Arşiv

En Büyük Kötülük

HAZIR MEDENİYETİN kötülükleri deyince, akla ilk gelen çevre kirliliği, nükleer silahlar, büyük savaşlar yahut gürültülü ve kalabalık şehir manzaralarıdır. Oysa, şu medeniyetin bir kötülüğü daha vardır ki, pek bilinmez, farkedilmez. Hem de, onun taşıdığı bütün menfiliklerin de temelini oluşturduğu halde.

Bu medeniyet, insanın Rabbiyle olan bağlarını koparan bir anlayışın meyvesidir. Bu lâdinî anlayış ‘insan’ı ‘beşer’leştirmiş; ‘dikey’ bağlarından kopararak ‘yatay’laştırmıştır. Yüzü gerçekte ‘sema’ya dönük olan bu ‘eşref-i mahlukat’ı, yüzü yere dönük bir ‘konuşan hayvan’a dönüştürmüştür. İnsanı Allah’a ‘kul’ olmaktan azletmiş, onun yerine, belli bir devletin ‘vatandaş’lığıyla yetinmesini istemiştir. Ve dahası, insanoğlunun zihnini baştan sona yeniden şekillendirmeye girişmiştir.

Bu yolda hayli mesafe de alınmış olmalı ki, artık vahiy nuruyla beslenen birçok ‘semavî’ kelime ve kavramın yerini dahi, ‘arzî’ alternatifleri almış bulunuyor. En ‘basit’inden, eskiden üstümüze ‘rahmet’ yağardı; şimdi ‘yağmur’ yağıyor! ‘Nimet’ler ‘mal’a, ‘rızık’lar ‘tüketim maddesi’ne dönüşmüş bulunuyor.

Keza, insanların davranışında, âlemler Rabbinin emri değil, kişinin kendi nefsinin, içinde bulunduğu ortamın, toplumun veya çağın tercihi belirleyici rol oynuyor artık. Meselâ, ‘günah’ın yerini ‘ayıp’ almış bulunuyor. Birşey, yapılmıyorsa, Allah yapılmasın dediği için, yani ‘günah’ olduğu için değil; çoğunluk yapılmasın dediği için, yani ‘ayıp’ olduğu için yapılmıyor. O yüzden, Allah’ın rızasına uymayan ama çoğunluğun yapıyor olduğu bazı fiiller kolayca icra edilirken, Allah’ın rızasına uyan ama şu asrın hâkim anlayışına ters düşen fiillerin yapılması kesinlikle hoş karşılanmıyor. Sözgelimi, nâmahreme elini uzatmak veya uzatılan eli sıkmak gerçekte ‘günah’ iken, artık uzatmamak ve sıkmamak ayıplanıyor; ve çoğu zaman, mü’minden ‘ayıp etmemek’ için günah işlemesi isteniyor.

Modern dünyanın lâdinî zihniyeti dimağlara öylesine kök atmış ki, gündelik hitapların dahi şekli ve muhtevası değişmiş bulunuyor. Dün ‘Allah’a emanet’ edilenlerden, bugün ‘kendine iyi bak’ması isteniyor. Dün ‘teşekkür’ nimetin Asıl Sahibine ‘şükr’ün bir önsözü iken, şimdi yalnızca ‘teşekkür etmek’le yetiniliyor. Görülen güzelliğin varoluşunu Rabbine dayandırma gibi imanî bir talim yüklü "Maşaallah"ın yerinde, artık mâlûmu ilam eden kuru ve ruhsuz "Ne güzel!"ler esiyor. Artık birçok şey "İnşaallah" değil, "Tabiî" yapılıyor.

Velhasıl, bu medeniyeti kuran zihniyet, nice semavî kelime ve kavramı dünyamızdan almış bulunuyor. Elbette, düşüncenin başlıca aracı kelime ve kavramlar olduğuna göre, sahih bir imanî tefekkür imkânını da. Üstelik, dünyamızdan çıkan semavî kelime ve kavramların yeri boş da durmuyor. Bilakis, bu yer, imanî ölçülere hiç de denk düşmeyen arzî, dünyevî, lâdinî kelime ve kavramlarla işgal edilmiş bulunuyor. Hal böyle olunca, düşünceler de gayriimanîleşiyor...

Bu vâkıanın açık bir tezahürünü ‘hayr’ın ‘iyilik’e, ‘şerr’in ise ‘kötülük’e dönüşümünde görüyoruz.

Hayr, bugün lâdinî birçok insanın "Hayırlı günler" yerine özellikle "İyi günler" demesinden de anlaşılacağı gibi, imanî çağrışımları olan, semavî bir asla dayanan önemli kelimeler arasındadır. Onun, burada bir nebze temas edeceğimiz tek bir veçhesini anlamak için ise, iki semavî kavramın daha izinin sürülmesi icab eder: hukukullah ve hukuk-u ibad. Yani, Allah’ın hakları ve kulların hakları.

Hayatını Kelâm-ı Ezelîden aldıkları usûl istikametinde imanî bir tefekkürle yaşayanlar, ondan ve onu bize getiren elçinin sünnetinden ‘hukukullah’ ve ‘hukuk-u ibad’ dersini çıkarmışlardır. Buna göre, var olan herşey üzerinde asıl hak sahibi, onu Var Edendir. O’nun yarattığı, vücud verdiği, hayat ve şuur verdiği kulları üstündeki en birinci hakkı ise, ‘ibadet’tir. Allah, şuur verdiği kullarından, kısaca O’nu tanımak, emir ve yasaklarına uymak, gönderdiği Kitabı rehber ve elçilerini kılavuz edinmek diye özetlemenin mümkün olduğu ‘ibadet’i ister. ‘Hukukullah,’ özetle budur.

Öte yandan, yine var edilmiş olan sair kulların insan üzerindeki haklarını da O belirler. Meselâ, insanı anne-baba sevgisiyle donatan da, Kelâmıyla insana onları hoşnut etme görevi yükleyen de O’dur. Bu bakımdan, anne, kendiliğinden evlat üzerinde hak sahibi değildir; Allah onu hak sahibi kıldığı için hak sahibidir. Dikkat edelim, ‘hukukullah’ ve ‘hukuk-u ibad’ denilmiştiró‘Allah’ın hakları’ ve ‘başkalarının hakları’ değil. Zira, tüm ‘başkaları’ O’nun kuludur; ve üzerimizde O’nun kulu ve mahluku olmaları itibarıyla hakları vardır.

Oysa, şu çağın anlayışında ne ‘Allah’ın hakları’na yer vardır; ne de ‘kul hakları’na. Zira, kâinatın Rabbi zihinlerden silindiği gibi, bunun bir uzantısı olarak, herşeyin O’nun ‘kulu’ olduğu da unutulmuştur. O yüzden, Fransız Devriminden bugüne, sırayla ‘vatandaş hakları,’ ‘insan hakları,’ ‘kadın hakları,’ ‘hayvan hakları’ ve en sonunda ‘çevre hakları’ konuşulur; ama ‘kul hakları’ olarak değil. Çünkü, yerdeki herşeyin sema ile bağı kesilmiş; herşeyi doğrudan Rabb-ı Rahîm’e rabteden bağlar koparılmıştır. Kısacası, gözler artık semaya değil yere dönüktür; dolayısıyla bakış açısı semavî değil, arzîdir; sonuç itibarıyla kurulan bağlar ‘dikey’ değil, ‘yatay’dır. Bu hengâmda, ‘hukukullah’ ise, hepten ecnebi kalınan bir haklar dizisidir artık.

Hukukullah unutulduğu için de, yaratan Rabbin, mülkün Asıl Sahibinin mülkünde tasarruf etme, yarattıkları için kural koyma hakkı olduğu düşünülmez. Böylece, hayır-şer denklemi de kayıplara karışır. Zira hayır, Allah adına yapılan, O’nu bildiren, O’na yönelen herşeydir. Şer ise O’nun rızasına uymayan, O’nu unutturan, O’na yönelmeyen tüm şeylerin ifadesidir. Buna göre, namaz kılmak da, bir yoksulu gözetmek de, bir kediyi okşamak da, Allah emrettiği için ve de O’nun adına yapılınca, hayır ve ibadettir. ‘İyi bilinmek’ için namaz kılmak, can sıkıntısından kurtulmak için kedi-köpekle oyalanmak.. bunlar sonuçta dünya menzilini aşamayan, Allah’a yönelmeyen, yani ‘şer’ sınıfında kalan fiiller hükmündedir. Bu sırdandır ki, Medine’ye geldiğinde ilk işi Mescid’in yerini belirlemek olan Resul-i Ekrem (a.s.m.), yine Medine yıllarında, münafıklar tarafından sözde ibadet, gerçekte nifak amacıyla bina edilen bir mescidi ilahî emr gereği yıktırmıştır. Mescid-i Dırâr ismi, zahirde hayır gözüken, ama hedef O’nun rızası olmadığı için gerçekte şer olan her hale uyarlanabilir anlamlı bir tamlamadır. Kısacası, ancak O’nun adına yapılan ve O’nun rızasına uyan söz ve fiillerdir hayır olan. Hem, bir ‘hayr olan iyilik’ler, bir de ‘hayr olmayan iyilik’ler yoktur. Hayr, gerçekte tüm ‘iyilik’leri kapsar; hayr kapsamına girmeyen şeyler ise, zahirde ‘iyi’ görünse bile, gerçekte şerdir.

Ama modern çağın laik ahlâkının talimiyle, ‘hayr’ın alanı Allah adına olsun olmasın birine bir bağışta bulunmakla sınırlanmış; ondan alınan yeri ise, ‘iyilik’ doldurmuştur. Bunun kaçınılmaz bir sonucu olarak, ‘şer’ kelimesi de ya hepten unutulmuş veya anlam daralmasına uğramış; ondan alınan yeri ‘kötülük’ doldurmuştur. Bugün, "Kimseye kötülüğüm yok, kalbim de temiz; Allah’a ibadet etmeme ne gerek var?" diyenlerin varlığı, işte bu vâkıanın bir sonucudur.

Dikkat edin, ‘kimse’den ve de ‘kötülük’ten söz edilmektedir. İman nazarıyla bakan biri için, ‘kimse’ye Zât-ı Zülcelâl ile O’nun ruhanî mahlukları da dahildir; ama lâdinî bir nazarın ‘kimse’ hududu yatay düzlemle sınırlıdır: başka insanlar, belki de başka canlılar. Velhasıl, "Kimseye kötülük etmiyorum" diyenlerin ‘kimse’ tarifine, gerçekte en başta yer alması gereken Yaratıcısı, bırakın son sıraya konmayı, dahil bile ediliyor değildir. Keza, ‘kötülük’ derken sözü edilen, ‘şer’ değildir. Yaratan Rabbini unutmak, O’nun hakkını çiğnemek, O’nun emir ve yasaklarını ciddiye almamak.. değildir.

Şu modern dünyanın ‘ehl-i dünya’sı, lâfa bakılırsa ‘hak yemez.’ Halbuki, ‘Allah’ın üzerindeki hakkı’nı, hiç hatıra getirmeme veya hiç ciddiye almama raddesinde yemektedir. Ki, bütün hakların O’ndan geldiği Cenab-ı Hakk’ın hakkını yemekten daha büyük haksızlık olabilir mi?

Yine, şu modern dünyanın ‘ehl-i dünya’sı, sözümona, ‘kimseye kötülük etmez.’ Oysa, kötülük olarak, onu bu kadar nimetle donatan Rabbini unutmak, O’na hakkıyla kul olmaya yanaşmamak yeterli değil midir?

  27.12.2003

© 2021 karakalem.net, Metin Karabaşoğlu

  1.  Bu yazının geçtiği eseri incelemek -veya satın almak- istiyorum.



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut