KÜÇÜK YAŞTA BELLEDİĞİMİZ bir söz vardır. Belki yüzlerce, binlerce kez okuduğumuz; belki defalarca kendisine dair kompozisyon yazdığımız bir söz...
Bize bir ideal uğruna hayatını feda edişin zirvesi olarak sunulan bu söz, şöyle başlayıp bitmektedir: "Benim nâçiz vücudum bir gün toprak olacaktır, fakat Türkiye Cumhuriyeti ilelebed payidar kalacaktır."
Bu söz, kendini âciz ve nâçiz, davasını ve idealini ise yüce ve ebedî gören birinin sözü olarak taşınmıştır dünyamıza. Hem, tâ Osmanlıdan miras kalan ‘devlet-i ebed-müddet’ idealiyle de çakışmakta; sonuçta, sözün sahibine ister taraftar olalım, ister muhalif, bu söz çok güzel ve doğru bir söz olarak kalbimize kazınmaktadır. Her duyuşumuzda, her okuyuşumuzda, bizim de böylesi bir feragatın, fedakârlığın ve tevazuun mümessili olmamız gerektiği hissini uyandırır iç dünyalarda.
Kaldı ki, bu sözün doğru ve güzel bir söz olarak dünyamıza taşınmasını icab ettiren âfâkî bir gerçeklik de vardır: Bu sözün sahibi 1938’de 57 yaşında ölmüştür ve ölümünün üstünden şu kadar yıl geçtiği halde, Türkiye Cumhuriyeti varlığını sürdürmektedir.
Ve, milyonlarca, on milyonlarca insan, nâçiz vücutlarının toprak olacağını düşünürken, gününü ve gönlünü ‘ilelebed payidar kalacak’ TC için kullanmaktadır. Görebildiğim kadarıyla, mesaisini TC için sarf edip, biricik sermaye olarak eline verilen gün, ay ve yılları bu uğurda harcayanların sayısı, ‘Kemalistim’ diyenlerin sayısından kat kat fazladır.
Hele hele, sair devletleri de hesaba katınca, rakamlar akıl almaz oranda katlanmaktadır. Sınırları içinde yaşadığı devlet için; meselâ ABD, Rusya, Mısır, Çin, Fas, Swaziland veya Gabon için mesai sarfeden; aklını, duygularını ve ömür sermayesini ‘ilelebed payidar kalacak’ devletini koruma, kollama, kurtarma, büyütme ve dünya hâkimi kılma uğruna harcayan; kâinatın ve fıtratının taşıdığı mesajlarla Hâlikını tanıma çabası yerine içinde yaşadığı devleti eksen alarak hazırlanmış haberleri izlemeye çalışan milyarlarca insan vardır.
Oysa, çağlar boyu, insanların ayağını kaydıran yanılsamaların belki de en büyüğüdür bu. Bizler içinde bulunduğumuz şu zaman dilimine bakıp "Biz faniyiz, devlet bâki" düşüncesine kapılır ve mesaimizi ‘ilelebed payidar kalacak’ devlet için sarfederken, tarih kitapları bir ‘devletler mezarlığı’ çıkarır karşımıza. Bugün TC ayaktadır, ABD, Rusya veya Çin ayaktadır; ama, dün ayakta olan ve yıkılmaz sanılan nice devlet tarih sayfaları arasına gömülüp gitmiştir. Yalnızca, mezartaşı hükmünde birkaç anıt, birkaç kitabe kalmıştır pek çoğundan geriye. Hunlar, Akamanışlar, Roma imparatorluğu, Osmanlılar, Selçuklular, Ostrogotlar, Vizigotlar, Sâsânîler, Karahanlılar, Asurlular, Altınordu, Memlûkler, Kereyitler, Hıtaylar, Aztekler, Vikingler, Bizans... ve daha binlerce devlet, şu an nerededir? Dünya hâkimi Büyük İskender’in devletine ne oldu? Üzerinde güneş batmayan Büyük Britanya nerelerde? Daha dünün korkulu rüyası SSCB hangi diyarda şimdi?
Hayır, devletler de ölümlüdür. Tarih, hiçbir devletin ‘ilelebed payidar’ olamadığını; ‘şanlı tarih’ten alınan ‘devlet-i ebed-müddet’ ülküsünün gerçeklere uymadığını belgelemektedir.
Ve Kur’ân, tekrar tekrar ‘Fesîru fi’l-ard’ diyerek bizi ‘yeryüzünde dolaşma’ya çağırırken, hemen ardından geçmiş kavimlerin ve devletlerin akıbetine bakmamızı öğütlemektedir. Uğruna nice hayatın feda edildiği onca devlete ne olmuştur? "Ben toprak olacağım, ama uğruna hayatımı harcadığım devlet baki ve ebedîdir" diyerek, ruhlarının ölümsüzlük ve beka talebinin yolunu saptıranların bu düşünceleri boş bir vehim ve aldatıcı bir kuruntudan ibaret kalmış değil midir?
Hem, dünya fani olduğuna, dünyanın da belirli bir ömrünün olduğu ve bir gün ecelinin geleceği semavî kitapların bunca ikazının ardından artık bilim ehlince de kabul olunduğuna göre, fani bir dünya üzerinde nasıl ‘ilelebed payidar kalacak’ devletler kurulabilir ki?
Kısacası, bu ‘örnek söz’ün, devletin ilelebed payidar kalacağına ilişkin kısmı, kesinlikle gerçeği yansıtmamaktadır.
Maamafih, sözün diğer yarısı da gerçeklerle uyum içinde değildir. Zira, âciz ve nâçiz insanın işi toprak olmakla bitecek değildir. Her bahar ölmüş arzın dirilişi, çürüyüp toprak olmuş cesetlerimizin bir gün diriltileceği gerçeğini haykırmaktadır. Kâinat, içindeki her bir mevcutla, kâinat Saniini Kadîr, Alîm, Hakîm, dil, Hafîz, Rahîm, Kerîm, Cemîl, Celîl.. isimleriyle tanıtmaktadır. Tüm bu isimler ise haşri, Mahkeme-i Kübra’yı, cennet ve cehennemi iktiza etmektedir. Toprak olup paçayı kurtarma imkânımız yoktur. Toprak olmanın ardında, bir kıyam hali, bir haşir ve neşir vardır. Onun da ardından, her bir insan Hesap Günü Mahkeme-i Kübra’ya çıkacaktır. Ve sonucunda, yolu ya cennete uzanacak veya kendisini cehennem alevleri karşılayacaktır.
O ilahî mahkemeye ise, uğrunda hayatımızı harcadığımız ‘tüzel kişilik’lerin hiçbiri çağrılmayacaktır. Hesap Günü ne holdingler, şirketler, vakıflar ve dernekler; ne de uluslar ve devletler var olacaktır.
Ama o gün biz olacağız. A devleti, B şirketi, C kurumu değil; ama, o devletler, şirketler ve kurumlar uğruna âhireti unutan, bizi ve kâinatı yaratan Rabbimize olan ubudiyet borcunu unutan biz insanlar birer birer ‘hesab’a çağrılacağız
O gün, "Nasıl yaşadın? Ve niye öyle yaşadın?" diye sorulduğunda, "Ya Rabbi, yalnız Senin Zâtının bâki olduğunu unutmuşum. Kendimi toprak olup gidecek sanmış, uğruna hayatımı verdiğim devletimin ise ilelebed payidar kalacağını sanmışım. Aldanmışım" demek; sonra da aldananların gönderildiği yere gitmek ister misiniz?