BİLADİ’Ş-ŞAM NOTLARI-I
İlk Durak Halep, Zekeriyya’nın Şehri…

Mona İslam

EPEYDİR ÖZLEDİĞİM beklediğim Suriye gezisine nihayet çıkıyoruz. İlk durağımız Halep. Kuzeyden başlayarak ülkenin belirli tüm şehirlerine gitmeyi planlıyoruz. Halep, Gaziantep ve Hatay’dan birer saat uzaklıkta bir şehir. İçinde oldukça fazla Türk barındırıyor. Sokakta size Türkçe hitap eden, bir kavmiyet duygusu ile yardım eden insanlara rastlayabiliyorsunuz bu şehirde. Nedendir bilinmez, biraz bakımsız bir şehir Halep. Gaziantep’le karşılaştırılınca arada dağlar kadar fark var denilebilir. Toprak aynı, üzerinde yetişenler aynı, dağ, taş, yeryüzü şekilleri aynı, ancak insan unsuru farklı olunca neler değişiyor anlayabiliyorsunuz burada.

Kaldığımız otel eski bir paşa konağından yahut eşraftan bir Arap köşkünden çevrilmiş bir bina. Buralara kimileri butik otel de diyorlar. Ortada bir fıskiyeli havuz, avlu ve sedef kakmalı koyu renk ahşap mobilyalar, etrafta balkonlar çepeçevre uzanıyor ve buralarda orta avluya bakan odalar var, içleri de Arap evlerine uygun döşenmiş, sade ama ince zevkli tipik Suriye iç dekorasyonu. Bir Arap evine misafir olamadığımız için bulunanla idare edip insanların evlerinin içlerini de hayal etmeye çalışıyoruz. Üstte bir cam kubbe daire şeklindeki binayı çeviriyor, altta merdivenlerle inilen bir lokanta bulunuyor, eski zamanlarda bir mutfak olarak kullanılmış ve konağın yemekleri burada pişirilmiş belli ki. Avluda oynayan çocukları, her bir kapıdan çıkan aile efradını hissediyorum sanki, biraz daha dinlesem, birazcık daha burada kalabilsem sanki işiteceğim, duvarların anlatacak çok şeyi var. Ben dilini bilmesem de…

Burada etrafı kendi çabamızla gezeceğiz. Oteldeki görevli kıza azıcık Arapçamla önceden internette bakıp öğrendiğim Halep’te görülecek yerleri soruyorum. Kendimi konuşmak için epey sıkmam, kelimeleri hafızamdan, eskilerden, derinlerden çağırmam gerekiyor. Hala Arapça konuştuğumda babam gözlerimin önüne geliyor, sesler gırtlağımda boğum boğum.

Sorduktan sonrası kolay, zira konuşabildiğimden daha iyi anlıyorum, anlayabildiğimden daha iyi okuyorum. Bize bir harita üzerinden tarif ediyor kız göreceğimiz yerleri. Mıntıkaların isimlerini öğreniyorum, çünkü taksi şoförüne söylemem gerekecek ve otelin adresini de alıyorum. Görevli kıza “Hz. Zekeriya’nın kabri nerede?” diye soruyorum. Bilmiyor, bakıyorum boynunda bir haç var, “Allah Allah!” diyorum, bu kız bir Hıristiyan’sa Hz. Zekeriya’nın kabrini bilmesi gerekmez mi? “Ne yapalım dışarıda bir yerlerde soracağız” diye düşünerek ayrılıyoruz otelden.

İlk gittiğimiz yer Halep Kalesi, muhteşem bir yer, tüm şehir buradan kolaylıkla görülebiliyor. “Aslında gece çıkmak daha güzel olur” diyoruz, ancak ışıklandırma pek de iyi değil bu kalede, dolayısıyla gece tırmanmak akıllıca olmasa gerek. “Üstelik girişte bilet kestiklerine göre belki de belirli bir saatte kapatılıyordur” diye düşünüyoruz. Bu kale Selahattin Eyyubi tarafından yaptırılmış. Hala ayakta, hala güzel, hala heybetli. Bize Rumelihisarı’nı hatırlatıyor. Ortasında sonradan yapıldığı belli bir açık hava tiyatrosu var. Demek burada da konserler veriliyor.

Bir grup ilkokul çocuğu öğretmenleriyle beraber kaleyi gezmeye gelmişler. Etrafımızı sarıveriyorlar. Eşim on yıllık öğretmenlik tecrübesiyle onları toparlıyor ve kızımızla birlikte bir fotoğraflarını çekiyor. Çok meraklılar, çok sıcakkanlılar, nereli olduğumuzu soruyorlar, söyleyince de bir soru yağmuruna tutuluyoruz, bize “hoş geldiniz” diyorlar hep bir ağızdan. Anlıyoruz ki bildikleri birkaç Türkçe kelime var. Çocukların kimi başörtülü, kimi başı açık, serbest kıyafet giymişler, formaları yok. Tepeye çıkacağız, zirveye kadar “ana kaman, ana kaman” diyerek onlarla yarışıyorum şaşkınlıkla bana bakıyorlar, zira bu “Ben de, ben de” ammice söylenmiş bir söz, kitaptan öğrenilen birşey değil, kendi çocukluğumu ve çat-pat konuştuğum kuzenlerimi hatırlıyorum, bu onlardan ve şimdi de Suudi Arabistan’da bulunan minik yeğenlerimden öğrendiğim birşey. Çocuk Arapçası yani. Çocuklar kendileriyle merdivenleri koşarak çıkan ve kendileri gibi konuşan bu Türk teyzeye, “Ne biçim Türk, ne biçim teyze” der gibi gülüyorlar. Bilemiyorum, onlar mı daha mutlu, yoksa ben mi?

Minik arkadaşlarımdan ayrılarak, yola birlikte çıktığımız arkadaşlarımızla Osmanlı çarşısına giriyoruz. İki aileyiz, hanımlar elbiselere, bluzlara, başörtülere bakıyoruz, erkekler ise Arapça müzikler arıyorlar. Birşey beğenemiyoruz; çünkü Arap kadınlarının zevkleri apaçık ki bizimkine benzemiyor, her şey abartılı bir biçimde süslü, pullu, işlemeli nakışlı. Başörtüler bile öyle. Bakıyoruz, beyler de alışveriş işini Şam’dan İstanbul’a dönüş günlerine bırakmak istiyorlar. Zira alınanları onlar taşıyorlar. Vakit öğle de oluyor, Emevi camiine giriyoruz, namaz kılacağız. Tevafuk o ki, Hz. Zekeriya türbesi de burada. Çok seviniyorum. Ben onu bulmadan o beni buluyor. Dua ediyoruz.

Oradaki hanımlar Türkiye’den geldiğimi duyunca biz nasılsa her vakit geliyoruz edasıyla beni nezaketle ön tarafa alıyorlar. Selam veriyorum, “geldim işte” diyorum, “sana geldim.” Bu aramızda paylaşılan bir sır gibi, insan bir sırrı paylaştığı kimseye ne kadar yakın olur, artık ondan kopabilir mi, bilakis ona teslim olmuştur. Elhamdülillah. Dua ediyorum “Allahım, bizi Zekeriya (as)’ın şefaatine nail et, berzahta da, mahşerde de, cennette de ona dost ve yaren kıl, beni de Hz. Meryem gibi onun himayesine ve tedrisine ver” diyorum. İşaret bekliyorum tıpkı onun gibi, işaret az sonra geliyor. Hem nebi, hem şehid olan Hz. Zekeriya sanki konuştu konuşacak, bir şey olacak hissediyorum.

Dışarı çıkıyoruz, beylerle şadırvanda buluşuyoruz. Açız ve nerede yemek yiyebileceğimizi soruyoruz esnaftan birilerine, bize bir lokanta tarif ediyorlar, Halep yemeklerini buradan yememizi söylüyorlar. Adresi alıp yürüyoruz. Bakalım bulabilecek miyiz, “Babül Ferec’e nasıl gideriz?” diye soruyoruz, “yakın” diyorlar. Tarif ediyorlar, yürümeye devam ediyoruz. Yanımızda hem benim kızım var, hem de arkadaşımızın bebeği. Az sonra yine soruyoruz, esnaftan adamlar yanımda iki erkek varken neden benim onlarla konuştuğumu yadırgasalar da, bir şeyler anlatıyorlar eşimin yüzüne bakarak. O ne dediklerini anlamıyor, ben birazcık tercüme ediyorum.

Tam bu sırada işaretim geliyor. Elinde satmaya çalıştığı sakızlar olan bir küçük çocuk yanımıza yanaşıyor ve eşimi çekiştirerek, “Dayı ben biliyorum, götüreyim mi sizi?” diyor Türkçe olarak. Eşim çok seviniyor, çocuğun başını okşuyor ve “tamam” diyor, “hadi bakalım, bizi oraya götür.” Yürürken soruyoruz çocuğa. Türk olduğunu. ama burada doğduğunu söylüyor bize, adını soruyoruz Zekeriya diyor. “İşte” diyorum eşime, “işaret bu, Zekeriya (as) şimdiden bize şefaat etmeye başladı, bu tevafuk anlamsız mı? Bize yardım eden çocuğun adı da Zekeriya.” Herkes gülümsüyor, yeniden “elhamdülillah” diyoruz, görmek isteyen için her yer işaretlerle, ayetlerle dolu.

Epey yürüyoruz, yolda çocukla eşim sohbet ediyorlar, yol boyunca anlıyoruz ki onların yakın kavramı ile bizimki aynı değil. Zaten halkın tamamı epeyce zayıf, pek şişman insana rastlamıyoruz, çok zengin bir mutfakları olmasına rağmen kilolu değiller, belli ki her yere yürüyorlar. Bebek yerinde rahat, ama annesi kale tırmanışından sonra epeyce yorgun halde varıyoruz menzilimize. Zekeriya’ya yüklü bir bahşiş verip teşekkür ederek ondan ayrılıyoruz. İsmail ilave ediyor, “Belki Hz. Zekeriya şefaat imkanını bu sadaka şartına bağlamıştır, verelim.” İsterseniz yol sadakası, isterseniz ayakların hakkı diyelim, Zekeriya memnun, biz memnun ayrılıyoruz.

Yemek sonrası Halep sokaklarını arşınlamaya devam ediyoruz. Ermeni mahallesine giriyoruz, burada güzel kiliseler göze çarpıyor. Ne yazık ki kapalılar; girmek istesek de giremiyoruz. Etrafta mebzul miktarda gümüşçü var, kızkardeşimin anlattıklarından biliyorum ki, Suriye’de gümüş işçiliği çok çeşitli ve güzel, fiyatlarda ne kadar fark var bilemiyorum, belki Türkiye’den azıcık daha ucuz olabilir. Ama zaten kendimi gümüş sevdasına kaptırmış biri olarak işin bu tarafını umursamam ne mümkün. Çok güzel taşlar kullanıyorlar. Mercan, yeşim, siyah inci, akik çok çeşitli gümüşlerin içinde kullanılmış. Bir madalyon ucu alıyorum. Herşeyin fiyatı pazarlığa tâbi burada, kim ne kadar tutturabilirse, blöf yapsanız bazen inandırabiliyorsunuz, bazen satıcı sizden kurnaz çıkıyor. Ama Türk olmanız Halep’te lehinize işliyor, Türkler için birazcık daha indirim yapıyorlar.

İnsanları bekletmemek için kendimi gümüşçüler çarşısından zor atıyorum. Bana kalsa orada saatlerce vakit geçirebilirim. Altına gelince, burada altın da tıpkı elbiseler gibi pek bize uygun değil, kırmızıya yakın renkte fazla şatafatlı, hatta rüküş takılar yapıyorlar. Böyle birşeyi bizim memlekette takmaya utanırsınız. En azından benim gördüğüm kadarıyla öyle. Yoksa, zannım o ki Türkiye’nin güneydoğusunda da kadınlar bu kadar yoğun altın takabiliyorlar: elbette parası olanlar... Halep’te de her bir takı başlıbaşına bir kuyumcu dükkanı, neredeyse hiç sade birşey yok.

(devam edecek)

  13.05.2009

© 2021 karakalem.net, Mona İslam




© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut