BİR AN BAŞINIZI YERDEN KALDIRIP göğe çevirerek, gögün lime lime dağılmış bulutlar ile, saf saf uçan kuşlar ile süslü güzel yüzüne bakın. O güzelim tablo, ne de güzeldir! Ya bulutsuz bir gecede ışıl ışıl yanan gök kandillerinin bayramını seyre ne demeli?
Ama gün olur, gece olur, günler geceye eklenip ay olur, aylar olur da, başımızı yerden kaldıramayız nedense. Yerdenóyani, işimizden gücümüzden, gündelik meşgalelerden, borçtan, alacaktan, "Şunu alsaydım keşke, bunu satsam"lardan...
Ve biz göe bakmadıkça, gök bizden küser, uzaklaşır. O bizden uzaklaştıkça, biz dipsiz bir yer kuyusuna iner dururuz. Sonunda mutsuz çehreler, huzursuz evler, sancılı kalbler, dertli başlar dolar dünyamıza. Şu güzel dünya, biz o meşgalelere daldıkça kararır, soğur, asıklaşır. Bir zindan olur. Hatta, bir nevi cehennem oluverir.
O meşgalelerin, o gündelik küçük hesapların ötesinde, ötelerde bizi bütün ruhumuzla kucaklayan bir sır olmalı ki, ötelerin ve bu yerin Sahibi, Kur’ân’ıyla bizi oraları seyre çağırıyor. Başımızı onlara; o kuşlara, bulutlara, yıldızlara çevirelim istiyor. "Çevir gözünü semaya" diyor. "Üstlerinde kanat açıp kapayarak uçan kuşları görmüyorlar mı?" diye haber gönderiyor. Sonra, "Yeryüzünde seyahat edin" diyor. "Seyahat edin"óyani, kabuğunuzu kırın, yarattıklarımı görün, seyredin, düşünün. "Şüphesiz, bunda iman eden bir kavim için nice deliller ve ibretler vardır" diyor sonra. "Allah size delillerini gösteriyor" buyuruyor.
İster misiniz; bir günlüğüne şu gündelik hayatın o kapalı ve sıkıcı havasından sıyrılalım? İster misiniz; o davete uyup kırlara uzanalım, deniz kenarında dolaşalım, gökleri seyre dalalım? Gezdikçe huzur bulur, gözümüzü onlara çevirdikçe soru küpü oluruz. Ama bu sorulardan sıkılmayız. Kırların, denizlerin, göklerin davet ettiği o sorularóbakkal, çarşı, manav, market, taksit hesaplarının aksineóbizi rahatlatır, ufkumuzu açar. Sordukça rahatlarız. Sordukça, bir martı kadar mutlu, yeni ufuklara kanat açarız. Sordukça perdeler aralanır, kapılar açılır, ufuk genişler.
Sorarız: Bütün bu şeylerin hepsi güzel, hepsi sevimli, hepsi harika. Ama neden öyle? Hepsi neden var, ve neden bu şekilde var?
Şırıl şırıl akan incecik bir dere kenarında bu sorularla geçer gideriz. Bir deniz kenarında, bu sorularla beraber düşünceye dalarız. Deredeki damlacıklar, denizdeki kabarcıklar güneşi bildirir; göğe bakarız ve güneş bize "Merhaba!" der. Derede, denizde yanıp sönen, ışıl ışıl oynaşan o kabarcıklar o daimî güneşi haber verir, onun ışığını aksettirir. "Demek," deriz, "o kabarcıklar bir güneşin habercisi." Bu sırrı yakaladığımız an, ‘oraların Sahibi’nin seslenişi kulaklarımıza çarpıverir: "Allah size delillerini gösteriyor." Öyleyse, şu kabarcıklar güneşi bildirdiği gibi, şu etrafımızda görünenler de bir Güneşin habercisi.
Akıl tasdik eder, ‘evet’ mührünü basar. Doğrudur çünkü.
Öyledir de, o ‘deliller,’ o ‘işaretler,’ o ‘âyetler’ nasıl anlaşılır? Allah o işaretler ile nasıl bilinir?
Bu defa, bu soruya cevap bulmakla meşgul, devam ederiz yürümeye. Derken bir kır evi, yahut bir balıkçı kulübesi gözümüze takılır. Durup bakarız. Bu minik ev, bu kulübe, durup dururken olmadı, deriz. "Ne de şirin! Kim yapmış acaba?" O ‘kim’ bir anahtar olur. Ve gerisi akıp gider.
O evin ‘var’lığı için, birinin ‘kim’liği gerekir gerçekten. Bir kır evinin yahut bir kulübenin varlığı için, bir ustanın var olması gerekir. O ustanın ise, önce evin planını kafasında çizmiş olması gerekir. O evin çatısını o şekilde oturtmak için, ustanın aynı zamanda iyi bir dülger olması da gerekir. Pencere pervazlarını öylesine sade ve güzel yapmak ise, bir parça nakkaşlık ister. Demek ki, bu ev, dülgerlik, nakkaşlık, ustalık özelliklerine beraberce sahip biri; dülger ve nakkaş bir usta tarafından yapılmıştır.
Peki, ev için öyle düşünüp de, evin yanıbaşındaki narin söğüt, arkasındaki kocaman kavak, avlusundaki gül, leylak ve sümbül için bunu düşünmemek mümkün müdür?
Bu düşünce ile yolumuzu sürdürür isek eğer, gördüğümüz her bir şeyókuşlar, bulutlar, ağaçlar, otlar, taşlar, çiçekleróbambaşka bir hal alıverir. Hepsi, sanki gökkuşağı gibi bir renk ayrımına uğrar ve içinde sakladığı yedi rengi dışa vurur; kendisini Yapanı, özellikleri ile renk renk anlatıp tanıttırır. Kuşların o güzelim kanatlarında, çiçeğin o kat kat yaprağında, ağaçların o sırım sırım sıralanmış dallarında bir düzen, bir intizam, bir ölçü bizi karşılar. Oradan ağacı, kanatları, çiçeği o düzenle yaratan Munazzım’ı, o ölçüyü koyan Mukaddir’i, onları öyle tasvir eden Musavvir’i tanırız. Bakarız: Ağaç vardır, kuş vardır, çiçek vardır; hepsi yapılmıştır. Demek o tasvir eden ve yapan, Musavvir ve Sâni’dir de; tasvirini sanatla yapmıştır. O, ağaç ile, kuş ile, çiçek ile, ilim sahibi olduğunu da bildirir, Alîm ismini okutturur. Onlara en uygun şekli verdiğini hikmet gözüyle göstermesi ile de, Hakîm ismini okutturur.
Ve bu silsile, böylece uzar gider. Her bir isim birbirine bakar, bir başka ismin kapısını açar ve Allah’ı o isimleri ile bize tanıttırır. Bu silsile ile, ‘oraların Sahibi’ni gerçekten tanımaya başlarız. Belki çok önceden "Bütün bunları birisi yapmıştır mutlaka. Bir kitabın yazarı, bir evin ustası olduğuna göre, bunları da yapan biri vardır" diye düşünmüşüzdür. Ama bu düşünce, ancak böylesi bir silise ile o yazarı, o ustayı daha yakından, bütün özellikleri, isimleri, nitelikleri ile tanıma yoluna girer. Artık biliriz ki, bütün bunları yapan sadece usta değildir. Bunları yazan, sadece yazar değildir. Aynı zamanda Munazzım’dır, Mukaddir’dir, Musavvir’dir, Alîm ve Hakîm’dir de... Her bir ismi anladıkça, her birini kavradıkça, "Lâ ilâhe illallah" derken, mânâ olarak "Lâ munazzime illallah," "Lâ alîme illallah" ... da demeye daşlarız. O’dan başka ilah, rab, munazzım, mukaddir, alîm, hakîm, kadîr, rahîm olmadığı inancı kalbimize yerleşir. Kur’ân’ın, "O Allah ki, O’ndan başka ilah yoktur; bütün güzel isimler O’nundur" âyeti, bu şekilde kalbimizde ma’kes bulur. Varoluşumuz, anlamını, bu tasdik ile bulmaya başlar. Bu tasdik ile hayatımız temellenir, şekillenir.
Çünkü bu tasdik, "Bütün güzel isimler Kendisinin olan Allah’tan başka ilah yoktur" demektir de. Yani bütün eşyayı yapan, bu isimlerin sahibidir; her bir şeyin vücut bulması bu isimleri, bu özellikleri gerektirir. O halde, birbirine bakan, birbirini gösteren bu isimlerin tümüne sahip olmayan başka biri, ilah olamaz. İlah değilse, o başkaları, ibadet edilmeye lâyık da değildir. Şuurumuza bu anlayış yerleştikçe, duygularımıza bu sır nüfuz ettikçe, birşeylerden kurtulduğumuzu hissederiz. Bütün varlığımız ile yalnız O’na, o güzel isimlerin Sahibine yöneldikçe de, sahteliklerin içimizdeki saltanatı yıkılır. Sahte ilahlar dünyamızdan bir bir silinir. Hürriyetimize kavuşuruz. Hürriyet bu değil midir zaten?
Bu şuur, bizi en başka kendi nefsimizin, kendi heveslerimizin esaretinden çekip kurtarır. Allah Mâlik ise eğer, bütün mülk O’nun ise, ben de O’na aitim deriz. O halde, kendi vücudumu istediğim gibi kullanamam. Ancak asıl Sahibinin izni ve rızası dahilinde kullanabilirim. Allah Alîm ise eğer, sonsuz ilim sahibiyse, bizim ilmimiz yoktur; ‘bizim’ dediğimiz de, bize verilmiş olandır, O’nun bize verdiğidir, O’nun hediyesidir, O’nun emanetidir. Allah Rab ise eğer, terbiye ve idare eden O ise, hayatımızın tedbirini gören, vücudumuzu idare eden de O’dur. O halde ne diye binlerce makinenin içiçe sayısız vazifelerle çalıştığı o daima tazelenen vücut makinesini sahiplenelim? Onu terbiye ve idare edenin ‘biz’ olduğumuzu ne diye iddia edelim? Hem Allah Rezzak’tır. İştihayla dilimize aldığımız sayısız rızk, midemizde işlenir. Ve kılcal damarlar ile ayrıştırılıp, kan dolaşımıyla her bir organımıza, her bir hücremize dağıtılır, hayatımız o sayede devam eder. Hal bu iken, nasıl rızkı kendimiz veriyoruz diye iddia edebiliriz? Hem O Kadîr’dir. Vücudumuz o rızıklarla işler, çalışır; koşarız, düşünürüz, yazarız, okuruz. Bizim kurmadığımız bir vücudu, bizim sahip olmadığımız gıdalarla çalıştıran o Rab ve Rezzak, koşma, yürüme, işleyip çalışma gücünü de verir. Bu apaçık ortadayken, kudreti kendimize vermemiz nasıl mümkün olur?
Ve diğer isimler... Ve her biri karşısında nefsimizin O’na teslim oluşu...
Hem niye sair sebeplere bir kudret, bir ilim, bir mâlikiyet veriyoruz ki? Bütün isimlere birden sahip olmayan tek bir isme bile sahip çıkamayacağı halde, nasıl olur da bahçıvana, manava, ağaca, toprağa, güneşe sahip gözüyle, yapıp yaratıcı gözüyle bakarız? Meselâ, hoş bir bahar hediyesi olarak mutfağımıza girmeye hazırlanan o enfes kirazlar kimin eseri? Kiraz ağacı kenarında küreğine yaslanmış yorgun bahçıvanın mı? Akılsız, şuursuz, bizden habersiz ağacın mı? Gözsüz suyun, elsiz güneşin, sağır havanın mı? Cevap ‘hayır’dır. Mâlûmdur ki, kiraz ağacını, bütün isimlerini onda tecelli ettirerek var eden ancak O’dur. Kiraz ağacının ışık aldığı güneşi, kök saldığı toprağı, ihtiyaç duyduğu suyu, havayı, baharı var eden yine O’dur. Kirazın bizlere kadar gelmesi için bahçıvanı, kabzımalı, pazarcıyı, manavı yaratan ve çalıştıran, yine O’du. Bize kirazı yeme iştihası vermek de yine O’na mahsustur. O halde, ne pazardan yahut manavdan aldığımız kiraza verdiğimiz ücret kirazı bizim yapar; ne de bizi manava, bahçıvana, ağaca, suya.. kulluğa mecbur eder. Bilakis, bu şuur ile bütün o yaratılanları geride bırakıp O’na, kirazda görünen isimlerin sahibine yöneliriz. Yalnız O’na şükrederiz. Yalnız O’ndan medet bekler, ancak O’ndan yardım dileriz.
Öyle değil mi? Hayatımızda, hatta her bir günümüzde O’ndan medet ve yardım beklediğimiz nice anlar yaşıyoruz! Gün olur, başımız derde girer. Gün olur, hasta oluruz. Gün olur, birşeyler kaybederiz. Hayatımız, ayrı ayrı güzellikler, ayrı ayrı tadlar kadar, acılar, elemler, sıkıntılar, musibetler, felaketler ile de örülmüştür. O hastalıkla, o musibetle, o felâketle karşılaştıkça, bizi bir düşünce sarar: "Hani ‘Ben yaparım, ben ederim’ diyordun. Hadi yapsana!" Yapamayız, yapmaya gücümüz yetmez; bunu anlarız. Ve artık biliriz ki, biz âciziz; bizde zannettiğimiz kudret, o Kadîr-i Zülcelâl’in bize bir ihsanıdır. Yatağa düşer, akciğerimize "İyileş!" diyemeyiz. Desek de neye yarar? Ama bir de bakarız, iyileşmişiz. Böylece biliriz ki, hastalığı veren, bizi sıhhat içinde yaşatandır ve O şifa verendir. Biz onun Şâfi olduğunu sıhhatliyken bilemediğimiz için, hastalığı vererek, bize bir hatırlatmada bulunmuştur.
Böylece, musibetlerin, elemlerin, acıların, hastalıkların ağlayan yüzü gülmeye başlar. Belâ bildiklerimiz rahmet olur. Ceza bildiğimiz, nimet olur. Onlar da Mün’im’i tanıttırır. Ve biz, o musibetler, elemler, hastalıklar ile içimize konmuş acz, zaaf, fakr madenini işlemeye başlarız. Her bir organımızın, her bir dokumuzun diliyle O’na yönelip O’ndan medet bekler hale geliriz. Said Nursî’nin o hoş ifadesiyle, "Güya insan, o arızalar ile, ayrı ayrı binler kalemi tazammun eden müteharrik bir kalem olur." Hayat sayfalarında başına gelenleri yazar, ve onları Allah’ın isimlerine bir ilânname yapar. Ve huzur ile, neşe ile, gülerek, Said Nursî misali, "Madem hayat Allah’ın güzel isimlerinin nakışlarını gösterir, hayatın başına gelen herşey güzeldir" diye görüp bilmeye başlar.
Ama bu defa aklımızı ölümler, yokluğa gitmeler, zevaller çeler. Bir yakınımız vefat eder, dünyamız kararıverir. Bahar son bulur, kalbimiz hüzne boğulur. Gül solar, bülbül ölür; ağlarız. Hayatımız tatlı bir rüya gibi akıp gitmede iken, o ölümler ve zevaller ile birden kâbusa dönüşüverir. Her yerden ayrılık elemi kaplar içimizi. Her sevdiğimizden ayrılmanın ıztırabıyla kahroluruz. Sonsuzluk isteriz. İsteriz ki, ne o sevdiğimiz, ne bahar, ne gül, ne bülbül ölmesinler, ben de ölmeyeyim; sonsuza dek birlikte yaşayalım.
Birden bir ümit belirir içimizde. Sahi, sonsuza dek yaşar mıyız? Bu, olabilir mi?
Işık büyür, ışık genişler ve bütün varlığımız o güneşin müjdesiyle haykırır. Hepsi, sonsuzluk isteyen kalbimize haykırırlar. Mide, "Bak," der, "ben çeşit çeşit nimetlerle, rızıklarla besleniyorum. Her arzum karşılanıyor." Dil ise, "Ben de" der, "bak, ayrı ayrı tadlar istiyorum ve hepsi de veriliyor." Akciğer dile gelir. "Ben de" diye söz alır. Her bir organımız, kendi hal diliyle, o müjdeyi haykırır. Ve aklım, hepsi adına kalbime sorar: "Şu dünyada o küçük midenin en küçük arzusunu sayısız nimetlerle karşılayan o Rabb-ı Rahîm, senin büyük ve daimî ve haklı ve hakikatli arzunu karşılamasın; hiç mümkün mü? O Rahîm’dir; duanı ve ricanı kabul edecektir. Sana sonsuzluğu verecektir. Hem o Kadîr’dir de; sana sonsuzluğu vermeye gücü yeter."
Kalbimiz ‘evet’ deyip tasdik eder. Ruhumuz mest olur. Ruhumuz O’nu isimleriyle tanıyarak her an O’nun huzurunda olmanın şuuruyla gelen huzuru bulur. Ve o huzur ile, şu kısacak dünyada o Bâkî-i Zülcelâl’e, o Cemîl-i Sermedî’ye, O sonsuz Güzele yönelir, gideriz. Ve sonsuz mutluluğu, daha şimdiden yaşamaya başlarız.