Arşiv

‘Sen’li, ‘Ben’li Bir Yolculuk

İÇİNİZDEN BİRİYİM BEN. Herhangi biri. Aynı gökkubbenin altında, aynı yerin yüzünde yaşıyorum. Aynı sudan içiyorum, aynı havayı soluyorum. Güneş, benim pencereme de doğuyor. Dolunay, geceleri, benim dünyama da ışıldıyor.

Sizden biriyim yani. Herhangi biri. Sadece adım başka.

"Adım başka" diyemediğim insanlar bile var aranızda. Adaşlarım var. Onlarla da, başkalarıyla da, öylesi ‘-daş’lı, ‘-taş’lı nice bağım var. Kiminizle meslektaşım. Kiminizle hemşehriyim. Kiminizle kardeşim. Kiminizle arkadaşım. Kiminizle beraber, aynı takımı tutuyorum. Kiminizle, ikide bir, kaptırıp, aynı takım için "En büyükÖ En büyükÖ" diye tutturuyorum. Kiminizle aynı partiye oy veriyorum. Galiba, hemen hepiniz ile, aynı devletin vatandaşıyım da.

İşte, öylesi bir ‘-daş’lar silsilesi örmüşüm kendime. Aslında, öyle bir silsile zaten varmış da, doğar doğmaz ben içine düşmüşüm. Sizin gibi. Beraberce.

Şimdi, sizinle kaç konuda ‘Ödaş’ız, kimbilir. Öyleyim, öyle olmasına. Ama iş kendimle sizin aranızda bir "Ya siz, ya ben" tercihine varıp dayanınca, kusura bakmayın, bütün o ‘Ödaş’lar anında dünyamdan siliniyor. Bundan adım kadar eminim.

Geçenlerde bunu öyle kesin bir şekilde yaşadım kiÖ Arkadaşım, meslektaşım, takımdaşım ve hemşehrim olan biriyle beraberdim. Durakta otobüs bekliyordum. Otobüs geldi; ve hemen öne atıldım. Sonra farkına varıp, riyakârca "Buyrun, önce siz" dediysem de, içimden keşke o da "Rica ederim, siz buyrun" dese diye bekledim. Ümidim boşa çıkınca da sinirlendim. Niye? Hiç. Sadece ‘önce ben’ düşüncesi yüzünden.

Sonra dikkat ettim. Bir değil, iki değil, hep öyle davranıyorum. Hep, otobüse ilk önce binen kimse olmanın yolunu arıyorum. İkinci binen olsam kıyamet mi kopar? Hayır. Ama o zaman birinci binen olamam ki. Üstelik, siz de benimle aynı duygular içindesiniz gibi. Zaten, geçenlerde o yüzden kavgamız olmadı mı:

"Hoop! Sıranı bilsene kardeşim."

"İyi de, beyefendi, niye beni dirseğinizle ittiniz?"

"Ne itmesi birader?"

"Bal gibi ittin işte."

Sonra bir incir çekirdeğine sığmaz gürültü patırtıÖ Bir ‘ben’ uğruna, saatler boyu moral bozuklukları, sinir nöbetleriÖ

Nasıl olduysa, bunu farkettim. Farkedince, üstüne üstüne gittim. Gördüm ki, iş sadece duraklarda olup bitmiyor. Otobüse binince bu defa boş koltuk koşuşturması içimizi kaplıyor. "Şu önümdeki adam inse de, yandaki delikanlıyı omuz çalımıyla arkaya itip koltuğa ben otursam." Çalıştığım işyerinde, yemek sırasında aynı ‘önde olma’ duygusunu yaşıyorum. Bir arkadaş toplantısında en iyi konuşan kişi olmak istiyorum. Oturduğum evi, sizinkinden güzel görüyorum. Sizinkinin daha güzel olduğu ap açık ortada ise, ben daha güzelini edinmeye çalışıyorum.

Arabam olsa, ona dünyanın en iyi arabası demek için epey marifetler uyduracağım. Aldığım yeni gömleği, binbir ilaveyle allayıp pullayıp, "O şartlarda bundan daha iyisi, dünyada olmaz" diyeceğim. Okulumda birinci olacağım. Okulum en birinci okul olacak.

Daha nicesiÖ

Kusura bakmayın, bu arada, size de bir diyeceğim var. Siz de benden farklı sayılmazsınız. Bu ‘ben’cilik, hepimizi bir yanımızdan tutup yakalamış. Beraberce ‘ben’cilik oynuyoruz. ‘Ben’ime destek verdiğiniz yerde sizinle "Al gülüm, ver gülüm." Bir de rüşvet: "İltifatınıza teşekkür ederim. Ama siz deÖ Değil mi efendim?" Ama bir de ‘ben’ime sırtınızı dönerseniz: "Yüzünü şeytan görsün." "Kadir kıymet bilmez adam."

Aslında biraz maruz sayılırız. Gerçi, doğar doğmaz gözlerimizi "Senin kaşın, benim gözüm" diye açmadık. Doğar doğmaz, "Benim topum daha güzel" dediğime dair birşey de söylemedi annem. Ama, biraz da sayesinde, çocukluğum, komşumuz Zihni Amcanın oğlu Mehmet’le yaşadığım ‘senin top-benim top’ kavgaları içinde geçti. İşin bir de ‘senin baban-benim babam’ tarafı vardı. Kimbilir, kaç kişiyle ‘senin baban-benim babam’ kavgası edip durdum.

Şimdiki çocukların kavgası da o. Geçen Cumartesi evde otururken, sokakta bir daha o kavgaya şahit oldum. Ufak bir mızıkçılık, işi bir daha oraya getirdi ve:

"Ama oğlum, benim babam senin babanı döver" dedi biri.

Diğeri sustu. Belli ki, kendi babası hayli çelimsizdi. Ama bilgiç bilgiç konuştu sonra:

"Ama senin baban Allah’ı dövemez ki."

Susma sırası, bu defa öbüründeydi. Bir daha da konuşamadı. Ne diyebilirdi sahi? Bense, düşündüm. Onca yıllık çocukluğumda böyle bir cevabı hiç düşünemediğimi düşündüm. Bütün babaları aynı Allah’ın kulu göremediğimi düşündüm.

Başka herşeye de öyle bakamamıştım. Herşeyi ‘benim-başkasının’ diye parçalamış; ‘benim’ dediğimi hep zeytinyağı misali üste çıkarmıştım. Bana sorsanız, bizim şehir gibisi yoktu. Bizim mahalle şehirde bir taneydi. Bizim ev, mahallede bir tane. Bizim ilkokul, şehrin ‘en ilk okulu’ idi. Bizim sınıf, okulun en çalışkan sınıfıydı. Bizim sınıfın en çalışkan çocuğu bendim.

O çocuk, o okulun o sınıfında neler neler öğrendi, bilseniz. Meselâ, yaşadığı ülkenin, aslında ‘en önde gelen ülke’ olduğunu öğrendi. Vatandaşı olduğu devleti, ‘en birinci devlet’ olarak bildi. Mensubu bulunduğu milletin, ‘en birinci millet’ olduğunu duydu. Bir hocam, "Cennet gibi bir yurdumuz var" deyip dururdu. İtirazım yoktu. Ama diğer ‘yurt’lar cehennem değildi kiÖ İsviçre de cennet gibiydi meselâ. Sonra, orada öğrendim ‘ne mutlu’ olmanın formülünü; orada öğrendim ‘dünyaya bedel’ olduğumu.

Seneler geçti. Üniversite kapısına düştü yolum. Fakültede bir hocam, ısrarla "Bir Türk, bin İtalyan’a bedeldir" derdi. İlk önce maksadını anlayamadım. Aklıma takıldı. Düşündüm. Kendimi bin İtalyan’a bedel görmüyordum. O halde nasıl ‘dünyaya bedel’ olurdum? Ama şimdinin çocukları da, ilkokullarda hep ‘dünyaya bedel’liği öğreniyor. Üstelik, hayli tehlikeli boyutlarda. Geçenlerde bir arkadaşımı ziyarete gitmiştim de, ilkokulu yeni bitiren kardeşinin bir vesileyle önüme gelen ‘iş defteri’nde gördüğüm bir cümleyle irkildim. Ufaklık, bir mısrayı açıklamak için, şöyle yazmış ödevine: "Türk milleti sinirlendiği zaman herkezi çiner. Türk milletine yanlış bir hareket yapanlar ve yeltenenler, çok ağır ve süründürerek ve yalvarttırır şekilde cezalandırılır."

Doğrusu ya, tüylerim diken diken oldu. İyi ki, ufaklığın milletindenim. YoksaÖ Çiğnenme. Hem de, ‘çok ağır.’ ‘Ve süründürerek.’ ‘Ve yalvarttırır şekildeÖ’ Allah korusun!

Eh, okulların böyle ‘eğittiği’ bir ülkede, herkesin ‘ilk önce ben’ kavgasıyla bindiği bir otobüste, omuz çalımıyla boşalan koltuğa çöken beyefendi, elbette alnında "Türkiye Türklerindir" yazan gazeteyi çarşaf gibi açabilir. Buna bir itirazımız da olmaz, olamaz. Ama o ibarenin azıcık altında bir haber okuruz: "Almanya’daki Türk işçilerinin yabancı düşmanlığına karşıÖ" Neymiş efendim, kimi Almanlar, yani ‘Nazi hortlakları,’ "Auslander raus!" diye tutturmuşlar. Türkçesiyle, "Yabancılar dışarı" yani. Daha da Türkçesi, "Almanya Almanlarındır."

İşte buna itiraz edilir. "Ne demek efendim, ‘Almanya Almanlarındır’?" Başka bir ülkede doğmuş biri oraya göç etsin, çalışsın, çabalasın, sonra da sen sırf "Alman değil" diye, sırf "Almanya’da doğmadı" diye "Defol" demeye kalk. Olur mu canım? Elbette olmaz. Ama baştaki lâfı baştacı edersem, bu mantık çarpıklığına bir diyeceğim de olmaz.

Oysa, bir ‘vahşi’ Kızılderilinin ‘medenî’lere yönelttiği enfes bir soruyu hatırlıyorum: "Bizden topraklarımızı satmamızı istiyorsunuz. Bizim olmayan şeyi, size nasıl satarız?"

Öyle ya. Her yer Allah’ın mülkü, herkes onun mahlûku iseÖ Kimin mülkünü kime veriyorsunuz? Kimin mülkünü benlenip, başkasını kovmaya kalkıyorsunuz?

Böylesi düşüncelerin dünyamı bir nebze aydınlattığı bir gündü. Arkadaşım Salih’le beraber, eve dönüyordum. Otobüste, beraberce ‘İstanbul’u konuşuyorduk. "İstanbul çekilmez olmuş" diye söze karıştı bir yaşlı amca. Lâf uzadı. Döndü, dolaştı. Tam Bayezit Camiinin önünden geçerken, ‘caminin harikulâde mimarîsine, o akşam alacakaranlığında insanı sürüklediği sonsuzluk iklimine’ kadar geldi. Sonunda, yaşlı amca şöyle bir nokta koydu:

"Dünyanın başka bir yerinde, böyle bir duygu veren bir esere rastlayamazsınız. Bunu biz yapmışız."

İndi otobüsten. Titrek titrek yürümeye başladı. Salih’le ben bakıştık. "Son sözü, bütün o güzel tasvirlerini sildi süpürdü" dedim. Salih ekledi:

"Cami gerçekten harika. Zaten harika. Onu harika yapmak için başka herşeyi alçaltmaya gerek yok ki."

Ama, nedense, içimize bir kurt düşmüş işte. Kemiriyor. Kemirdikçe semiriyor. Kurdun adı, ‘ben.’ Başkalarını kendimden, kendimizden aşağı, düşük, geride, noksan gösterdikçe daha bir semiriyor. Onların öyle görünmesi, güya kendisini ‘daha bir en büyük,’ ‘daha da en üstün’ yapıyor çünkü.

Bu olay, sadece şimdi, burada, sadece bende oluyor değil. Herkeste, her yerde, her zaman olagelmiş. Her zaman, insanlar kendi ‘ben’lerinin ‘en üstün’lüğü üzerine kavga vermişler. Sıkıştıkları yerde de, önce ‘benim naçiz vücudum’ diye acziyetini kabulden sonra, işi "Biz en üstünüz"e getirmişler. ‘Ben’ değil, ‘biz.’ Ama içinde ‘ben’ de varım.

Meselâ, 1920’lerde, Türkiye’de Hamdullah Suphi diye biri çıkmış. Türk Ocakları’nda dumanlanırken, bir defasında, bir Romanyalı doktordan şunu nakletmiş: "Ben bir Romenim. Yıllardan beri buranın doktoruyum. Her yıl bölge gençlerinin askerlik muayenelerini yaparken, önüme dikilen her gencin adını sormadan hangi milletten olduğunu anlarım. Romen ve Bulgar gençlerinin çoğunun vücut yapılarında muhakkak bir estetik kusur göze çarpar. Türklerde asla. Hemen hepsi, usta bir heykelcinin elinden çıkmış gibidir."

Romen doktor öyle mi dedi, yoksa Hamdullah Suphi mi öyle anladı, bilmiyoruz. Ama Hamdullah Suphi, neden mi bunu anlatıyor? Türklerinóyani kendisininóvücudunun mükemmel olduğunu söylemek için. Buna itirazımız yok. Allah’ın yarattığı herşeyin mükemmel oluşundan kim şüphe eder? İnsanın yaratılışı baştan başa bir mükemmellik âbidesidir. İster Türk, ister Yunan, ister Arap, ister Ermeni olsun, her insanın bedeni, ilahî sanatın mükemmelliğini belgeliyor. Fakat "Türkler mükemmel" demek için, "Romenler ve Bulgarlar kusurlu" demenin ucu nereye varıyor? Bu söz, hâşâ, Allah’ın bazan mükemmel, bazan kusurlu yarattığı mânâsını taşımıyor mu? Yahut, yarattıkları arasında ayrım gözettiği, tabir caizse, bazı milletlere ‘torpil geçtiği’ mânâsına gelmiyor mu?

Bir insan, kendisini yüceltmek için Allah’ın yaratışını, rahmetini, kudretini ve de adaletini bile itham edebiliyormuş demek. Korkunç!

Hamdullah Suphi’den mülhem Ziya İlham Zaimoğlu namında biri, Türk Yurdu’nun Ocak 1965 sayısında işi daha ileriye götürmüş. "Türk güzelleri, sadece vücut estetiği bakımından değil, ruh ve ahlâk bakımından da yeryüzünün en güzel insanlarıdır" diye yazmış. Yine Allah’ın kudretini, yine Allah’ın rahmetini ve adaletini suçlamaóyine sırf kendini yüceltme uğruna.

Hamdullah Suphi’nin ‘aziz reis’ diye hitap ettiği, "Ne mutluÖ" sözünün sahibi bir başkası ise, sene 1932 gelip, Keriman Halis isimli bir hatun dünya güzeli seçilince şöyle demiş: "Türk ırkının necip güzelliğinin daima mahfuz olduğunu gösteren dünya hakemlerinin bu Türk çocuğu üzerindeki hükümlerinden memnunuz. Şunu ilâve edeyim ki, Türk ırkının dünyanın en güzel ırkı olduğunu tarihî olarak bildiğim için, Türk kızlarından birinin dünya güzeli intihap olunmuş olmasını çok tabiî buldum."

Küçük bir not: Bu sözlerin sahibi, 1933’te böyle konuşamamış. 1934’te, 1935’te ve sonrasında da. Niye mi ? Dünya hakemleri ‘taraf tutmaya’ başlamışlar! O yüzden, "Türk kızları yarışmaya gitmesin" demiş.

O ‘reis’in fikir babası Ziya Gökalp’in yazılarına dalıp benzer ibareleri okuduğum bir gündü. Kütüphanemdeki bir kitap ile, o gün, yolum başka ülkelere kadar uzanıverdi. Gökalp’in "Kızıl Elma"sını andırır "Alman Vatanı" isimli uzunca bir şiir ile tanıştım. Dolayısıyla, bir anlamda Almanların Ziya Gökalp’i şair Arndt ile de. "Almanların vatanı nedir?" diye soruyordu Arndt. Cevabı kendisinden menkul: "Alman dilinin ses verdiği yer/ ve Allah bile cennette Almanca şarkılar söyler/ İşte vatan bu olmalı/ Bu benim vatanımdır de, ey yiğit Alman." Şiir şöyle devam ediyordu: "Orada yabancı saçmalıklar kökünden kazınır/ Her Fransız bir düşman sayılır/ Her Alman bir dost/ İşte olması lâzım gelen budur/ Bütün Almanya böyle olmalıdır."

"Bu şiire ne buyurulur?" derseniz, Londra Üniversitesinden siyaset bilimci Kenneth Minogue şöyle buyuruyor: Arndt’ın niyeti "milliyetçiliği bir dinî hayat tarzı olarak sunmak. Arndt, açıkça, Allah ile milleti birleştirmeye çalışıyor. Ve belki, kendi kafasında onları gerçekten kaynaştırmış."

Bu yorumu yine de iyimser buluyorum. Bana kalırsa, Arndt, esasen milletini ilâhlaştırmaktan başka birşey yapmış olmuyor. Güya Allah’a bile Almanca şarkılar söylettiğine göre...

Şimdi de size bir piyes sunalım: Yine Almanya’dan. Yazarı, Heinrich von Kleist. Piyesin kahramanı Hermann, tam bir Alman milliyetçisi. O sıralar, Almanya Romalılar ile savaş halinde. Ama bir Romalı, yanmakta olan bir Alman çocuğunu kurtarıyor. Bu insanî hareket kulağına gelince, küplere biniyor Hermann: "Eğer bunu yaptıysa, lânet olsun ona. Bir an için kalbini yumuşattı, bir an için benim büyük Almanya ülküsüne ihanet etmeme sebep oldu" diyor. Ne garip, değil mi? Kendi içinizdeki ‘ben’lik sevgisi, kendi içinizdeki ‘başkası’ düşmanlığı uğruna, onun insanlığına lânet ediyorsunuz.

Hermann, Romalı askerlerin Alman esirlere iyi davrandığı kendisine bildirilince, yine köpürüyor: "Ama ben, içim intikamla dolu, onlardan ateş, yağma, şiddet, cinayet ve azgın bir savaşın bütün vahşetini bekliyordum. Bana iyi davranan Latinleri ben ne yapayım?" Demek istediği şu: "Ben ateş, yağma, şiddet, cinayet, azgınlık için yanıp tutuşan vahşinin, canavarın biriyim. Ama onların insaniyeti, vahşetimi kusmama mani oluyor. Lânet olsun." Lânetler Hermann’a olsun. Yazık. Kendi milletini sevmek için, başkasından nefrete, ve de vahşete muhtaç olanlara yazıklar olsun.

Ama o insanlık sapkınları sadece Almanya’dan çıkmamış. Aynı ruh, gün gelmiş, başka bir iklimde hortlamış. Lord Bolingbroke’un kaleminden, İngiliz millî marşına, "Hükmet, Britanya; dalgalara hükmet" diye yazdırmış. Oradan ABD’ye geçmiş. "Yıldızlardan yapılmış bir milletiz" demiş. Bırakın dünyayı, yıldızları da sahiplenmiş. Sonra Atlantik’ten geri dönmüş. Fransa’ya gelip, Abbé Raynal’in kafasına girmiş. Millet adına devleti yücelttirip, şöyle dedirtmiş: "Devlet din için değil; din devlet için. Devlet herşeyden âlâ."

Ardından, İngiltere’den Charles Darwin girmiş devreye. Bütün kabarmış iştihalar, onun inkâr ile sefilleşmiş ruhunda, en geçerli mazeretini bulmuş: "Doğal ayıklamaÖ Hayat mücadeledirÖ Zayıf olan ölürÖ Güçlülerin soyu devam eder."

Alvin Toffler’ın, ‘dalgalara hükmeden’ Britanya’nın hükmedemediği bir yeni gelişmeyi dile getirdiği Üçüncü Dalga’yı okuyunca, Darwin’in misyonunu tiksinerek öğreniyorum:

"Sosyal evrim fikri, sanayileşmemiş toplumlara ‘aşağılık, dolayısıyla yaşamayı hak etmemiş toplumlar’ muamelesi yapılmasını mazur gösterecek fikrî ve mantıkî temeli meydana getiriyordu. Darwin’in kendisi, Tasmanya yerlilerinin katliamını, duyguya hiç yer vermeden yazmış; sonra da coşkunlukla savunurcasına şu kehanette bulunmuştur: ‘Bir gün medenî insanlar yeryüzündeki bütün vahşi ırkları yok edip, onların yerine geçecekler.’"

Sonra başka milletlerden de Darwin’ler türemiş. Almanya’dan Haeckel, Fransa’dan Le Bon, ve diğerleri çıkmış. Onların ektiği evrimci, materyalist ve de milliyetçi tohumlar ise Hitler’i, Mussolini’yi, az ötesinde Lenin’i, Stalin’i meyve vermiş. O zehirli meyvelerden Mussolini, "Öldüğümde, mezar taşıma yazılmasını istediğim şudur" demiş vasiyetinde: "Burada, tarihin gördüğü en zeki hayvanlardan biri yatıyor.’" Yani, kendisi de kabul etmiş; fikriyatının insanlığa sığmadığını. Ama yine de diyeceğini demiş: ‘hayvan,’ ama ‘en zeki.’

Mussolini’yi vasiyetiyle baş başa bırakıp biraz daha batıya gidiyorum. Kulağımı uğultular dolduruyor: "Heil HitlerÖ Heil HitlerÖ" Ardından, badem bıyığı, alnının yarısını kapayan saçları, histerik tavırları ile Hitler görünüyor: "Heil kendim." İçinde beslediği vahşi hislerin kaynağını soruyorum. Darwinvari cevaplıyor: "Tabiat, zayıfların sayılarını sınırlamak için, onları şiddetli ve zor hayat şartlarına tâbi tutar."

Hayatının gayesini soruyorum. Yine Mein Kampf’tan cevap getiriyor:

"İnsanların hayatının en büyük gayesi, ırkların bekasıdır."

Yani?

"Almanya ya bir dünya devleti olacaktır, ya da ortadan kalkacaktır."

Hangisini istersiniz?

"Almanya er geç dünyanın efendisi olacaktır."

O an, ‘efendi’nin ‘köle’si olacak milletler aklıma geliyor. O milletlerden birinin mensubu olarak, kendim de. "Bize ne olacak?"

Sadistçe gülüyor. "Sabanın önüne ilk önce mağlûp ırk koşuldu. Bilâhare, at insanın yerini aldı" diyor.

Mesajı açık.

"Ama bu vahşice bir düşünce" diyorum. Ne dese beğenirsiniz?

"Bu hadiseyi insanlık bakımından sukut telakki etmek, ancak deli bir barışçının işidir."

Yani, üstüne üstlük, bir de ‘deli’ damgası yiyorum ondan. Ama Karl Popper teselliye yetişiyor. Ona göre, deli olan ben değil, Hitler. Zira, Popper "Milliyetçilerin iddiaları, histerik birer hezeyandır" diyor. Ardından, Lord Acton’la tanışıyorum. Endişeli. "Milliyetçiliğin gayesi ne hürriyettir, ne refahÖ Milliyetçiliğin tuttuğu yol, maddî ve manevî çöküntülerle son bulacaktır" diye söyleniyor.

O sözü duyunca, ufukta iki dünya savaşını arıyor gözlerim. Şehir enkazları, yanık et kokuları, kokuşmuş cesetler, kan, bebek hıçkırıkları, yakılmış ormanlar, kan, gözyaşı, bozulmuş bağlar, iki bacağı kopmuş ihtiyar, çamura batmış fidan gibi delikanlı ölüsü, kan, gözyaşı, vahşet, yine vahşet, vahşet üstüne vahşetÖ

İçim burkuluyor. ‘Ben’ini yüceltmenin yolunu milletini yüceltmede bulan; milletini, dolayısıyla kendisini dünyanın efendisi görme uğruna milyonlarca, milyon kere milyonlarca minik dünyayı mahveden canilere lânet okuyorum. İlkinde onbeş, ikincisinde elli altı milyon insanın canına okuyan; yüz milyonlarca insanın kanını akıtan iki milletler savaşının vahşetiyle irkiliyorum. Çağdaş firavunlar, çağdaş nemrutlar, kendi firavunluğunu, kendi nemrutluğunu ispat için dünyayı yutmaya kalkmış, ama boğazında kalmış ya; velev ki yutsunlar, yine de tok olmayacaklar. Bunu da adım gibi biliyorum.

Yürüyorum. ‘Ben’lik medeniyetinin insanlığa sunduğu vahşet tabloları arasında yürüyorum. Karşıma Arnold Toynbee çıkıyor. Üzgün. Milliyetçiliğin, ‘çağdaş Batı toplumunun siyasî hayatını zehirleyen, felâket doğurucu bir baştan çıkarma aracı’ olduğunu söylüyor. Bir yeni çalışmasından bahsediyor: Medeniyet Yargılanıyor. Ondan bir pasaj okuyor:

"Gözlerim, yeniden millî zaferler silsilesine uzandı. Alman zaferler silsilesi, İngiliz zaferler silsilesi, Fransız zaferler silsilesi. Bütün bu millî zaferler en sonunda ne ile sonuçlandı? Hiç. Hepsi boşu boşuna." Ve ekliyor Toynbee: "Fakat İslâm, zor bir manevî görevi yerine getirmek üzere, hâlâ yaşamaktaÖ"

Ona göre, dünyayı bu felâketlerden kurtarmanın yolu, İslâm’ın her mahlûku kardeş sayan iman çağrısında.

"Haklısın" diyorum. "Doğrusun." Ama bir ukde kalıyor içimde: Bunu o ‘ben’ tutkunları nasıl kabul eder?

Kabul etmeyen bir ses, bilgiç bilgiç başını sallıyor:

"Biz kalblerimizle değil, kafalarımızla düşünmeliyiz."

Bakıyorum, sesin sahibi İsrail askerî istihbarat servisi eski başkanı Yehoshafat Harkabi. Time’dan Lance Morrow’a öyle söylüyor. Bana dönüp, "Harkabi’nin sesi, yakın bir karanlıktan çıkıyor" diye yorumluyor Morrow. Öbürü, umursamadan devam ediyor:

"İnsanlar bana soruyorlar: ‘İstediğin İsrail ne kadar geniş?’ Onlara diyorum: ‘Paris’ten Yeni Delhi’ye kadar.’ Diyorlar: ‘Ama bu çok büyük.’ Diyorum: ‘Ooo, pekâlâ. Ama gerçekçi konuşalım. Hangi büyük yeterlidir?’"

Ümitsizliğe düşüyorum. Harkabi yalnız değil çünkü. Dünyanın dört bir yanında aynı üstünlük iddiasını, aynı bencilliği, aynı ihtirası taşıyan nice firavun taslağı var.

Ama hayır. Dünyada başkaları da var. Saf, masum, sevecen, insan gibi insan başkaları da var. Hem de dünyanın her tarafında. Harkabi’nin ülkesi dahil.

İşte, bir İsrailli çocuk, bir başka Time yazarı ile konuşuyor. Sene 1982. On yaşındaki Dror, Roger Rosenblatt’a şöyle anlatıyor:

"Geçen yaz, TV’de, Lübnan’ı bombaladığımızda yaptığımız tahribat gösterildi. Bütün çocuklaróben dahilózıpladık ve sevindik. Az sonra düşündüm: Bu intikam hissi iyi birşey mi?"

Cevap, ‘hayır.’ Zaten, bir Filistinli çocuk, hemen ekliyor: "Bu İsrailli çocuklara bizden nefret etmek öğretildi. Onlar bizden nefret etmeye zorlandılar."

Yani, onlar doğuştan nefret ile dünyaya gelmemişler. Biz de. Ben de. Doğuştan nefret hissi duyarak dünyaya gelinmemiş, ama dünyada birileri ve birşeyler bize nefreti öğretmişler. Alman’a Fransız, Fransız’a Alman nefretini; İsrailliye Filistinli nefretini; Yunan’a Türk, bana da Yunan, Ermeni ve Arap nefretini taşımışlar.

Ama çocuk, o saf ve masum yaratık, yine gerçeği seziyor. Ahmed gibi. Ahmed de kim mi? Kendisini bildi bileli savaşın içinde yaşayan bir Filistin çocuğu. Bir gün doktor olmayı ümit ediyor. Niye?

"Çünkü, insanımız doktorlara muhtaç. Hem, vücudunóbaşın, midenin, kalbinónasıl çalıştığını görmeyi seviyorum."

Kendisine bir soru geliyor: "Düşün ki Ahmed, sen İsrail’de çarpışan bir doktorsun. Yaralı bir İsrailliyi, yardım etmen için sana getiriyorlar. Bir Filistinli mi, bir doktor mu olursun?"

"Bir doktor" diyor Ahmed. Hem de tereddütsüz. "Önce insanımÖ" diyor yani.

Sonra Kamboçya’ya geçiyorum. Ölüm Tarlaları’nın ülkesine. Ölüm tarlasına dönmüş koca bir ülkede, yüzlerce ve binlerce ölümün şahidi olarak yurdunu terk durumunda kalan bir çocuk, bir gazeteciyle söyleşiyor: "Diyelim ki bir kayıktasın. Yanında başka biri daha var. Kayık ikinizi birden taşıyamıyor. Ya onu denize atacaksın, ya sen öleceksin. Ne yaparsın?"

Cevap çok vurucu: "Onu atmam."

"Ama o zaman öleceksin."

"Olsun; onu atmam. Ölürsek, birlikte ölürüz."

Ve Kamboçya’dan, psikiyatrist Robert Coles’ün eşliğinde, onun The Political Life of Children’ına dalıp, İrlanda’ya uzanıyorum. Ulster’deyim. Burası, Katolik-Protestan ihtilâfı görüntüsü altında İrlandalı-İngiliz kavgasının yaşandığı bir şehir. Orada Coles bana anlatıyor: "Yazın, her gün biri Katolik, biri Protestan, iki danışman psikolog kontrolünde, hem Katolik, hem Protestan çocukları beraberce kıra götüren bir otobüsle gidip geldim. Yukarıda, şehrin dışında bir tepede birbirleriyle kardeş kardeş oynayan, barış içinde gülüp eğlenen çocuklar, akşam üzeri herşeyi unutuyor; nedense, mahallelerine geldiklerinde, birden kavgaya başlıyorlar! Neden? Bu soruyu hangi çocuğa sorduysam, hep aynı cevabı aldım: ‘Eee, artık eve dönüyoruz ya!’"

Ama eve dönmeyi de istemiyor çocuklar. "Orada, tepede çok iyi vakit geçiriyoruz" diyor biri. On bir yaşındaki George. "Keşke hep orada yaşasaydık." Orada. Kâinatla beraber. Kardeş kardeş.

Ama şehirdeyiz. Yanımızda, on iki yaşında bir kız çocuğu. Adı Kate. Yan sokaktan İngiliz askerleri geçiyor. Kate eliyle onları gösteriyor. "O askerlere acıyorum. Bunu kendime yediremiyorum, ama acıyorum işte. Güzel Rabbim bizi de, onları da yaratmış. Birbirimize düşman olmamızı istemiyordur herhalde. Okulda bize verilen o tarih kitaplarını okudum. Ama hâlâ neden birbirimizi öldürdüğümüzü anlayamıyorum."

Kate başını öne eğmiş, iki elini kavuşturmuş halde, iki elinin işaret parmağını döndürerek, konuşmayı sürdürüyor:

"Hangi ülkede yaşarsak yaşayalım, Allah’a sadık kalmak zorundaymışız. Ülke önemli değilmiş. Çok sevdiğim bir rahibe bana öyle söyledi. Ben de o gün öğleden sonra, İngiliz askerleriyle dost olmaya karar verdim. Onlara, ‘Baksanıza,’ dedim, ‘Allah bizi buraya birbirimizden nefret edelim diye koymadı.’

"İçlerinden biri durdu:

"‘Haklısın küçük kız’ dedi."

Ve bu çocuk manzaraları içinde, ben de, ‘ben’imden, dünyayı yutsa da doymayan, ama dünyayı kana bulayan ‘ben’imden kurtulmanın ilk düğümünü yakalıyorum: insanlığımın, insanca özelliklerimin farkına varmak!

Ardından, Schiller ile, o ünlü Alman şairi ile tanışınca, ikinci düğüm de açılır gibi oluyor. Onun Felsefî Mektuplar’ında şunları okuyorum:

"Dünyanın bütünlüğü içinde, her çeşit mükemmelliğin var olması gerekir. Aklın kavradığı herşey, yaratılışın bu geniş mânâsı içinde, karşı konulmaz bir varlık hakkına sahiptir. Tabiatın uçsuz bucaksız derinliklerinde, hiçbir faaliyet ihmal edilemez; her yeri kuşatan mutluluk içinde hiçbir zevk ayırımı istenemez. İlâhî Sanatkârın eserinde, her parçanın eşsiz değeri ayrıca gözetilmiştir."

Schiller, sözü buradan alıp insanların dünyasına getiriyor. Bu vesileyle, bir vahşi ile bir kültürlü adam mukayesesi yapıyor. O kültürlü adam, galiba benim. Schiller, hakkımda şu hükme varıyor:

"Bir vahşi, fikrimce, hemcinslerinin hayallerinin aşkı ile kendisinden geçen bir kültürlü gölge adamdan çok daha gerçek bir varlıktır. Vahşinin kulübesinde her yabancıya yer vardır ve herkesi ‘kardeşim’ diye, sessiz bir âlicenaplıkla kabul eder ve nereden geldiğini sormaz. Tenbel kozmopolitin coşup taşan kalbinde ise, kendisinden başka kimseye yer yoktur."

Olamaz ki... Çünkü, o ‘vahşi,’ kâinattaki her bir varlığın ayrı bir değeri olduğunu ve hepsinin yaratılış noktasında bir ve eşit olduğunu kavramıştır; ama o ikinci, yani ben, bir karadelik gibi herşeyi kendime mal ederken, kâinatın uçsuz bucaksız derinliğinin bile farkına varamamışımdır.

Bütün o ‘ben’ler kavgasının özü de, işte burada olmalı, diye düşünüyorum. Aklımdan, kavganın içinde kaldıkça kavgadan kurtulmak olmaz, diye geçiyor. İnsan, meselesini çözmek için, onun dışına çıkmalı önce.

Ve öylece hayal gemime biniyor, ‘ben’imin, ‘ben’ kavgamın, kavgamızın mekânı olan dünyanın dışına çıkıyorum. Ötelere açılıyorum. Dünyadan ötelere...

Dünya, uzaktan ülke ülke fark edilir halde yine. Sonra millî sınırlar kayboluyor; hayal-meyal kıt’alar kalıyor sadece. Sonra mavi-beyazlı bir yuvarlak küreye dönüşüyor dünya. Sonra bir hilâl, bir nokta... Derken, görünmez oluyor...

Sanki bir hiçmiş gibi...

  27.12.2003

© 2021 karakalem.net, Metin Karabaşoğlu

  1.  Bu yazının geçtiği eseri incelemek -veya satın almak- istiyorum.



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut