Arşiv

“Tek Yol Bilim” mi?

SİZ DE BİLİRSİNİZ, YAPRAKLAR yeşildir, denizler mavidir, portakallar sarı ve yuvarlaktır. Yine bildiğiniz gibi, dünya güneşten yaklaşık l50 milyon kilometre uzaklıktadır. Ayrıca, bir DNA molekülü 3.4 angström kalınlığındadır. İşte bilim bize bu inkâr edilmez gerçeklerden söz eder. Bir atomun partiküllerini sayar, sınıflandırır. Işığın saniyede kaç kilometre yol aldığını hesaplar. Gözlemler yapar. Ölçer, tartar, hesaplar ve bize kâinatı anlatır. Olduğu gibi. Tarafsızca. Anlattıklarının hepsi de gün gibi ortada gerçeklerdir.

Diyelim ki, ben bir cinayete şahit oldum. Şimdi size gördüklerimi olduğu gibi, tarafsızca anlatıyorum: "On beş santim kadar uzunluktaki bir namlunun dibine yakın bir yerde duran içi barut dolu bir kovana tabancanın tetiği hızla çarptı. Çarpmanın etkisiyle içerideki barutlar alev aldı. Barutların patlamasıyla oluşan basınç sebebiyle kovanın ucundaki kurşun süratle yerinden fırladı ve yirmi metre kadar ileride yürüyen bir adamın göğsüne saplandı." Dilerseniz kurşunun ne kadar hızla yerinden fırladığını, adamın hangi organına rast geldiğini, nasıl bir yara açtığını da bilgilerime dahil edebilirim. Katil kim mi diyorsunuz? Maktulü de mi merak ediyorsunuz? Bakın orası beni ilgilendirmez işte. Dedim ya, ben sadece tarafsız bir gözlemciyim, sadece gördüklerimi anlatırım. Hem sonra siz bir katilden söz ediyorsunuz, bir de maktul var diyorsunuz. Yani size göre orta yerde bir katl, bir cinayet var. Benden söylemesi, galiba siz olaya kendi yargılarınızı karıştırıyorsunuz. Bu kafayla tarafsız bir gözlemci olamazsınız. Ben tarafsızlığımı bozamam. Hem niye itiraz ediyorsunuz ki, anlattıklarımın hepsi de gerçek, değil mi? Üstelik isterseniz, anlattıklarımın hepsini daha da ayrıntılı olarak anlatmaya hazırım.

Olmuyor değil mi? Doğru, anlattıklarımın hepsi gerçek gibi de, gerçeğin hepsi benim anlattıklarım değil. Anlattıklarım gerçeğin sadece bir kısmı. Size gerçeğin diğer kısmını anlatmıyorum: anlatmamak istiyorum.

Gerçeğin yarısını anlatmış olmam, anlattıklarımın hepsini gerçek yapar mı? Görünüşte, kimse söylediklerime bakıp yalan konuştuğumu söyleyemez. Ancak gerçeğin diğer yarısını anlatmamanın adı nedir? Gerçeği eksik anlatmak, herşeyi olduğu gibi anlatmamak demektir ki, sanıyorum doğru söylemek diye buna demiyorlar.

Sadede gelirsek, bilim sadece kâinatı anlatır. Elle tutulan, gözle görülen veya en azından ‘laboratuvar koşullarında varlığı saptanan’ herşey bilimin konusudur. Bilim adamı da bütün dürüstlüğü ile bilimin konusu olan şeylerden söz eder. Gereğinde en ince ayrıntısına kadar; hiçbir şeyi karanlıkta bırakmadan. Meselâ, bir bilim adamının karşısına bir sandalye koysanız, bilim adamının yapacağı şudur: Sandalyeyi ölçer, tartar, şeklini anlamaya çalışır. Parçaların birbirine karşı konumlarına, her bir parçanın ölçeklerine, sandalyenin nasıl bir maddeden yapıldığına varıncaya kadar gördüğü, dokunabildiği, ölçebildiği herşeyi size anlatır. Ve sıra o sandalyenin ustasına geldiğinde, bilim adamının söyleyecekleri biter. Ustası sandalyeyi belli bir planla yapmış olamaz mı? Bu planla belli bir amaç gözetiliyor olamaz mı? Sandalye bu haliyle onun sanatını, ustalığını, maharetini... anlatıyor olamaz mı? Hayır! Bilim adamı sadece sandalyenin kendisiyle ilgilidir. Tarafsız bir gözlemcidir ve gördükleri arasında usta yoktur, ustanın sanatı yoktur, mahareti yoktur.

Yanlış anlamayın, bilim adamı açık açık sandalyenin ustası yoktur demiyor. Sadece, ustasının olup olmadığı onu ilgilendirmiyor. Ama sandalyenin bir ustası vardır ve bu da sandalyenin kendisi kadar inkâr edilmez bir gerçektir. Bilim adamı ilgilendiği şeyi, sandalyeyi önce ‘gerçek’ olarak tanımlıyor ve ondan sonra bu peşin hükümlülükle incelemeye başlıyor. Ama gerçek ilgilendiği şeyden ibaret değil ki; o gerçeğin yalnızca bir parçası.

Hadi iyimser olalım. Ola ki gerçeğin hepsini bulmada bir işbölümü yapılmış ve bilime de sandalyenin ustasına kadar olan kısmıyla ilgilenmek düşmüştür. Niye olmasın? Belki de bilime sadece kâinatı tasvir etmek kalıyor, gerisini de başkalarına bırakıyor. O zaman, bir bilim adamı haklı olarak kendisini sadece yaprakların şeklinin ve nasıl çalıştığının ilgilendirdiğini, yaprakları kimin ve niçin düzenlediğinin ise sahası dışında kaldığını söyleyebilir. Sanki ‘nasıl’ ve ‘niçin’ ve ‘kim,’ ayrı sorular; sanki içiçe değiller. Onun için illa da bilimsel sınırlar içinde kalacaksa böyle şeyleri dert edinmeyecek. Ama dert ediniyorsa bilimin dışına çıkmak zorunda. O halde bilimin sınırları içinde mi kalsın, yoksa böylesi şeyleri de mi dert edinsin?

Niye dert edinmesin ki?

İşte buraya geldiğinizde, bilimle sıkı bir pazarlığa oturmanız gerekir. Çünkü, bilime göre, bilimden başka meşru bir yol yoktur. Şöyle hafızalarınızı bir yoklarsanız, ta ilkokul sıralarından bu yana kafanıza ‘bilim dışı’ tabirinin fevkalâde ayıp birşey olarak kazındığını farkedersiniz. ‘Bilimsellikten uzak,’ ‘bilime aykırı,’ ‘bilimle çatışan,’ ne varsa hepsi de yüz kızartıcı bir suç gibi gelir bize. Öyle ki, bu yüz kızartıcı suçu işlememeniz için tek yol, söylediğiniz herşeyin, yaptığınız herşeyin ‘bilimsel’ olmasıdır. Eğer ‘bilimsel’ olarak söylenemeyecek birşeyiniz varsa, sakın onu söylemeyin. Bilime aykırı düşen birşey yapacaksanız, vazgeçin. "Bilimsel düşünme yeteneğini kazanmış bir kimse için düşüncenin hareket noktası olduğu gibi, geçerlilik ölçüsü de yine bilimsel metodun kendisidir" (Cemal Yıldırım, Bilim Felsefesi). Bu "Ahmet’e göre tek yol Ahmet gibi düşünmektir" kabilinden bir hükümdür. Eğer bu hükmü kabul ettiyseniz, artık "İlla da Ahmet’e göre mi düşünmek zorundayım?" gibi bir soruyu sorma hakkınızı kaybetmişsinizdir. Çünkü tek yolun Ahmet gibi düşünmek olduğunu kabul etmiştiniz ve Ahmet hiç de yukarıdaki gibi bir soru sormaz. Eğer sorarsanız, ‘tek yol’un dışına çıkmış olursunuz ki, fevkalâde ayıp birşeydir. Ayıp etmemek istiyorsanız, lütfen Ahmet gibi düşünmeye devam edin. Hasılı, eğer olur da bir gün, "Tek yol niye illa da bilimin metodu olsun?" diye sorarsanız, bilesiniz ki bilime hiç de uymayan bir davranış içindesiniz. Kendinizden utanmalısınız!

George Orwell’in 1984 romanını bilirsiniz. Orada da tıpkı, ‘bilimsel’ metodu andıran bir ‘arıdil’ vardır. "Arı dilin amacı sadece belirli bir dünya görüşüne kendisini adamış insanların zihnî alışkanlıklarına aracılık etmek değil, aynı zamanda bütün diğer düşünce şekillerini imkansız kılmaktır. Bir kere arıdilin kurallarına sıkı sıkıya bağlı kalındığında, sapık düşünceleróyani arıdilin kurallarının izin vermediği düşünce şekilleriózihinleri işgal etmeyecektir."

İsterseniz yukarıdaki ifadelerde arıdil kelimesi yerine bilim kelimesini koyun. Göreceksiniz, hiç de yabancı gelmeyecek size. Ama hakkını da yemeyelim, ortada birbirine aykırı iki görüş varsa, mutlaka biri diğerine göre sapıktır. ‘Bilimsel metod,’ kendi kendini sınırladığı alanın dışında olan şeyleri inceleme alanı içine alan, onun önyargısız şekilde incelemeye tâbi tutulması gerektiğini söyleyen bir tutuma ‘bilimsel olmayan’ ya da ‘bilim dışı’ metodlar damgasını vurmuştur. Bu davranışın neticesi olarak ‘bilimsel’ metoda göre ‘bilimsel olmayan’ metod sapıktır. İyi ama, ‘bilimsel olmayan’ diye damgalanan bir metoda göre de kendisini ‘bilimsel’ ilan etmiş bir metod sapık olabilir. Ancak nedense, her defasında sapık deme hakkı bilimsel metodundur. Sahi nereden almış bu hakkı? Elcevap: efsanelerden. Hem de en çağdaş ve en gerçek olanlarından.

Bu efsaneleri anlamak mı istiyorsunuz? Kolay. Şimdi elinize kalkış platformunda ateşlenmeye hazırlanan bir uzay mekiği fotoğrafı alın. Bulamazsanız, hayalinizi şöyle ilk ampulün Edison’un elinde parıldadığı âna götürün. O binbir marifetli kompüterleri aklınıza getirin. Veya bunların hepsini bir tarafa bırakın da, şimdi kendinizi günlerce böbrek ağrılarından kıvranmış bir hasta farzedin. Şu an son derece modern cihazlarla donatılmış bir ameliyathanenin masasında uzanıyorsunuz. Birazdan tüm ağrılarınızın dineceğinden emin, üzerinize yönelmiş cihazları, vücudunuza bağlı kabloları.. büyük bir hayranlıkla ve sonsuz bir güvenle seyrediyorsunuz. Belki de "İyi ki Taş Devrinde doğmamışım. Ne mutlu bana" diyorsunuzdur. Değil mi ya? Bir de bilimin henüz işlemediği o karanlık çağlarda olsaydınız? Ne olurdu haliniz?

İşte böyledir bilim. Bizi eski çağların karanlıklarından çıkarmış ve bugünün inanılmaz konforuna ulaştırmış. Hele bir de yarınları düşünün... Bugün kulağınıza yanaştırdığınız telefon ahizesinin gerisinde, koltuğuna yaslandığınız arabanızın gerisinde, dokunduğunuz her elektrik düğmesinin mazisinde hep o vardır: bilim. ‘Bilimsel’ düşünce size bahşettiği bunca nimeti hatırlatarak çıkar karşınıza. Yüzyıllar boyu alınteriyle, sabırla, sebatla, zekâ ile yazılmış bir destandır bilim. Madem ki telefona, arabaya, uçağa karşı değilsiniz, onları bahşeden ‘bilimsel’ düşünceye de dil uzatmadan, bir iki nefes soluklanıp biraz düşünün.

Şimdi aklıma bir soru geldi: Sahi, Hiroşima ve Nagazaki faciaları neden Taş Devrinde olmadı? Kimyevî silahlar neden Ortaçağa yetişmedi dersiniz? Çünkü o zamanlar insanların ne atom bombası, ne de kimyevî silah üretecek seviyede bilgileri yoktu. Demek bilim ilerlemeseydi onca masum insan bir anda öldürülmeyecekti. Yoksa suçlu bilim mi? Elbette ki değil diyeceksiniz. Suçu işleyen insanlar. Atomun yapısı ile ilgili bilgileri isterseniz nükleer santral yapmakta kullanırsınız, isterseniz atom bombası yapmakta. Anladığım kadarıyla bazı şeyleri bilmek başka, onları uygulamayı dökmek başka demeye geliyor bu. Atomun yapısını bilmek başka, atomun yapısıyla ilgili bilgileri insanları öldürmekte kullanmak başkadır. Aynı şekilde atomun yapısını bilmek başkadır, bu bilgiyi nükleer santrallerle insanların yararına kullanmak başkadır, değil mi? O halde nasıl atom bombası atomla ilgili bilgileri bulanları suçlu kılmazsa, nükleer santrallerin insanlara faydası da aynı bilim adamlarının şahsî tercihlerini haklı göstermez. Bu bilim adamlarının kâinatı incelemeleri ve kâinatın işleyişindeki kanunları, prensipleri keşfetmeleri, o prensiplerde gözetilen amaç ve hatta o amacı kavrayan insanın o kâinat içindeki yeri hakkındaki kişisel yorumlarının illâ ki doğru olmasını gerektirmez.

Meselâ, bugün tıkır tıkır işleyen arabaların temelinde Newton’ın deterministik bir şartlanma ile düşünüp keşfettiği kanunlar vardır. Ama siz kalkıp arabaların insanlara getirdiği yararları sayarak Newton’ın determinizmini savunmaya kalkarsanız, karşılığında sadece bir tebessüm alırsınız. Ama ne çare, o herkesin hayran kaldığı Newton kanunları yıllarca Newton’ın determinizmi ile, ve dolayısıyla yalnızca ‘İlk Muharrik’ olarak tanımlamak zorunda kaldığı bir Yaratıcı anlayışı ile anılagelmiş olabilir. Böylece Newton’ın eksik Yaratıcı anlayışı o kanunların itibarından nasiplenmiş olur. Ve sonunda siz eylemsizlik prensibini bulan Newton’la, Allah’ı eksik ve dolayısıyla yanlış tanıyan Newton’ı ayırt etmede hayli zorlanabilirsiniz.

Neyse ki, sözün konusu Newton olduğunda bu zorluğu aşmak kolay. Ama düşünün ki insan fizyolojisinin ayrıntılarından bahseden oldukça ciddi bir kitap okuyorsunuz. Her nasılsa son derece yeni ve isabetli bilgilerin verildiği bir konuyu okurken, satır başlarında, satır aralarında ‘evrim’den, ‘evrimsel bazı mekanizmalar’dan, ‘rastlantılar’dan ve ‘tabiatın güçlü eli’nden söz edildiğini görüyorsunuz. Üstelik bu kitabı yazan sıradan biri de değildir. Büyük bir ihtimalle kendi adına önemli buluşlar yapmış, sahasına emek vermiş, birçok önemli gerçeğin açığa çıkmasına vesile olmuş önemli bir bilim adamıdır. Dahası, yalnız değildir. En az onun kadar ciddi, sahasında otorite sahibi, itibarlı çok sayıda bilim adamı da bu konuda ona katılmaktadır.

Özetle, ‘rastlantı,’ ‘tabiat,’ ‘sebepler,’ ‘kendi kendine olmak...’ Nasıl olur da bunca önemli şeyleri yapmış insanlar, siz ‘sıradan bir öğrenci’nin bile ilk görüşte mantıksızlığını anladığı şeyleri benimseyebiliyorlar. Ama önemli birşeyi unutuyorsunuz: O insanlar sıkı sıkıya ‘bilimsel’ metoda bağlı insanlardır. Yani kâinattaki olayları kâinat cinsinden olmayan fakat kâinattaki plan ve amaç ile kendisini tanıtan kâinat Sahibinden bağımsız olarak incelemek gerektiği konusunda kendilerini şartlandırmış insanlardır onlar. Çok önemli buluşlar yapmalarına gelince, şaşmanız gerekmez. Çünkü kişisel yorumlarını hiç beğenmediğiniz bir arkadaşınız da çok güzel tablolar yapıyor olabilir, çok isabetli hava tahminlerinde bulunabilir. Rastlantılara inanan, sebepleri yaratıcı sanan birileri de laboratuvarlarda aylarca ter dökmüş ve sonunda sizin bilemediğiniz çok önemli gerçekleri keşfetmiş ve de bunları bir kitap haline getirip size takdim etmiş olabilirler. Yani, karşınızda sadece basit bir beraberlik vardır. Sebeplere, tesadüflere bir kişisel şartlanma neticesinde yaratıcıdırlar diye inanan biri, aynı zamanda DNA’nın helezonik yapısını keşfetmiştir. Evrime inanan bir kişi aynı zamanda hücrenin yapısını da araştıran kişidir. Bu kişinin yazdığı kitaptaki evrim tabirleriókâinatın Sahibinin ilmini ve iradesini gösteren özelliklerin bir rastlantı neticesinde oluştuğunu ima eden evrim teorisinde kullanılan tabirleródoğru oldukları için değil, kitabı o kişi böyle bir koşullanma içinde yazdığı için oradadır. Belki siz yazsaydınız, hücrelerin yapısı hakkında aynı bilgileri vermenize rağmen, o evrim fikirleri bu kitapta olmayacaktı. Ama ne yazık ki siz geç kaldınız.

Çünkü, bilirsiniz, Murphy’nin altın kuralı şudur: "Altını olan kuralı koyar." Anlayacağınız, orta yerde bir gerçekçilik meselesi değil, bir otorite meselesi vardır. DNA ile ilgili bilgileri yorumlama hakkı, o bilgileri ilk defa ortaya çıkaran insanların olmuştur. Siz DNA’nın yapısında bir yanlışlık gösterebilir misiniz? Hayır. Bütün canlı hücrelerinde aynı biyokimya prensiplerinin işlediğin inkar edebilir misiniz? Hayır. O halde evrim teorisi tabirlerini kullanan evrimciler kararı çoktan verdiler: "Evrimci yoruma karşı söyleyecek bir sözünüz olamaz. Evrimcilik o inkar edemediğiniz gerçekleri ortaya çıkaran ‘bilimsel’ düşüncenin eseridir!"

Newton determinist düşünüyordu ve aynı zamanda fizik bilimine temel olmuş kanunları bulan da o olmuştu. Sonuç: Bir dönemin fiziği determinist oldu. Bir dönemin biyologları da evrim felsefesini hoş bulmuşlardı ve hâlâ daha hoş bulan hatırı sayılır miktarda biyolog var. Sonuç: Biyoloji hâlâ evrimci.

Ressamlar empresyonistse, tahmin edebileceğiniz gibi, bütün tablolar empresyonist olur. Modacılar da bir mevsim mor renge ağırlık verirlerse, o mevsim elbiselerde mor renkler hakim olur. Yoksa resimler empresyonist olduğu için ressamlar empresyonist oluyor, ve modada mor renk hakim olduğu için modacılar mor renge ağırlık veriyor diyemezsiniz. Moda modacıların yaptığı şeydir, resim de ressamların. Resmin ya da modacının kendi başlarına bir kimlikleri yoktur. Peki ya bilimin? Sahi kimdir şu bilim? Hani, ‘şunları şunları söyleyen,’ ‘şu hükümleri koyan,’ ‘şunları yapan’ bilim. Siz gözleri, elleri, ayakları, kulakları olan böyle birini gördünüz mü?

Nedense, bilimin kendi başına müşahhas bir kimliği varmış gibi gelir bize. Oysa, "Nasıl felsefe filozofların faaliyeti ise, nasıl sanat sanatçıların faaliyeti ise, bilim de altı üstü kendilerine has düşünceleri, metodları olan bilim adamlarının faaliyetidir." (İlhan Kutluer, Modern Bilimin Arkaplanı). Bilimsel metod da, hani şu bazan laboratuvarda tüpler arasında kaybolmuş, bazan da masa başında kâğıt karalayan birileri olarak gördüğümüz bazı insanların düşünce şeklidir. İsterseniz o insanlar gibi düşünebilirsiniz elbette. Ama istemiyorsanız onlar gibi düşünmeyebilirsiniz. Nasıl her konuda mesleği terzilik olan insanlar gibi düşünmek zorunda değilseniz, her konuda mesleği bilim yapmak olan, kendilerine has yorum ve metodlarıyla incelediği eşyayı yorumlayan insanlar gibi düşünmek ve onların yorumuna katılmak zorunda da değilsiniz.

Şu güzel heykelin heykeltraşı var mıdır?

Hiçbir insanómesleği bilim adamlığı olsa daóbu soruya tarafsız bir cevap veremez. Heykeltraş ya vardır, ya da yoktur. Aynı şekilde, "Şu güzel kuşun bir Yapıcısı var mıdır?" sorusu karşısında tarifsiz kalınamaz. O güzel kuş bir eserdir ve mutlaka birinin eseridir. Bu birinin kim olduğunu sözün gelişi bana sorarsanız, alacağınız cevap ‘herşeye kudreti yeten, herşeyi bilen bir Yaratıcı’dır. Aynı soruya ‘bilimsel’ düşünüyorum diye kendini koşullandıran bir bilim adamının vereceği cevap ise ‘Tabiat’tır. Biraz daha açmasını isterseniz, ‘tabiat kanunları, zamanla biriken tesadüfler, mutasyonlar...’ diye uzatabilir listesini. Neyi sorarsanız sorun, böylesi bir bilim adamına göre herşeyi, her an, her yerde yaratan bunlardır. Bütün bu şeyler her yerde hâzır ve nâzırdır. Görüyorsunuz ya, bilim adamı da herşeye gücü yeten, herşeyi bilen, her yerde hâzır ve nâzır olan bir veya birilerini arıyor. Bu noktada yaratıcı bir gücün varlığını kabul eden bir anlayışta dinle birleşiyor. Ama ah, yaratıcı kâinatın bizzat kendisi veya kendisindeki özellikler mi, yoksa kâinatı içindeki özelliklerle birlikte vareden ve dolayısıyla kâinat cinsinden olmayan bir Yaratıcı mıdır diye sorarsanız, yollar ayrılıyor.

Peki, bilim dinle çatışır mı?

Kim ayırdı bu yolları? Herhalde atom içi partiküller değil. Uzay mekikleri de değil. Hücre zarlarının da böyle bir iddiası olduğunu sanmıyorum. Ama bütün mesele hücre zarlarını inceleyen, atom içi partikülleri sayabilen, uzay mekikleri yapan insanlardan çıkıyor galiba. İnsan bu. Kimisi şöyle bir yol çizer, kimisi böyle. Atoma, hücreye kalsa herkes de biliyor, onlar, kendilerinin bir Yaratıcısı olduğundan yana. Ki bu haliyle bilim, çatışsa çatışsa, herşeyi tabiat içi kuvvetlerle açıklamaya çalışan insanlarla çatışır.

Anlaşılan mesele, illa da tabiat içi bir yaratıcı arayanların kendi görüşlerini bilim adına söylemelerinde. Kendi görüşlerini ‘bilimsel görüş’ saymalarında. Tamam, bilimin belki de çok önemli bir kısmı böyle düşünen insanların elinde gelişmiş olabilir. Bize de, ‘ellerine sağlık’ demek düşer. Kâinattaki mevcut kuralları bulup çıkartmada gösterdikleri gayretlerinden dolayıóki bu gayret de kendilerine Yaratıcıları tarafından verilmiş bir özelliktir; farkına varsalar da, varmasalar daóhepsine teşekkür ederiz. Ama bu onlara bilimi, kâinatın Yaratıcısını kabul etmeme şartlanmalarına alet etme yetkisini de vermez. Onlar o yetkiyi kendilerinde görse de, kimseyi onların tarif ettiği ‘bilimsel’ anlamda düşünmeye mecbur etmez.

Ama, ‘hayatta en hakikî mürşit bilim’ mi diyorsunuz? Doğrusu, ben bilimin böyle birşey dediğini duymadım. Ama bilimi, hayatta en hakikî mürşit gören onca insan tanıyorum... Sakın bu, "Hayatta en hakikî mürşit, bizim gibi düşünmektir" demeye gelmesin! Ki, onlara kalırsa ‘bilimsel düşünce’ kâinatın yaratık olduğunu kabul eden bir düşünceye karşı olmaktır. Demek, "Hayatta en hakikî mürşit bilimdir" derken, parantez içinde, "yani din değildir" demeye getiriyorlar.

Biliyorsunuz, putlar masum şeylerdir. Onları insanlar yapar ve dikerler. Put kendi kendine put olmaya karar veremez. Bilim de bazıları için put olmuşsa, bilime düşman olmanız gerekmez elbette. Hakkını yememeli. Gerçekten bilim güzel ve alımlıdır. Ama bu alımlılığa kapılıp da adına ‘bilim’ denilen her yorumu kabul etmek zorunda değilsiniz. Bazıları onu put yapıyor diye, onu red zorunda da değilsiniz.

Bilim adına söylenen bazı şeylere bakarsanız, bilim dinle çatışır. Aslına bakarsanız, kaçınılmaz birşeydir bu çatışma. Çünkü adına bilim denen bazı yorumlar dinle bal gibi çatışır. Kaldı ki, bu yorumlar da kendi başlarına bir dinin amentüsü sayılabilir. Bilimsel düşünmenin de kendine göre ilahları, mabudları, mabedleri ve ibadeti vardır. İşte tabiat; eli her yere uzanan, herşeyi yapan, herşeyi düzenleyen, idare eden birşeydir. Başınız ne zaman sıkışsa, hiç korkmayın, bilimsel akideye göre tabiatı yanıbaşınızda bulursunuz. Dilerseniz, ellerinizi açıp, "Ey güneş, ey toprak, ağaç, su!" deyip "Siz olmasaydınız ben şu güzel elmayı nasıl yerdim, şu çiçeği nasıl koklardım?" diye onlar karşıa şükran duygularınızı ifade edebilirsiniz. Sakın ola ki, bu sıralarda aklınıza onların bir Düzenleyicisinin, Yaratıcısının olduğu gelmeyeÖ Çünkü, "Bilim, her türlü mistik ve doğaüstü görüşün karşısında yer alır. Doğada olup biten olayları doğaüstü kuvvetleri tasarlayarak değil, gene doğal olaylara başvurarak açıklamaya gider" (Cemal Yıldırım, age). Yani olayları, ne olursa olsun, tabiat içinden bir kuvvetin varlığını tasarlayarak açıklamak zorundasınız. Ki bu durumda ‘bilimsel’ akideye göre, "Kainatta öylesine mükemmel bir düzen var ki, bir Yaratıcıya gerek yok" diyebilirsiniz. Tercüme edersek: "İşte size Mükemmel bir Düzen. Kendi kendine olmuş. Neden başka Allah arıyorsunuz?"

Ne yapalım, herkesin yorumu kendine.... Bize düşen ise, böylesi bir bilim adamının yorumunu, bilimin getirdiği, kâinata dair haberlerden ayırt etmek olmalı. Bilimi, yarattığı kâinat aracılığıyla Allah’ı tanımada bir araç olarak kullanabilmenin yolu, işte bu ayırımdan geçiyor olsa gerek.

  27.12.2003

© 2021 karakalem.net, Senai Demirci

  1.  Bu yazının geçtiği eseri incelemek -veya satın almak- istiyorum.



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut