemledim.

Kahveden ayrılıp sokağa çıktığımızda akşam karanlığı etrafı sarmıştı. Erzurum’un sokak lambalarından yayılan ışıklar yağmurla kayganlaşmış kaldırımlar üzerinde parıldıyordu. Yayalar, su sızdıran şemsiyelerinin altına sokulup aceleyle koşuşuyorlardı. Saat erken olmasına rağmen, Harun bana akşam yemeği vaktinin geldiğini söyledi. Bu akşam, yemekten sonra bir toplantıya bekleniyormuşuz.

Erzurum’un has yemeği, bir tür kebaptır. Şimdilerde iyice yerleşik hale gelmiş bulunan, ama bir zamanlar Asya’nın yüksek bozkır ve otlaklarında yaşayan bir topluluk olarak Türkler, epeyce zamandan beri, hayvanların bacaklarındaki taze etten yemek yapmada ustadırlar. Yerel adı ‘cağkebab’ olan Erzurum kebabı, şişlere sıkıca geçirilmiş yumuşak koyun etlerini kömürün üstünde çevirmek suretiyle pişiriliyor. Bize gelen kebabı şişlerinden çıkarıp lavaş ekmeğin arasına koyduk, üzerine acı pul biber serptik ve Türk sofralarının güzel bir içeceği olan ayranla birlikte yemeye başladık.

Karnımız doymuş ve bedenimiz ısınmış bir vaziyette, bir üniversite profesörünün bu geceki sohbetin mekânı olan evine doğru yola çıktık. Gittiğimizde sohbet başlamış durumdaydı. Yirmi kadar erkek salonda çoğu bağdaş kurmuş halde yere oturmuştu. Onlardan biri ince ve mistik bir ses tonuyla Said Nursî’nin eserlerinden bir bölüm okuyordu. Anladığım kadarıyla, bu ses tonu okuduğu kırmızı kaplı, altın rengi yaldızlı esere duyduğu saygıdan kaynaklanıyordu. Her paragraftan sonra orada bulunanlar konu üzerinde bir yorum yapıyor veya soru soruyorlardı.

Harun, dost bir mırıltıyla, oradakilerin birçoğunun üniversitede ders verdiğini kulağıma fısıldadı. “Bazıları da lisede ders veriyor.” Bu ayrımı görmek imkânsız. Taşrada bile, İslâmcı olsun olmasın tüm Türkler, koyu renkli elbiseler giymeyi tercih ediyorlar. Bu toplantılarda, ayakkabılar, güvenilir olmayan bir ekonomik durum göstergesidir. İslâm’ı yaşayan Müslümanlar, camide abdest alıp namaz kıldıkları için mi veya gelenek ve nezaket icabı mı bilmiyorum, daima bir eve girerken ayakkabılarını dışarıda çıkarırlar.

Bu akşamki konu, Harun’un söylediğine göre, Batının teknoloji ve bilimini alıp kültürünü reddetmeyi tavsiye eden bir içeriğe sahipti. Bu konu ondokuzuncu yüzyıldan beri İslâm dünyasında gündemin ilk sıralarında yer aldı. Ne ki, Batının bilimini alma mecburiyeti Müslüman alimleri Batı medeniyetine karşı olan tavırlarında pes ettirdi. “İlk önce psikolojik uyumsuzluktan dolayı bu sorunu ortaya atan Müslüman düşünürlerin . . . asıl endişeleri İslâm toplumlarının güçlerini kaybedecekleri korkusuydu” diye yazıyor Said Nursî ile ilgili çığır açıcı çalışmanın yazarı Şerif Mardin.

Aynı şekilde, Said’in kariyerinin mihenk taşı, bir güç kaybı algılamasının çok ötesindeydi. O, önce Osmanlı’nın çöküşü, akabinde seküler cumhuriyetin kurulmasıyla bu kaybın en acısını yaşadı.

Konuşmacıları doğru anladıysam, siyasî anlamıyla kuvvet, yani iktidardan pek bahsetmediler. Onların kuvvetten kasdı, bunun yerine, iman gücünün insanları ve toplumu aydınlatmak için kullanılmasıydı. Onlara göre, dinsizlik fikri bireyleri ve toplumu bozan en büyük tehlikeydi. Bundandır ki, Said Nursî daima imana vurgu yapar; ve, bugün gözlemlediğim ve daha sonra tekrar tekrar karşılaştığım üzere, onun talebeleri, sürekli işlenen bir tema gibi, bu noktalar üzerinde manevî egzersizler yapıp kendilerini güçlendiriyorlar.

ERTESİ SABAH BULUTLAR görünmez oldu. Parlak kış güneşi granit grisi Erzurum üzerine yansıyor ve etraftaki tepelere yeni düşen karlar üzerinde ışıldıyordu. Öğrenci yurdunda yaptığımız, peynir, zeytin, bal ve çaydan müteşekkil kahvaltıdan sonra, şehri bir sabah vaktinde görmek için Harun’la ikimiz dışarı çıktık. Geçen geceden kalma su birikintilerinin üstü buzla kaplıydı. Çifte Minare yolundaki kaldırım taşları kırağı yüzünden kaygan olduğundan, ihtiyatlı olmamız gerekiyordu. Medrese’nin bitişiğinde Alâaddin Keykubat’ın kızı tarafından yaptırılmış, yontulmuş taştan yapılma, kare şeklinde, Selçuklu sanatının kalitesini gösteren bir türbe bulunuyor. İran’da gördüğüm gibi, burada da, küçük genç erkek grupları, bu erken saatte bile, görünmeyen gökyüzü ufuklarının camilerin mimarisinin temel parçası olduğu, semaya açılan sütunlu iç avluda geziniyorlardı. Örme takkeli iki sakallı ihtiyar, kapının yanındaki bankı güneşli bir yere sürükleyip üstüne oturdular ve Müslümanların Allah’ın isimlerini zikretmek için kullandığı tesbihlerini çekmeye başladılar.

Şehrin tarihî merkezinin ötesinde, yıkılmak üzere olan hamamın arkasında, başka bir anıt duruyordu. Orada, 1919 yazında, Mustafa Kemal’in—o sıralar, ‘Türklerin atası’ anlamındaki Atatürk soyadını henüz almamıştı—kaldığı, zırhlı kapısı olan bir ev vardı.

Gelibolu’nun kahraman savunucusu Mustafa Kemal, 1916 Mayıs’ında, ihtirasın harekete geçirdiği, milliyetçi hezeyanların güttüğü, ve İngilizlerin ipe sapa gelmez toprak ve imparatorluk haşmeti vaadlerinin ayarttığı Yunanlıların Asya’yı parçalamaya başlamak için İzmir’e askerî çıkarma yapmasından bir gün sonra, İstanbul’dan ayrılmıştı.

Kemal’in hedefi Karadeniz’deki Samsun limanıydı. Kendisinin görünürdeki misyonu, Doğuda çıkan karışıklığı sona erdirmekti. Ancak gerçek vazifesi ülkenin parçalanmış askerî gücünü yeniden organize edip savunma bayrağını dik tutmaktı. Birinci Dünya Savaşının galipleri olarak İstanbul’u yöneten İttifak kuvvetleri, Sultanın M. Kemal’i Dokuzuncu Ordu Müfettişi yapan yazısını isteyerek onayladılar. Veda görüşmesinde Padişah Vahideddin’in Mustafa Kemal’e, ülkeyi kurtarmanın onun gözünde Osmanlı hanedanının bitmesi anlamına geleceğini bilmeden, “Paşa, ülkeyi sen kurtarabilirsin” dediği söyleniyor.

Üç gün sonra, 19 Mayıs 1919 günü M. Kemal Samsun’a ulaşır. Bu tarih, Osmanlı devletini yıkacak ulusal bir devrimin başlangıcı olarak kabul edilir. M. Kemal, Samsun’dan doğuya doğru yoluna devam eder. Amasya’da Bağımsızlık Bildirisi yayınlar ve Türkleri Erzurum Kongresinden sonra yapılacak Sivas Kongresine davet eder. Türklerin kurtuluşu, yabancı işgali altındaki, fesada uğramış İstanbul’dan değil; parçalanmış, işgalcilerle uzlaşmış Osmanlı idaresinden değil, Anadolu’nun derinlerinden gelecektir; ondokuzuncu yüzyılda ‘Türk Ermenistanı’nın başkenti’ olarak bilinen, daha sonra Ermenilerin izinin kalmadığı bir şehirden... 23 Temmuz’da şehrin spor salonunda toplanan delegeler Mustafa Kemal’in şimdi ‘İstiklâl Harbi’ diye adlandırılan kararını onaylar. Burada, onlar, M. Kemal’in çelik eldivenli rehberliği altında, daha sonra Misak-ı Millî haline gelecek olan ilkeleri de ilan ederler.

Fransız Jakoben dilini, Prusya milliyetçiliğini ve Wilsoncu idealizmi benimseyen bu misak, Türklerin kendi kaderlerini belirleme hakları olduğunu teyid eder ve Anadolu ile Avrupa’nın Türkiye kısmının Yunan veya Ermeni devleti haline gelmesi imkânsız bölünmez bir bütün olduğunu vurgular.

Türkiye Cumhuriyeti’nin tanımlandığı ve temellerinin atıldığı bir yer olarak Erzurum’daki bu bina, nemli ve bakımsızdı. Büyük kapı gıcırdayark açıldığında Harun’la ikimiz antreye girdik. Ayakkabı çıkarmak gerekmiyordu. Biz bu büyük adamın mobilya ve küçük eşyalarının bulunduğu odayı gezerken, traşı düzgün olmayan bir bekçi merdivenlerden inerek bizi gözetledi. Oda toz ve ihmalkârlık kokuyordu. Etrafında üç sandalye olan odanın ortasında tahta bir masa etrafındaki, güneş ışığını eğik bir açı ile alan üç sandalye pasla kalınlaşmıştı. Onun arkasındaki, güve tarafından yenilen kırmızı kadife kumaşla kaplı sarkaç, hazin bir halde görünüyordu.

Uzaktaki bir duvarın üzerinde, camekanın arkasında yarı saklanmış, paradoksal bir şekilde ülkedeki İslâmî gelişmeye yeni bir enerji katan 12 Eylül ihtilalinin lideri General Kenan Evren’in resmî ziyaretini gösteren bir fotoğraf asılıydı. 80’lerdeki Amerikan Soğuk Savaş politikası, Rusya’nın etrafında muhafazakâr bir İslâmî ‘Yeşil Hat’ oluşturmaktı. Siyasî cinayetler ve aşırı sol ile faşist milliyetçiler arasındaki sokak çatışmaları, askerleri ve—daha da önemlisi—onların arkasındaki Washington’u, NATO’nun güneydoğusunda komünizme karşı bir siper olan Türkiye’nin bütünlüğünü muhafaza etmek üzere harekete geçmeye ikna etti.

Amerika’nın çıkarlarını savunmanın, ordunun Türkiye’nin değil, Türklerin kendilerine karşı Kemalist rejimin savunulması şeklindeki amacıyla sakat bir tarzda uyuştuğu ortaya çıktı. General Evren, dogmalara inançla bağlı kalırken daha büyük jeostratejik menfaatleri koruma gayretinde, hiçbir başarı sağlayamadı. Komünizme karşı bir antitez olarak İslâm’ı Türk politikasında çevreden merkeze getirerek, kendisini muhafaza etmeye yemin ettiği önemli kurumlardan birinin temelinin sarsılmasına katkıda bulundu.

ÖĞLE VAKTİ GELMİŞTİ. Ayrılma zamanıydı. Harun beni, tüm Türk kasaba ve şehirlerde olduğu gibi, şehirlerarası ulaşımın merkezi olan otogara götürdü. Beni otobüs peronuna kadar götürüp, elimi sıktıktan sonra, Van’a gitmek üzere otobüse bindirdi. Cilalı, krom renkli arabaya korku içinde bindim. Türkiye’deki otobüs hatları, fiyat ve hizmet için rekabet eden özel firmalar tarafından işletilir. Türk olmayan, fazladan prim ödemek durumunda kalabilir. Arabanın ortasında teknede imiş gibi yalpalayarak yürüyen muavin, bütün yolculara sıcak çay, hazır kahve veya gazoz servisi yapar ve düzenli olarak yolcuların eline kolonya döker. Yavaş giden kamyon ve tırları kör noktalarda solladıklarından dolayı, şehirlerarası otobüslere ‘yuvarlanan tabut’ namı da verilir. Geceye doğru vakit ilerledikçe, dar tepelerin kör noktalarında otobüslerin karşısına yavaş giden araçlar çıkar. Elbette, şoför için, hangi şartlarda olursa olsun sollamak bir zorunluluktur.

Türklerin hafızalarında seyahat ile ilgili uzun, ancak muhtemelen doğru, başkasından aktarma hikâyeler var. Karşıdan gelen petrol tankeri ile çaresizce kafa kafaya gelip çarpışan otobüs, boğaza birden dalan ölümcül kaymalar ve yuvarlanmalar, Kürt gerillaları tarafından yolda durdurulma, terörist avına çıkan tetik sevdalısı jandarmanın elinden çıkan kuşuna hedef olma bu hikâyelerin başlıcaları. Muavin arabayı çalıştırırken, yolcular “Bismillâhirrahmânirrahîm” diye fısıldayarak arabaya bindiler. Şoför kapaları kapatıp, Mercedes-Benz arabayı otogar kapısından çıkardı ve Anadolu’nun büyük karayoluna girdi. Ben de kendi kendime “Bismillâhirrahmânirrahîm”in İngilizce mealini söyledim. Ne olacağından asla emin olamazsınız.

Otobüs çorak, karla kaplı dağlar, yalnızca anızların kaldığı geniş ovalar, ve taşlı yokuşlardan geçerken karşılaştığım kasaba ve köyler gittikçe fakir, kirli ve çamurlu bir manzara arzediyordu. Pasinler kalesinin yanından geçtikten sonra, çiftçilik şehri Horasan’da birden aracımızın önüne fırlayan bir bisikletliyi az kalsın ezecektik. Kasabalar arasında yol kenarında gördüğüm, ufak, toprak ve samandan yapılma, tahta pencereli ve ot yığınları arasındaki, İran’da rastladığım yapıları andıran yerleşim yerleri dikkatimi çekti. Yalnızca mandalar eksikti.

Arabamız yol kavşağımız üzerindeki Ağrı’da dururken, arkada bıraktığı tozlar üzerimize yağmaya başladı. Geldiğimiz anayol Doğubeyazıt’a ve oradan İran sınırına uzanıyordu. Kaptan, otogara girmek yerine, arabayı şehrin kenarındaki bir benzin istasyonuna çekti. Kazlar önceki gün yağan yağmurdan kalan su birikintisinin içinde yiyecek arıyorlardı. Başörtülü bir hanım yaprak dökmüş ağaçlar arasındaki çamaşır ipine yıkadığı çamaşırları asıyordu. Parlak lastik botlar giyen çocuklar çamurun içinde yürüyorlardı. Sessiz ve sakin gökyüzüne yüzlerce bacadan kömür dumanı yükseliyordu. Güneş ışıkları ufuktan iyice kaybolur ve hava soğumaya başlarken, çatılar arasında ezan sesi yankılanıyordu.

Karanlığa denk gelen yolculuğumuzun geriye kalan üç saatlik kısmında, arabanın farlarından çıkan ışıklarla görünen küçük çalılıklar, tozlu, loş aydınlanması olan kasabalar ve az sayıda trafik levhalarından ibaret bir manzara hâkimdi.

Sağ tarafımdaki trafik levhası Malazgirt’i gösteriyordu. Asya’da tarihin kalıntıları, pürüzlü şuurlardaki tozlu tabakalar arasında güçlükle kaybolur. Avrupalı tarihçilerin ‘Manzikert’ diye adlandırdıkları ovada 1071 Ağustos’unda Sultan Alp Arslan komutasındaki Selçuklu ordusu kendilerinden sayıca üstün, başlarında İmparator IV. Romanus Diogenes’in bulunduğu Bizans ordusuyla karşı karşıya gelir. Bizanslılara göre, Selçuklular kendi maiyetlerindeki paralı Türkmen birlikleri kardeşleriyle savaşmak istemediği için zafere ulaştılar. Kazanma şansına rağmen, Sultan, barış anlaşması teklifinde bulunur. Romalılar ise, kendilerine aşırı güvenden dolayı bunu reddeder. Cuma günü Cuma namazından sonra Alp Arslan atağa geçer. Roussel de Bailleul’un yönetimindeki Norman askerlerinden oluşan paralı birlik de savaş alanından kaçınca, panik içindeki Bizanslılar savaşı kaybeder. Yenilgi, burada sıkça gerçekleştiği gibi, merhametsiz duygularla bozguna dönüşür.

Alp Arslan zaferde bile alicenap biriydi. O ve tutsak imparator ebedî bir barış ve dostluk anlaşması imzaladıktan sonra, Alp Arslan Romanus Diogenes’i serbest bırakır. Ancak, Diogenes, Konstantinopol’e döndüğünde muhalif politikacılar tarafından aşağılanarak gözleri kör edilir.

Malazgirt zaferi, Bizanslıların Küçük Asya’daki kaderine damgasını vurur. Ondokuzuncu yüzyılda, Alman bilim adamı H. Gelzer, “Medeniyetin beşiği, İslâm barbarlığına ve tam bir vahşiliğe yem oldu” diye yazmaktadır. Burası Alp Arslan’ın halefi Süleyman ibn Kutalmış’ın daha sonraları Rum Sultanlığını [Anadolu Selçuklu devletini] kurup Konya’yı başkent yaptığı diyardı. Bu ‘barbarlık ve vahşet’ diyarı, Gelzer gibi Alman oryantalistlerin sözlerinin rağmına, evrensel aşkın şairi Mevlânâ’yı bağrında yetiştirmiştir.

Otobüs Van Gölü’nün sahiline dönmeden önce, uzaktan ışıklar göl suları üzerinde parıldıyordu. Toz bulutu içinde ana meydana girdiğimizde, henüz yolculuğun yedinci saati içindeydik. Şehir ışıkları, Erzurum’da parlak olmasına rağmen, Van’da loştu ve kömürün acı dumanları burnumu sızlatıyordu.

  28.12.2003

© 2021 karakalem.net, Fred A. Reed

  1.  Bu yazının geçtiği eseri incelemek -veya satın almak- istiyorum.



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut