BİZ FARKINA BİLE VARMADAN zihinlerimize aşılanan kimi ‘tehlikeli’ tasnifler vardır. Daha çocuk yaşta, özellikle de ‘eğitim’ hengâmında aşılanan bu ayrımlar, hayatımızın sonraki dönemlerinde, sahih bir düşünce ortaya koymamızın önünde ciddi bir engel oluşturur.
Sözgelimi, modern bilim, canlıları ilkel-gelişmiş ayrımına tâbi tutar. Tek-hücreli canlılar ‘ilkel,’ bitkiler onlardan bir gömlek ileride, hayvanlar daha da ileride, insan ise ‘mükemmel’dir. ‘İlkel’ ifadesinin çağrıştırdığı zaman boyutunu da dikkate alırsak, tastamam evrimci anlayış üzerinde temellenen bir sınıflamadır bu. Canlıları bu şekilde ayıran bir zihnin Sani-i Zülkemâl’i tanıması ise, bu ayrımı zihninde koruduğu müddetçe imkânsızdır. Böyle biri, bir Yaratıcıya inansa bile, O, herşeyi mükemmel biçimde yaratan Biri olmayacaktır. Bilakis, ancak bazı şeyleri mükemmel yaratan, bazı şeyleri ‘ilkel’ bir halde bırakan, kudreti ve kemali noksan bir Yaratıcı olacaktır. Bu durumdaki biri ya böyle bir iman zaafı taşımaya veyahut bilim ile dinin alanlarını ayıran bir ‘çifte-gerçeklik’ anlayışına eninde sonunda mahkum olacaktır. Çünkü, Rabbinin kemal ve kudretine inanıyorsa, bu kez, vahiyle gelen bu hakikate olan imanı ile evrimci bilimin verileri arasında açık bir uyumsuzluk vardır.
Halbuki, insan o bize çok zor gelen kolay işi başarabilse, kendisine dayatılmış şartlanmaları sorgulayabilse, meselâ "‘Mükemmel’ insan, ‘ilkel’ amipin yaptığını yapabilir mi?" sorusunu sorabilse, evrimci bilimin büyüsü anında çözülecektir.
Gerçekten, ‘en gelişmiş’ canlı olarak insan, bir amipin yaptığını yapabilir mi?
Hayır.
Çünkü, ‘amip’ ne tek-hücreli olduğu için ‘ilkel’dir, ne de ‘ilkel’ olduğu için tek-hücreli. Herşeye sayısız görevin yüklendiği kâinatta amipe yüklenen görev, ancak tek-hücreli bir organizma ile icra edildiği için amip tek-hücrelidir. Herşey kendi yerinde mükemmeldir. Ne eksik, ne fazla; kendi görevini en mükemmel biçimde ifa edeceği mükemmel bir halde var edilmiştir. Öyle ki, başka birşey onun yerini dolduramaz; onun yaptığını başka biri yapamaz. Meselâ amipin yaptığı işi, insanın yapabilmesi imkânsızdır. Yine insanın, ağacın, kuşun yahut sivrisineğin yaptığını yapması da imkânsızdır.
Kısacası, ilkel-gelişmiş diye bir ayrım, ‘kemal’i ve elbette Zât-ı Zülkemâl’i safdışı etmeyi hedefleyen evrimci anlayışın ürünüdür ve asılsızdır.
Özelde bilim kanalıyla gelen, ama bilimle akrabalığı olmayan insanların dahi dünyasına yerleşen buna benzer başka bir ayrım ise olağan-olağanüstü ayrımıdır. Buna göre, her zaman görmeye alıştığımız şeyler ve olaylar ‘olağan’dır; bunun dışında kalan, nadiren vuku bulan şeyler ve olaylar ise ‘olağanüstü.’
Meselâ, karın yağışı ‘olağan’ birşeydir; yalnızca yaz mevsiminde kar yağması ‘olağanüstü’dür. Elma ağacının elma vermesi ‘olağan’dır; ama portakal vermesi ‘olağanüstü’dür. Bir bebeğin konuşması ‘olağan’dır; ama bir köpek konuşursa, bu ‘olağanüstü’dür. İneğin süt vermesi ‘olağan,’ kayanın süt vermesi ‘olağanüstü’dür. Yumurtadan civciv çıkması ‘olağan,’ taştan civciv çıkması ‘olağanüstü’dür.
Halbuki ‘olağan’ diye gördüğümüz olayların ve şeylerin üstüne örtülen ‘sıradanlık’ perdesi aralandığında, her bir ‘olağan’ın hiç de ‘olağan’ olmadığı anlaşılır.
Kar örneğini ele alalım: Binlerce metre yüksekte su damlacıklarının katı bir hale bürünüp yeryüzüne inmeleri; hepsi altıgen olmakla birlikte her birinin ayrı bir nakış taşıması yeterince ‘olağanüstü’ değil midir? Akıllara hayret veren bu nakış; bu fevkalâde çokluk içindeki fevkalâde sanatlılık, gerçekten ‘olağan’ diye geçiştirilebilir mi?
Keza, kupkuru ağacın bahar gelince uyanması; yerin dibinden alınan su ve minerallerin metrelerce yukarıya taşınması; üstelik ne eksik, ne fazla, tam gerektiği kadarının alınması; harika bir sanat ve güzellik sergileyen nakışlı çiçeklerin aynı zamanda ‘meyve’ denilen tatlı ve şifalı yiyeceğe de önsöz oluşu; ve bunun fevkalâde çokluk içinde fevkalâde kolaylık ve sanatla gerçekleşmesi yeterince ‘olağanüstü’ değil midir?
Serinlik ve ferahlık veren ‘su’ adlı hayat iksirinin biri yanıcı, diğeri yakıcı iki gazın birleşmesiyle vücuda getirilişi; yemyeşil otlar yiyen ineğin bedeninde, kan ve fışkı ortasında bembeyaz sütün imal edilişi; dün tek kelime etmeyen bir bebeğin, bugün sayısız beyin ve sinir hücresinin istihdam edildiği ‘konuşma’ fiilini icra edişi; cansız bir yumurtadan canlı bir civcivin vücuda gelişi... Bütün bunlar yeterince ‘olağanüstü’ değil midir?
Sözün kısası, insan gözünün önüne konulan ‘olağanlık’ perdesini aralayabilse, şu güzelim kâinatta ‘olağan’ deyip geçiştirilecek tek bir şey olmadığını görecektir. Şu dünyada herşey eşsizdir. Her bir şey, kendi yerinde mükemmeldir ve hiç de ondan beklenmeyen fevkalâde kudret, ilim, irade, sanat ve hikmet gerektiren işleri görmekle Zât-ı Ehad-ı Samed’in varlığını haykırmaktadır.