ÖĞRENMENİN FITRÎ SEYRİNDE, başlama noktası bellidir: sorular. Önce sorular yaşanır. Bu soruların peşine düşülür, arayış başlar ve Rabbimiz bizi cevaba da ulaştırır.
Bu süreci, etrafındaki dünyayı henüz yeni tanımaya başlayan bir bebek de yaşar; en zor fizik problemleriyle uğraşan bir bilim adamı da. Her ikisinin öğrenme süreci, "Bu ne? Bu neden böyle?" gibi sorularla başlar. Sorular, bilmenin ve öğrenmenin ilk ve en kaçınılmaz adımıdır.
Gelin görün ki, yaşadığımız çağda, başka bir ‘öğrenme’ yolu öne çıkmışa benziyor. Şu çağda, çoğu kez, soru sormaksızın cevap belletiliyor. Birçok cevap, soru sorma veya üzerinde düşünme fırsatımız olmadan zihnimize kazınıyor.
deta hipnotize ediliyoruz. Okuldu, televizyondu, radyoydu, gazetelerdi, eş-dost ziyaretiydi, vitrinlerdi, reklamlardı, işyeri muhabbetleriydi.. derken, sorusu asla sorulmamış onca hazır cevap yer ediyor zihnimize.
Aslı ‘telkin’ olan, ama aklı beyne hapseden modern çağın yanlış bir tanımlamayla ‘beyin yıkama’ dediği bir ‘öğretme’ usulü bu. ‘Telkin’in tarihi, İblis’in dem’i kandırma teşebbüsüne kadar uzanıyor gerçi. Ama, galiba, onun işinin bu kadar kolaylaştığı ve yardımcısının bu kadar çok olduğu bir başka çağ olmamış olsa gerektir.
Şöyle bir hayatımıza baksak, kolaylıkla, biz soru soramadan beynimize telkin edilmiş bir dizi hazır cevap çıkar karşımıza. ‘Çağdaş olma gereği’nden ‘kalbim temiz’liğe, ‘istediğim gibi yaşarım’dan ‘pozitivizm’e, sorusu sorulmamış bir dizi cevap vardır iç âlemimizde.
Sözgelimi, Rabbinin rızasına uygun düşmeyen, ama nefsinin hoşuna giden bir hayatı seçen; ve bunu ‘çağdaş olmak lâzım’ diye savunan birine sorun: Nedir bu çağdaşlık? Alacağınız cevap, bizatihî tecrübe ettiğim üzere, çoğunlukla şu olacaktır: "Şeyy, çağdaşlık şeydir." Zihne hazır bir cevap aşılanmış; ama asla sorusu sorulmamıştır. Aynı şekilde, "Hayatımı istediğim gibi yaşarım" diyenlere sorun: Nedir şu hayat? Cevap, çoğu kez, "Hayat hayattır," "Hayat yaşamaktır" gibi mantıksız totolojilerin ötesine geçmeyecektir.
İşte, bugün zihinler doğru cevaplara ulaşmakta bu kadar zorlanıyorsa, cevabı hazır cevaplardır. Okul, televizyon, sosyal hayat.. derken, pek çok şey hazır cevaplar üfler durur. O yüzden, bu çağ, doğru cevaplara giden soruları sormadan önce, yanlış ve hazır cevaplara doğru sorular sormayı gerektiren bir çağdır. Asıl öğrenim süreci olan ‘sorulara cevaplar’ faslı, ancak zihnimize üflenmiş hazır ‘cevaplara sorular’dan sonra başlamaktadır.
Meselâ, ‘kendi kafasına göre’ yaşayan birinin dayandığı bir hazır cevap vardır: "Benim hayatım bu. Kimse karışamaz. İstediğim gibi yaşarım." Eğer siz de aynı şekilde düşünüyorsanız, daha doğrusu düşünmeye bile fırsat kalmadan size de aynı cevap aşılanmışsa, vereceğiniz bir karşılık elbette yoktur. Oysa, bir-iki ‘basit’ soru, sözümona çok haklı o cevabı bir anda paramparça edecektir: Senin olan bu hayatı nasıl edindin? Sokaktan mı buldun? Hem, bu hayatın sahibi gerçekten sen isen, neden yitip gidişine ve ölümle sona erişine engel olamıyorsun?
Aynı şekilde, birçok insan, ‘kalbi temiz’ olduğu için Rabbinin emirlerine uymaksızın yaşamaktadır. Üstelik, Rabbinin emrine uyma çabası içinde olanları ‘ikiyüzlülük’le suçlayacak kadar ‘temiz’ bir kalbdir bu. Bu kalbin sahibi, sadece şu soruyu sorsa, kendini gerçek kalb temizliğinden alıkoyan hazır cevaptan kolayca kurtulacaktır: En küçük bir âmirin isteğini yerine getirdiği halde, şu kâinatı ve kendisini yaratan bir Rabbin emrine ayak direyen bir kalb ne kadar temiz olabilir? Bu düşünce, kalbe ilişen bir leke olmasın?
Keza, birçok materyalist yorumun sayesinde aşılandığı bilime ilişkin bir dizi hazır cevap da kuşatmıştır etrafımızı. Bilimin ortaya koyduğu bazı verilerden hareketle, inceleme konusu olan şeyi Allah’ın bir sanatı olarak anlatmaya girişin, anında sizden ‘tarafsız’ olmanız istenecektir. "Bilim inanç yargısı belirtmez. Bilim objektiftir ve pozitivisttir; var olan şeyi gözlemler. Siz Allah’a inanıyor olabilirsiniz, ama lütfen bilimi bu işe bulaştırmayın."
Ve herkes, bilimin gerçekten ‘tarafsız’ ve ‘pozitif’ olduğunu sanır. ‘Pozitif,’ yani eskilerin deyimi ile ‘müsbet’ olan, ‘isbata dayanan’ şu bilimin, isbat tarzı da çok ilginçtir: İki saksı alınır. Birine su verilir, diğerine verilmez. Sulanan saksıdaki çiçek hayatını sürdürür, diğeri ölür. Bunun üzerine şu sonuca ulaşılır: "Sulanmayan çiçek öldü. Demek, çiçeği şu yaşatıp büyütüyor."
Halbuki, sözkonusu ‘deney’de yapılan ‘pozitif’ birşey yoktur. Bu deneyde yalnız ve yalnız sulanmayan çiçeğin öldüğü gözlenmiştiróçiçeği suyun büyüttüğü değil. Dolayısıyla, yalnızca sulanmayan çiçeğin öldüğü isbat edilmiştiróçiçeğe hayat verenin su olduğu değil. Nitekim, suda çiçeğin büyümesi için lâzım olan kudret, ilim, irade gibi niteliklerin hiçbiri yoktur.
Fakat, sorgulanmadığı sürece, bilimin ‘tarafsız’ ve ‘objektif’ olduğuna dair hazır cevap durmaksızın zihnimize pompalanır. Bizden, işte bu özellikleri taşıyan bilimin hükümlerini ‘mutlak doğru’ olarak kabul etmemiz istenir. Sorgulandığı anda ise, modern bilimin ‘pozitivizm’ diye yutturmak istediği şeyin, aslında ‘negativizm’den ibaret olduğu görülecektir.
Yine bilim alanında, benzer bir hazır cevap oyunu daha oynanır. Her insanın muhakkak sorduğu "İnsan nasıl varoldu? Kuşlar nasıl uçuyor? Yağmur nasıl yağıyor?" gibi sorular aslında insanı tüm kâinatın Rabbiyle tanıştıracaktır. Çünkü, herşey herşeyle bağlıdır. Tek bir çiçeğin var olması için, su, bulut, toprak, güneş, Samanyolu.. kısacası tüm kâinatın var olması gerekmektedir. O yüzden, tek bir çiçeği var etmek, ancak tüm kâinatı sözü geçen sonsuz bir kudret, ilim, irade Sahibinin işidir.
Fakat, materyalist bilim adamları, bu bağlantıyı daha baştan keserler. Bizi ‘normal şartlar altında’ ve ‘diğer şartları sabit sayarak’ düşünmeye davet ederler. Ve, hep birşeyleri ‘baz’ alırlar. Meselâ, biyoloji hücreyi, kimya molekülü, fizik partikülleri baz alır. Oysa, baz alınacak sabit ve ezelî bir madde yoktur. ‘Sair şartlar’ sabit de değildir. Bilakis, her bir şey, zerreden galaksilere kadar, her an değişen ve yenilenen bir kâinat içinde ve tüm bu şeylerle bağlı biçimde vücuda gelmektedir. Materyalistlerin niyeti, böylesi bir tabloda varlığı kaçınılmaz bir gerçek olarak beliren Allah’a imana giden yolu kapamaktır. Ve bilime onların hakim olduğu bir çağda kâinata bakıp Allah’ı tanımanın ilk şartı, onların hazır cevabını sorgulamaktır. Sözgelimi, "Diğer şartları sabit sayalım" mı diyorlar? İşte bu hazır cevaba soru: Sabit olmayan şartları sabit sayarak, daha baştan asılsız bir varsayıma dayanarak mı hakikat bulunacak?
Örnekleri böylece uzatmak mümkündür. Yüzlerce, binlerce hazır cevap, hayatın her alanında, bizi her yanımızdan kuşatmaktadır. Aklımızı doğruya giden yolda kör, topal, sağır ve dilsiz bırakan hazır cevaplardır bunlar.
Ama hele bu cevaplara soru soralım; o cevapları ‘baz’ alıp düşünmeden önce cevabın kendisini sorgulayalım, bizi doğru ve hak olandan alıkoyandan o karton kuleler bir örümcek yuvasından daha kolay biçimde yıkılacaktır.