ONUNLA MOR DAĞLARA YASLANMIŞ ufacık bir tepeciğinde eteğinde tanıştım. Zeytin ağaçlarının boz yeşilinin yeni çiçeklenmiş bademlerin bahar şenliğine karıştığı, mor çiğdemlerle sarı çiçeklerin esen tatlı rüzgârla sarmaş dolaş oynaştığı o yerde, bir taşın üstüne oturmuş, etrafı seyrediyordum ki, göğün yüzünde raksedercesine çıkageldi. Geldi, yaklaştı ve yanıbaşıma kondu. O ne güzellikti Rabbim! O ne güzel bir kelebekti! Geldi, incecik beline yüklediği kadife tüylü güzelim kanatlarını iyice yaydı ve beni eşsiz bir işlemeyle başbaşa bıraktı.
Belki on dakika onu seyrettim. Siyah kadife kanatlarına, o kanatları çevreleyen incecik nakışlara, o siyah kanatların üst başına kondurulmuş sarı beneğe, o sarı beneğin ortasındaki siyah işlemeye hayran oldum. Ben öylece onu seyrederken, birden kanatlarını kapayıverdi; açtı, kapadı, açtı, kapadı. Baktım, baktım, ve birden gözümden kaybediverdim. Uçmuştu. Sanki, "Sen başka kelebekleri gör, ben başka insanlara görüneyim" dercesine.
İyi de, bana niye görünmüştü ki? Neden kendisini bana göstermişti? Şu kırlarda dolapı durmasının sırrı neydi, hikmeti neydi?
Kalktım. Yürümeye başladım. Kafamda sorular oynaşıyordu. Etrafımda başka başka kelebekler uçuştular. Onlar uçtu, ben sordum; onlar bana göründü, ben düşündüm. Yürüdükçe, o eşsiz renk cümbüşleri kalbime doldular. Onlar kalbime doldukça, sorular birleşti, ve tek bir bulup olup aklıma yağdı: "NEDEN?"
Cevabı bilmiyordum. Ama kelebek de güzeldi, o soru da. Kelebekler de güzeldi, sorular da...
* * *
Aklım o soruyla meşgul halde kırda dolaşırken, vaktiyle okuduğum bir kitabın bir bölümü hatırıma geldi. O kitabın yazarı da kırlarda gezmiş, dolaşmış; gördüğü güzelliklere hayran olmuştu. Kitabında, gördüğü, hayran olduğu, sevdiği kelebeklerin, güllerin, lâlelerin neden böyle güzel, alımlı ve tatlı olduklarına cevap arıyordu. Onların kendi dünyasına ne gibi mânâlar taşıdığın anlatıyordu.
Nasıl mı? Cevabın yolu, galiba bir misalden başlıyordu. Gayet güzel bir çiçek resmi yapan bir ressam, gayet sanatlı bir heykel yapan bir heykeltraş misalinden. Soruyordu: Bu çiçeğin, bu heykelin var olması için hangi özellikler gerekiyor?
Ben de, onunla beraber kendime sormuş ve düşünmüştüm. Bir kere, onların olması için, önceden anahatları ile belirlenmeleri gerekir. O belirleme, o tayin ise gelişigüzel olamaz. Muhakkak, bir düzeni gözeterek; bir ölçü, bir takdir içinde olur. O düzenlemeyi, o ölçmeyi yapmak ise bilgi ister, hikmet ister; nasıl ve niye yapılacağını bilmeyi gerektirir. Ancak bu özelliklere sbahip biri o çiçeğin resimin ve o hasnânın heykelini kafasında tasvir edip gerçekten yapabilir. Hem öyle özene bezene yapar ki, o resme, o heykele gözümüz takıldığı an, orada kalakalırız. Yani sanatla yapar; süslü, güzel bir şekil verip yapar. O kadar ki, yaptığı o şey bize âdeta gülümser, "Gelin, seyredin beni!" der ve biz ona bakmaya doyamayız.
Peki ama niye yapar, niye böyle süsleyerek yapar? Kendisinde var olan ama benim bilmediğim özellikleri tanıtmak; sanatını ve dolayısıyla kendisini sevdirmek istediğinden. O çiçek, o heykel olmasa onu nasıl bilir, nasıl tanıyabilir, nasıl severim ki? Diğer taraftan, o güzel, sanatlı, süslü şeyler olmadan da yaşayamam. O zaman dünya kuru, kof ve boş gelirdi bana. Sıkıntıdan patlardım. Demek, onları yapan, beni de tanıyor; benim ruhumdaki o güzellikle görme isteğini, iştiyakını biliyor. Yapmasıyla, benim isteklerimi, ihtiyaçlarımı bildiğini, onları karşılamak istediğini bildiriyor. Sanki, o çiçek ile, o heykel ile bana "Benim özelliklerim bunlar. Ve sen bu özellikleri görüp sevmek istiyorsun, bunu biliyorum. İşte sana gösteriyorum" diye sesleniyor.
Aklımda bu örnek, düşünmeye başladım:
Kelebeğin var olması için de, o çiçek resmi veya hasnâ heykeli gibi, birinin önce onu anahatlarıyla, sonra ayrıntılarıyla belirlemesi gerekiyor. Bu belirleme de, belli bir düzene bağlanarak, belli bir ölçü içinde yapılır. Kelebeğin tasviri, planının çizilip tasarlanması ancak böyle olur. Demek kelebeği yapan, ölçüp biçen bir Mukaddir, düzen veren bir Munazzım, tasvir edip tasarlayan bir Musavvir’dir.
Bu tasvirin bir cisim giymesi, elle tutulup gözle görünür hale gelmesi için bu özellikler yeterli olmaz. Kelebeğe cisim giydirmek için, bunun nasıl olacağını bilmek ve en uygun olanını belirlemek, yani ilim ve hikmet lâzım gelir. Demek, onu yapan, ilim ve hikmet sahibi Biridir; yani Alîm ve Hakîm’dir.
Ve kelebek var, gözümüzün önünde! Yapılmış, vücut verilmiş. Üstelik, sanatlı bir şekilde yapılmış. Demek onu yapan Sâni’dir; tasvir ettiğini sanatla yapandır. Ve kelebeği yapmak, O’nun her bir zerresine hükmedeni; her bir zerresiyle beraber o sanatlı mevcuda nizam vermeye gücü yeteni bildiriyor. Demek onu yapan Kadîr’dir.
Kelebek öyle yapılmış ki, o güzelim haliyle, o süslü kanatları, kadife tüyleri, o tatlı benekleri, narin bedeni, o hoş kanat çırpmaları ile sanki bana gülüyor, gülümsüyor, gülücükler dağıtarak emsalsiz bir güzellik ziyafeti sunuyor. Demek, onu yapan, lutfeden, ikramı sevendir; yani Latîf ve Kerîm’dir.
Ve kelebeği lütuf ve keremle yapan O, beni de biliyor olmalı ki, kelebeği benim seveceğim, benim hayran kalıp âşık olacağım bir suretle yapıyor. Benim güzelliğe olan meylimi biliyor ki, kelebeği o güzelim haliyle bana sevdirip beni sevindiriyor. Kendisini ve Kendisinin beni de bildiğini bildiren bir mektup gibi, kelebeği gözümün önüne gönderiyor. Demek kelebeği yapan Mâruf’tur, tanınmak istiyor ve kendini tanıtıyor; Vedûd’dur, seviyor, sevdiriyor ve sevindiriyor.
Onu öyle güzellikler, süsler içinde yapan, beni biliyor; benim güzelliklere muhtaç, güzele âşık ruhumu tanıyor. Ama onunla kalmıyor, ruhumun o ihtiyacına, duygularımın o arzusuna cevap veriyor, onları karşılıyor, onları tatmin ediyor. Demek, kelebeği yapan, beni de ona muhatap eden, şefkat ve merhamet sahibi Birisidir. Rahîm’dir, bana merhamet ediyor. Hannân’dır, bana acıyıp şefkat ediyor.
Hem aslında, kelebeği yapan O olduğu gibi, beni kelebeğin karşısına koyan da O. Ben önceden kelebeği aklımdan geçirmemiştim. Daha annemin karnındayken, "Kelebekli bir dünya isterim; yoksa dünyaya gelmem" filan da dememiştim. ama kelebeği daha ilk görüşümde sevmişim. Ve şimdi, kelebeksiz bir dünya düşünemiyorum. Demek kelebeği yapan ve beni de onun karşısına koyan beni benden daha iyi tanıyor ve beni kelebeğin karşısına koymakla benden O’nun bütün bu özelliklerini; bu güzel ve mükemmel vasıflarını bilip sevmemi istiyor. O kadar güzel ve mükemmel yapmış ki, onunla Kendi güzelliğini ve mükemmelliğini gözüme gösteriyor. Kelebek ile bildiriyor ki, O, güzellik sahibidir, Cemîl’dir. En mükemmel şekilde yapar; çünkü kemâl sahibi bir Zülkemâl’dir.
* * *
Ruhum kelebeğin verdiği o kâinat dersinden mest; başka güzelliklerden başka dersler almak; başka güzellikler ile O’nun güzel isimlerini biraz daha tanımak arzusuyla tepelere tırmandım. Neşeliydim, yüzüm gülüyordu. Papatyalar, çiğdemler, ebegümeçleri, iğnelikler, yosunlar ve daha binlerce güzel ot ve çiçek önümdeydi, yanımdaydı, ayağımın altındaydı. Kelebeğin verdiği dersin tesiriyle, O Güzeli haber veren bu güzellikleri incitmek istemedim.
Yavaş yavaş yürüdüm. İnanır mısınız, taşlara bile başı dik ve mağrur bir edayla basamadım. Onlar bile öyle nazlı, öyle nakışlı idiler ki! Hem, göğüslerine yaslanmış ufacık tohumlar karşısında öylesine yumuşak kalbli idiler ki!
Yürüdüm. Kâh durdum, ovaya doğru sıra sıra bahar müjdelerini seyrettim. Kâh diz çöktüm; bir çiğdemi, bir papatyayı, bir çam fidanını, bir yosunu, bir taşı seyre daldım. Kâh gözümü yumup çimenlere uzandım; bülbülleri, serçeyi dinledim. Kelebekler ise, yine uçuşuyordu. Kelebekler güzeldi doğrusu, ama bunlar da güzeldi. Yosun bile, taş bile. Demek bakmasını bilmek lâzımmış. Demek daha önce pek güzel bakamamışım.
Herşe o kadar güzeldi ki, "Hangisi daha güzel?" diye sormak gelmedi içimden. Hepsi güzeldi; ‘daha’sı yoktu. Hepsi en güzeldi! Papatya papatya olarak, otlar ot olarak, bülbül bülbül olarak, çamlar çam olarak, yosunlar yosun olarak, taşlar taş olarak en güzeldi.
O güzellikleri seyre dalmışken, göğe bakmayı bile unutmuşum. Göğün karardığının farkına, ancak yağmur şıpıltılarını duyunca vardım. Bülbüller sustular; ya bir çam ya da bir zeytin kovuğuna sinip yapraklar ile yağmurun, yağmur ile toprağın, yer ile göğün kucaklaşmasını seyre koyuldular. Damlalar gökten sicim gibi yağıyor, yapraklara dokunup ‘şıpıl, şıpıl’ selamlaşıyor, ‘lıp, lıp, lıp’ yere iniyordu. Yağmur da güzelmiş! Ya o arada bulutlar arasından başını uzatan güneşle birlikte gelen gökkuşağına ne demeli?
Öyle mest oldum ki, "Şuna bak" dedim, "hepsi güzel, hepsi..." Hepsi sevimli, hepsi alımlı. Yerin yüzü de gülüyor, göğün yüzü de. İkisi birlik olup bana gülümsüyor. Yağmur da sevimli, onu ana şefkatiyle bağrına basan kara toprak da. Papatya da narin, kelebek de. Badem ağacı da alımlı, bülbüller de. Hepsi güzel. Bahar da, bu güzellerden derlenmiş kucak dolusu bir güzellik buketi...
* * *
Düşündüm. Kelebek bir işaret ise, bu çiçekler, ağaçlar, kuşlar ve koca bahar da öyle. O halde, kelebeğin sordurduğu soruların cevabını, niye onlardan da öğrenmeyeyim?
Ve hepsine o gözle baktım. Bir bülbülün, bir kavak ağacının, bir papatyanın, bir yosunun var olması, onların bir düzen ve ölçü içinde, o düzen ve ölçüyle gelen bir ilim ve hikmet ile tasvir edilip yapılmasıyla mümkün. Bülbül de öyle olmuş, kavaklar da, yosun da, papatya da, bahar da. Demek hepsi o sessiz gülücükleri içinde, onları tanzim eden Munazzım’ı, takdir eden Mukaddir’i, tasvir eden Musavvir’i Alîm ve Hakîm ve Sâni’ isimleriyle beraber bildiriyor. Hepsi ayrı bir duyguma ayrı bir ziyafet çekerek lütuf ve keremiyle Latîf ve Kerîm; kendini bize tanıtıp sevdirdiğini hissettirerek Mâruf ve Vedûd; şefkat ve merhametini hatırlatarak da Rahîm ve Hannân isimlerini bildiriyor. Ve hem tek tek, hem de yekpare güzellikleri ile, O’nun Cemîl ve Zülkemâl olduğunu da bildiriyorlar.
Üstelik, hiçbiri bir tek değil. Hepsi, binlerce, milyonlarca. Binler çeşit güzelliğin her bir nev’inden binler örnek var. Sadece o tepeciğin etrafında; sadece o baharda. Ya bütün yeryüzünde olanlar? Ya onca bahardan beri gelip geçenler? Biri yapılmışsa hepsi yapılmış. Biri O’nunsa, hepsi de O’nun. Demek hepsi birlik olup o sonsuz çokluğu bir birlik içinde yaratanı bildiriyor. Hepsi birlikte bildiriyorlar ki, o Birdir, Vâhid’dir; bütün özelliklerinin cilvesini her bir şeyde gösterir, yani Ehad’dir.
Düşünmeye devam ettim: Yeryüzü, şu tepe gibi, şu eteklerden ufka uzanan ova gibi, rengârenk bir halı sanki. Üstünde milyarlarca ilmik ile sayısız nakışlar işlenip yeşil bir tabana döşenmiş. Ama bugün, şu bahar gününde öyle. Üç ay önce? O sıralar, bu yerler kupkuru, sapsarı idi; ölmüş gibiydi. O kuru topraktan rengârenk nakışlar çıktı. Kurumuş dallar cıvıl cıvıl çiçeklendiler. Tohumlar açıldılar; içlerinde gizli programa papatya, çiğdem, sarıçiçek, sümbül... elbisesi giydirildi. Kökle ruyanıp dallara gıda taşıdılar. Dallar mutafında çiçekler pişirildi. Hiçbir şey birşeye karışmadı, biri birine mani olmadı; herşey geçen bahardaki programı aynen tatbike koyuldu. O programın, tek bir tohumdan bahara, hıfzedilip korunması; geçen baharın bir mislinin, geçen baharda uçuşan kelebeklerin emsallerinin; geçen baharda açan papatyaların bir mislinin bu baharda görünmesi gösteriyor ki, O Hafîz’dir, hıfzedip muhafaza eder. Ve hıfzettiğine yeniden hayat verir, yani Muhyî’dir.
O tohumların filiz vermesi için, toprağın yağmurla nemlenmesi, güneşle ısınması gerekiyor. Çatlayan tohumun filiz verip serpilmesi, ilaveten oksijen ve ışık istiyor. Baharın gelmesi dünyanın dönüşüne, dünyanın dönüşü güneşin dönüşüne, güneşinki Samanyoluna bağlı görünüyor. Her bir şey, başka herşeyle irtibatlı. Demek, tohuma hükmeden kim ise, Samanyoluna hükmü geçen de O’dur. Herşeyi kudret elinde tutan, yani Kayyûm olandır O. Güneş sistemini tanzim ettiği gibi, tohumların tedbirini de görür, yani Müdebbir’dir; hepsini birden idare eder, yani Rab’dir.
Tohum açılma duası etti, su ve ısı istedi. Verildi de. O Mucîb’dir, dualara cevap verir. Koyunlar yavruladı; kuzular meleyip kıra koştular, önce sütle, sonra otla beslendiler. Ağaç çiçek istedi, kökler canlandı, dallara malzeme taşıdılar. Üç ay sonra o çiçekler kiraz olacak, şeftali olacak, biz insanlara ayrı renk, ayrı koku, ayrı tatlarda birbirinden güzel meyveler sunacaklar. Onlarla dilimiz tatlanacak, midemiz doyacak. Demek nimeti veren O’dur; Mün’imdir O. Rızkı O verir, Rezzak’tır yani. Ve O, ayrı ayrı hediyeler ile ihsanda bulunmayı sever; Muhsin’dir de.
* * *
Bütün o güzellikleri seyirden, ve onların gerisinde görünen mânâlardan mest olmuş, kendimden geçmişim. Kendimi unutmuşum. O bahar tablosunun, benim onları seyretmem ile tamam olduğunu neden sonra farkettim.
Kendime sordum: Sen sen olarak kal, ama bu kelebekler, papatyalar olmasın, yağmur yağmasın, güneş doğmasın, kuşlar kanatlanmasın, bülbüller sussun, bahar olmasın ister misin? "Allah korusun!" Peki, çiçekler olsun, yağmur yağsın, kuşlar uçsun, bülbül şakısın, bahar olsun, güneş doğsun; ama onları sen görmeyesin, duymayasın, koklamayasın, tatmayasın ister misin? Cevabım açıktı: "ASLA!"
Demek, diye düşündüm, ben varım, ama onlarla birlikte varım. İnsan ayrı, bütün bu güzellikler ayrı değil. Biz aynı bütünün iyi ayrılmaz parçasıyız. Biz; yani, ben ve kâinat.
Bu düşünceler içinde, yavaş yavaş elvedaya hazırlanan güneşle beraber, bayır aşağı yola koyuldum. Güneşin akisleri, dere kenarında hâlâ yanıp sönüyor ve bana, bütün bu gördüğüm varlıkların, bu dere gibi akıp giden zaman nehrinden münezzeh bir Güneşin işaretleri olduğu dersini veriyordu. Hepsi birer akisti, birer yansımaydı; görünmeyen Güneşi bildirip tanıttıran birer aynaydı. Ya ben? O kır yolculuğumda düşündüklerimi hatırladım. "Evet, ben de!" dedim. "Ben de bu mevcutlar âleminin bir parçasıyım, ben de onlar gibi yapılmışım, ben de aynayım." Hem de, hepsini birden gözbebeğine, sonra aklına, sonra kalbine nakşedip her birinin işaretlerini yekpare bir gerçek olarak aksettiren bir ayna...
* * *
Mutluyum. Çünkü bunu anladım. Bunu anlamamla beraber, insanlık âlemi hayalimde ışıklanıverdi. O’nun elçisiyle tanıştım. O’nun sevgisiyle, O’nun elçisinin sevgisiyle bu varlıklara bakan, O’nun elçisinden ders alan Sâdi’leri, Yunus’ları, Hâfız’ları, Molla Câmi’leri, Mevlânâ’ları tanıdım. O ders ile, bütün mevcutlar adına "İlâhî! Sen Rabbimsin, ben kulunum. Sen Hâlıksın, ben mahlûkunum" diye niyaza başlayan Üveys-i Kârânî’yi özledim. Bu niyazdan ilham alıp O’na Üveysî bir yönelişle yönelen Said Nursî’yi hatırladım. Onun dedikleri hafızamdan dudaklarıma aktı:
"Rabbimiz Sensin, çünkü biz abdiz. Nefsimizin terbiyesinden âciziz. Demek bizi terbiye eden Sensin. Hem Sensin Hâlık! Çünkü bir mahlûkuz, yapılıyoruz. Hem Rezzak Sensin! Çünkü biz rızka muhtacız, elimiz yetişmiyor. Demek bizi yapan ve rızkımızı veren Sensin. Hem Sensin Mâlik. Çünkü biz memlûkuz, bizden başkası bizde tasarruf ediyor. Demek Mâlikimiz Sensin. Hem Sen Azîz’sin, izzet ve azamet sahibisin. Biz zilletimize bakıyoruz; üstümüzde bir izzet cilveleri var. Demek Senin izzetinin ayinesiyiz. Hem Sensin Ganiyy-i Mutlak. Çünkü biz fakiriz. Fakrımızın eline yetişmediği bir gınâ veriliyor. Demek Ganî Sensin, veren Sensin. Hem cevap veren, atiyye veren Sensin. Çünkü biz umum mevcudat, kâlî ve hâlî dillerimizle daimî bağırıp istiyoruz. Arzularımız yerlerine geliyor, maksudlarımız veriliyor. Demek bize cevap veren Sensin."
Bu düşünceler ile, bir kelebek kadar huzur, bir papatya kadar neşe ile dolmuş; martılar kadar hür bir vaziyette, ulvî duygular ile kanatlanmıştım. İşte o an sonbahar aklıma geliverdi. Otların kuruyuşu, papatyanın boyun büküşü, kelebeğin ölümü, yaprak dökümü derken, hüzünle doldum. Ben de öleceğim, dedim. Kelebek gibi, bahar da, ben de, dünya da, kâinat da; hepimiz öleceğiz. Hüzünle doldum. Kalbim ağladı, gözüm yaşardı.
"Onlar ölmedi ki!" diye teselli verdi içimden bir ses. "Kelebek hâlâ yaşıyor ve güz geldiğinde de yaşayacak. Senin kalbinde, senin aklında yaşayacak. Sana hatırlattığı mânâlar, dersler, hakikatler ile yaşayacak." İçimden, "Ama yine de ölmeseler!" talebi geçti. Şu cevapla karşılaştım: "O zaman sen onların birer işaret olduğunu; onların değil, onları bütün isimlerini tecelli ettirerek Yaratanın asıl olduğunu bilemezdin ki! Onlar, görünmeleri ile O’nu tanıtıp sevdiriyorlar. Görünüp gitmeleri ile de, O’nun Bâkî olduğunu öğretiyorlar."
İkna olmuştum. "Ama," dedim, "ama ben de öleceğim. Oysa ben ölüm değil, sonsuzluk istiyorum." Gelen cevap, "Senin ölümün de O’nun bekasını bildiriyor" şeklindeydi. "Hem Üveys-i Kârâni, hem Said Nursî öyle demiyorlar mı? ‘Hem sen Hayy-ı Bâkîsin. Çünkü biz ölüyoruz. Ölmemizde ve dirilmemizde bir daimî hayat vericinin cilvesini görüyoruz. Hem sen Bâkîsin! Çünkü biz, fena ve zevalimizde Senin devam ve bekanı görüyoruz.’"
"Hem" diye devam etti fıtratımın yankısı, "şu dünyada diline onca ayrı ayrı tatlı tatmaklar sunuluyor; mudene ayrı ayrı gıdalar, gözüne binbir güzellik seriliyor. Senin her ihtiyacını bilen, gören, karşılayan o merhametli Rabbin, kalbinin en büyük arzusuna, ruhunun sonsuzluk çığlığına nasıl sessiz kalır? Mümkün mü?
İnanıyorum ki, hayır!
Ve yine inanıyorum ki, ben o kelebekle bir daha buluşacağım. Ama, ‘orada.’ O’nun burada kelebek aynasında kalbime yansıyan o güzel isimlerini asıllarıyla ‘orada’ bulacağım. Perdesiz, gölgesiz, zevalsiz. Ve o kelebeği ‘orada’ tekrar göreceğim. Burada kalbime yazdığım mânâ elbiseleri ile süslenmiş bir huri olarak...