Arşiv

Kureyş Sûresini Bugün Okumak

KUR’ÂN’DAN HAKKIYLA İSTİFADE İÇİN gerekli şartlardan biri, onu Rabbimizin bize konuştuğunu bilerek okumaktır. lemleri yaratan Cemîl-i Zülcelâl, yarattığı bunca mahlûku içerisinde insanı muhatap almakta; ve Resûl-i Ekrem’i ile ilettiği bu Ezelî Kelâmıyla, her zamanın ve mekânın insanına, bu arada bize, bana konuşmaktadır.

Âyetleri böyle okumaya çalıştığımızda, Kur’ân, her âyetiyle doğrudan bugüne bakar ve bugüne dair konuşur hale gelir. Bu şekilde okumaya gayret ettiğimizde, âyetlerden, daha önce farkına varamadığı anlamlar çıkarır ve daha önce derkedemediğimiz hakikatlerle karşılaşırız.

Bu şekilde okunduğu takdirde, peygamber kıssaları, cennet ve cehennemi haber veren âyetler, Asr-ı Saadette yaşanan hadiselerle ilgili âyetler.. derken, bütün Kur’ân âyetleri nazil olduğu zamana ve mekâna hapsedilmekten kurtulur ve hayatımızın tam merkezine yerleşir.

Olması gereken de budur. Geçmiş peygamberlerin yaşadığı zamandaki insan, Asr-ı Saadet zamanındaki insan ve de bugünün insanı temel özellikler itibarıyla aynı insandır çünkü. Aynı zaaflar, aynı tehlikeler, aynı ümitler, aynı arzular, aynı korkular, aynı ihtiyaçlar, aynı saptırıcı unsurlar ile yüzyüze bulunmaktadır. yetlerin ‘1400 yıl önce’ye hapsedilmeyip bugünümüze ve bize ışık tutabilmesi için tek gereken, o âyetin o gün o zamanın insanına hangi cihetiyle hitap ettiğini görüp, bunu kendi âlemimize yansıtmaktır.

Böyle olunca, Firavun ile Musa kıssasından da, İbrahim ile Nemrut kıssasından da, hayatımıza dair hükümler bina eden âyetlerden de, Resûlullah ile Ashab-ı Kirâmın yaşadığı olaylarla ilgili âyetlerden de... birebir dersler çıkarırız.

Gelin görün ki, bazan, küçük dikkatsizlikler, bizi bu Ezelî Kelâmdan hakkıyla istifade imkânından alıkoyar. Meselâ, benim örneğimde bir insan, Kureyş sûresini okurken, o sûreden kendisi ve kendi zamanı için bir dersi, yıllar yılı asla çıkaramaz. Zira, ben Kureyşli değilimdir. O sûrenin indirildiği coğrafyada yaşıyor da değilimdir. O sûrenin indirildiği zamanın da uzağındayımdır. Zihinde saklı bu ‘uzaklık’lar aslında kolay olan ama dikkat gerektiren bir işlemle bertaraf edilmeyince, sûre, yıllar yılı okunsa da, ancak ve ancak ‘Kureyşlilere dair bir sûre’ olarak kalmaktadır.

Oysa, aynı sûreyi Kureyş kabilesine bedel kendi kavmini, Mekke’ye bedel kendi yaşadığı şehri, o güne bedel bugünü sûrenin anlam denizine dahil etmeyi deneyerek okuduğunda, bugün yaşadığı ortamda kendisinin ve nicelerinin tecrübe ettiği en temel zaaflardan birinin ilacını bulur insan. Kur’ân genelde tüm insanlara, ama özelde ve öncelikle Kureyş kabilesine indiği içindir ki, dört âyetlik bu kısacık sûrede Rabb-ı Rahîm Kureyşlilere olan nimetini hatırlatarak onları kendisine ibadete davet etmekte; ibadete lâyık olan Kendisi olduğunu ise, ‘açlıktan kurtaran’ın ve ‘korkudan emin kılan’ın Kendisi olduğunu bildirerek ifade etmektedir.

Bilindiği üzere, Mekke ziraate elverişli olmayan, hemen hemen ağaçsız ve susuz bir beldedir. Ama, Rabb-ı Rahîm, Beytullah’ın içinde yer alması itibarıyla, o beldeyi İbrahim Aleyhisselamdan beri insanlığın çekim merkezi kılmıştır. Ayrıca, bu beldeyi Harem, yani ‘dokunulmaz’ ilan etmiştir. O yüzden, bu kupkuru belde, hac için gelenler itibarıyla bir ticaret merkezi hükmüne de geçmiştir. Kâbe’nin mübarek, Mekke’nin Harem olması ile de, orada yaşayan ve de İsmail Aleyhisselamın torunları olan Kureyş kabilesine mensup insanlar, sair kabileler nezdinde bir itibara erişmiş; bu da, onlara ticaret amaçlı yaz ve kış yolculuklarını emniyet ve kolaylık içinde yapma imkânını sağlamıştır.

Özetle, zahirî şartlar itibarıyla bakılırsa, Mekke yaşamaya en elverişsiz yerlerden biri; Kureyşliler ise en ziyade açlığa ve susuzluğa maruz kalması beklenen kabilelerin belki de birincisidir. Üstelik, sayıca az, ama saldırıya açık haldedirler. Ki, Kur’ân-ı Hakîm’de Kureyş sûresinin hemen yanında bulunan Fîl sûresinin bildirdiği üzere, müthiş bir saldırıya gerçekten maruz kalmışlardır. Ancak, Beytullah’ın, yani Kâbe’nin Rabbi,óâyetin aslî tabiriyle ‘bu Beyt’in Rabbi’ó sebepler dairesinde vaziyet böylesine olumsuz ve ümitsiz gözükürken, Kureyşlilere emniyet ve bolluk içinde bir hayat bahşetmiştir.

Açıkçası, sebeplerin sukut ettiği böylesi bir tabloda, insanı ‘açlığı’na karşı ‘doyuran’ın ve ‘korkusu’na karşı ‘emin kılan’ın kim olduğu apaçık ortaya çıkmaktadır. En biricik derdi hayatının devam ve bekası olan, o yüzden karnını doyurmaya ve kendisini ölüme sürükleyecek tehlike ve saldırılardan korunmaya muhtaç olan insanı doyuranın ve yaşatanın kim olduğunu anlamak için, Kureyş örneği, eşsiz bir imkân hükmündedir. Sebeplerin sukut ettiği Kureyş örneğinde apaçık görülen bu iş, belli ki, Rabb ismine mutlak anlamda müsemmâ olan Zât-ı Zülcelâl’in kârıdır.

Ve, madem Rab odur, kulluğun da O’na olması gerekmektedir. Birini Rab edinip başka birine abd (kul) olmak, akıl, mantık ve insanlık kârı değildir.

Ne var ki, Kureyş’in öylesi bir mucizevî tablonun ortasında putlara tapıyor oluşu, asıl Rabbin kim olduğunu unutmalarındandır. Rabb-ı Rahîm’i unutmaları ise, üzerlerinde görünen bu nimetióaçlığa mukabil doyurulma, korkuya mukabil emin kılınma nimetinióO’ndan başkasına verebiliyor olmalarındandır.

İşte, Hâlik-ı Zülcelâl, bu sûre ile Kureyşlilere ‘sebeplerin sukut ettiği’ iki hayatî nimetini hatırlatıp onları Kendine kulluğa çağırmaktadır.

İnsan bu kısacık sûreden Kureyşlilere bakan hisseyi bu şekilde çıkardıktan sonra bu hisseyi kendi âlemine yansıttığında ise, farklı bir manzara ile karşılaşmamaktadır. Kureyşlileri doyuran o iken, başka kavimleri, meselâ Türkleri doyuran bir başkası mıdır? Herhangi bir kavimden tek bir insan, açlığını bastırması ve hayatını devam ettirmesi için gerekli olan şeylerin en küçüğüne, meselâ bir buğday tanesine sahiplik iddia edebilir mi? O buğday tanesinin başak vermesi için güneşin belli bir uzaklıkta ve belli bir sıcaklıkta olması, dünyanın belli bir eğimde bulunması, toprakta belli minerallerin olması, yağmurun yağması.. velhasıl koca kâinatın çalışması icap ederken, hangi sebebin bunlara sahipliği iddia olunabilir?

Keza, vücuduna giren mikroplardan başının üstünde dolaşan yıldız taşlarına, hastalıklardan kazalara, cinnî şeytanlardan şerli insanlara.. bunca tehlike unsuru ile içiçe yaşayan insanı onlardan kim koruyabilir? Sözgelimi, bu işi kendisi ile aynı tehlikelere maruz olan başka bir insanın, veya beraberce oluşturdukları bir kurum olarak devletin becerdiğini kim söyleyebilir?

Yeryüzünde Allah’ın kuraklığı murad edildiği bir yıl kuraklığı altedip yağmur yağdırmış bir devlet, vücuduna giren bir virüsü yok edip ilelebed payidar kalmayı becerebilmiş bir devlet adamı, başına düşecek bir göktaşını çekip atabilecek bir devlet gücü var mıdır?

Hayır; açlığımıza karşı bizi doyuran, korkularımıza karşı bizi emniyete kavuşturan, yalnız ve ancak O’dur.

Onun için, insan olan insanın sebepler perdesinin gerisinde işgören Müsebbibü’l-Esbabı bilmesi, yalnız O’nu Rab tanıyıp ancak O’na kul olması, başkaca unsurların rububiyet iddiasını ve ubudiyet talebini ise elinin tersiyle itmesi gerekmektedir.

Kureyş sûresi, bunu yalnız Kureyşlilere değil, bize de öğretmektedir.

  27.12.2003

© 2021 karakalem.net, Metin Karabaşoğlu

  1.  Bu yazının geçtiği eseri incelemek -veya satın almak- istiyorum.



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut