‘BİZİ AYIRAN duvar’ın öte tarafında yaşamış yürekli bir insanın eliyle bir şiire taşınmış bir sözdü. İlk kez, ‘bizi ayıran duvar’ın bu tarafında olması pekâlâ mümkünken ne yazık ki duvarın öte tarafına düşmüş bir insanın yorumuyla duymuştum. Sözün ezgiye dönüştüğü dönemde, kimileri, şaire veya yorumcuya bakıp ‘ucuz solculuk’ diye yaftalamışlardı belki. Ama hayır, hiç de ‘ucuz’ bir söz değildi, ‘solculuk’ falan diye de gözardı edilemezdi. Bu sözün, hangi niyetle söylenmiş olursa olsun, vicdanlarda ve kalblerde kesinlikle iz bırakan dolu bir söz olduğunu kendimden biliyordum:
“Çocuklar öldürülmesin\
Şeker de yiyebilsinler”
Çocuk ve ölüm, hele ‘öldürülme’ suretinde ölüm, beraberce düşünmeye hiçbir vicdanın razı olmadığı birşeydi. Çocuk ve şeker ise, biri anıldığında diğerinin hemencecik akla geldiği bir ikiliydi neredeyse. Ama şu ‘topyekün savaş’lar çağında, savaşların en birinci mağdurları, savaşla doğrudan alâkası olmayan masum ve korunmasız çocuklardı. O yüzden, çocuklar öldürülmesin isteyen her vicdan, barışı da isteme durumundaydı. Öte yandan, yine şu zaman, dünya üzerinde gelir adaletsizliğinin gerek ülkeler arasında, gerek her ülke içinde en uç noktaya tırmandığı bir zamandı. Şu zamanda, bir tarafta zarı alınmış cevizle beslenen, özel veterineri bulunan sosyete köpekleri bulunurken, öte tarafta diline şeker değmemiş, açlık ve ilaçsızlıktan dolayı ölümle yüz yüze gelmiş çocuklar vardı. Bunlar, elbette şu zamanın ayıbıydı.
Bu tablonun beni üzmediğini söylemem imkânsızdı. Bilakis, nerede bir savaş sözkonusu olsa, aklıma ilk gelen çocuklar olur; o küçücük masumları ya öldüren ya ihtiyarlatan savaş şartlarının hayaliyle dahi yüreğim burkulurdu. Gelir adaletsizliği ile gelen bir fakirliğin çocuklar üzerindeki izlerini görmem için ise, hayal gücümü kullanmam bile gerekmiyordu.
Bununla birlikte, şu zamanın hiçbir çocuğunun haricinde kalmadığı bir büyük tehlike daha vardı ki, beni en çok sarsan, yüreğimi en ziyade inciten şey buydu. Modern zamanların çocukları birer ‘kurban’a dönüştüren şartlarının ta kendisiydi bu; ahir zaman ortamının ta kendisiydi. Çocukları kâinattan koparan, betona mahkum eden, ya anadan ya babadan ya her ikisinden mahrum eden, tüketim kölesi kılan bir süreç vardı; üstelik, bin türlü kafa karıştırıcı düşünce, binbir türlü şeytanî kandırmaca buna eşlik etmedeydi.
Böylesi bir ortamda beni asıl düşündüren, işlenen ama önlenmesi herşeye rağmen mümkün manevî cinayetlerdi. Fıtrat üzere doğuyordu çocuklar; cennete lâyık bir istidatla doğuyorlardı. Ama hayat yollarında fıtrat üzere büyüyüp fıtrat dini üzere ölmelerini engelleyen tuzakların en fazlası şu zamanda vardı. İnsanî endişeler yüklü ilgili dizeleri, senelerdir
“Çocuklar öldürülmesin\
Cennete girebilsinler”
diye mırıldanıyorsam, sebebi buydu.
Ne zaman bir çocuk yüzünü seyretsem, bu lekesiz yüzlerin ruhuma yaydığı tebessüme keskin bir hüznün eşlik etmesine engel olamayışım da bundandı. Eşimle birlikte meselâ bir çocuk parkında kendi çocuklarımız dahil onlarca çocuğu izlerken bütün bu çocukların geleceği üzerine endişeler dillendirmemiz, yine bu noktadandı. Şu an yüzünde taşıdığı saflık, temizlik ve masumiyetle bize cenneti anımsatan şu çocukların kaçta kaçı hep öyle temiz kalacak, kaçta kaçı bir ara sürçmüş olsa bile tekrar çizgisini doğrultmayı başaracaktı? Şurada kumda oynayan çocuk, günün birinde bir günahın çekim alanında hissettiğinde kendini, çekip çıkabilecek miydi oradan? Kaydıraktan kaymakta olan şu çocuğun ağzından günün birinde inkâr kelimeleri mi, iman kelimeleri mi çıkacaktı? Dört yaşında gösteren şu erkek çocuğu, günü geldiğinde, gözlerini haramdan korumayı başarabilecek miydi? Yanındaki şu küçük kız, büyüdüğünde, haram bakışları üzerine çeken bir görüntüden kendini uzak tutabilecek miydi?
Fıtratı geliştiren yolların daraldığı, günaha çağıran yolların ise olabildiğine açıldığı bir çağda, bu soruların benim gibi iyimser ve ümitvar insanların dahi aklına gelmesi elbette kaçınılmazdı.
Maamafih, biliyordum: Bunlar, ‘olması muhakkak’ şeyler değil, ‘olması muhtemel’ şeylerdi. Tam aksi yönde hayallerim de, herşeye rağmen, vardı. O yüzden, hangi ortamın çocuğu olursa olsun, her çocuk için, tertemiz kalacağı veya er ya da geç istikameti bulacağı yönünde bir ümidim, bir beklentim, bir duam vardı. Yetiştiği ortamın her türlü karamsarlığı mümkün kılan çehresine mukabil ateşler içinde olup yanmayan, kendi yanmadığı gibi sittin sene o ateşler içinde yaralanan anne babasının da hidayetine vesile olan çocuklar biliyordum meselâ.
Sözün kısası, ne büsbütün karamsar olmanın mümkün, ne tam bir iyimserliğin doğru olduğu bir zamandaydık. Şerre ulaşan yolların genişlediği, hayra ulaşan yolların ise daraltılmış olmakla birlikte derinleşmesinin engellenemediği bir vasatta, en müttaki bir insanın çocuğunun müttaki olması garanti olmadığı gibi, bir diğer çocuk için, doğup büyüdüğü lâdinî ortama bakıp istikbaline dair mutlak ve karamsar hükümlerde bulunmak da imkânsızdı.
Ortada olan, şu yalın vâkıaydı: Şu masum yüzler, alnında ‘secde izleri’ni taşır bir aydınlıkla tanışabildiği gibi, günahın ve inkârın kiri pası ile kararmaya da yüz tutabilirdi. İkisi de muhtemeldi. Dahası, köpeklerin serbest kalıp taşların bağlandığı ahir zamanın ortamında ikincisi kuvvetle muhtemel olduğu için, çocuklar için özel bir dikkat, rikkat, itina ve gayret gerekmekteydi.
Bu dikkat ve rikkatten uzak olmayan insanlar görüyordum. Bu durumdaki insanların sayıca ondalık rakamlara asla sığdırılmayacak kadar çok olduğunu da biliyordum. Nice anne-baba, sapasağlam bir çıkış, mü’minâne bir gelecek arzuluyordu çocukları için. Bunu biliyordum.
Ne ki, “Saldım çayıra, medya kayıra” rahatlığı içinde olan ebeveynler de biliyordum. Ne yazık ki, kuzuyu kurda teslim eden, üstelik bunu kuzuyu kurttan kurtardığı düşüncesiyle yapan zavallıların varlığından da haberdardım. Sorgulamaktan aciz olduğu eğri hayat çizgisine çocuğunu da ortak etmeye azimli niceleri de vardı ne yazık ki.
Ve bir de, ortadakiler vardı. Sorunu gören, çözüm bulamayan; durumun farkında olan ama öylece kalakalmış anne-babalar vardı. Sanırım, sayıca en fazla olanlar, işte bunlardı.
Üçüncü grubu tanıyor, anlıyordum. Bir büyük insanın ‘mütehayyirler’ diye tarif ettiği, ‘eşiktekiler’ tabirinin de kendileri için uygun düştüğünü düşündüğüm bu insanlar, yanlışı inadına tatbike kalkışacak bir ruh ikliminden uzak, vicdanları açık ve uyanık, ama kalbleri ve akılları bir derece darbelenip sersemlemiş, ama son tahlilde yürekleri doğru olana asla kapanmamış insanlardı.
İkinci grubu ise, ruh halini anlasam da, anlayışla karşılamam mümkün değildi. İçlerinde, günün birinde hakikatı teslim edebilme yeteneği saklı ve mert, ama bugün hakikate karşı akılalmaz derecede sert kişiler de vardı belki; ama onlardan da fazla, adını meselâ ‘Özgür’ koyduğu çocuğunun kendi özgür tercihiyle Rabbinin yolunu yol edinmesine asla tahammül edemeyip elinden gelen her türlü engeli ardlarına koymayanlar... Böylesi örneklerle nerede karşılaşsam, kalbleri inadına kapalı değilse kendileri için, ama özellikle çocukları için hidayet duaları dökülürdü dilimden.
Birinci gruba gelince; oradaki hamiyeti takdir etmemek, “Ey iman edenler! Kendinizi ve ehlinizi ateşten koruyunuz” Kur’ânî emri karşısında titriyor olmalarını beğenmemek, Hz. Peygamberin (a.s.m.) bizi ailemizden ‘sorumlu’ tutan sözlerini dikkate alıyor olmalarını eleştirmek mümkün değildi. Onları seviyor, endişelerinde haklı buluyor, aman öyle olmasın niyetlerini ve bu niyetle sergiledikleri gayretleri takdir ediyordum.
Ama, bütün bunlar, orada da yanlış giden birşeyler olduğunu farketmemin, hele hele, farkettiğim halde gözardı etmemin engeli değildi de.
Yanlış giden şeylerin başında gelen şey, geçen ayın kapak yazısında sözünü ettiğimiz ‘gizli determinizm’in çocuk terbiyesine bakan veçhesiydi. Ahir zaman şartlarına bakan bir mü’minin ‘çocuklarımız kötü olabilir’ endişesi taşıyıp bu ihtimali bertaraf etme gayretine girmesi, anlayışla karşılamaktan öte, alkışlanması gereken bir durumdu. Ama, ‘olabilir’i ‘olacak’ gibi algılayıp, ‘çocuklarımız kötü olacak’ tehevvürüne kapılmanın da makul bir tarafı yoktu. Yalnızca haricî şartlara kilitlenmiş bir nazarın düştüğü en ciddi zaaf, dahilî donanımların öneminden sarf-ı nazar edişiydi. Dışarıdaki fetrete kilitlenmişlik, içerideki fıtratın açık kapılarını nazarlardan gizliyordu.
“Bu şartlar altında çocuklarımız muhakkak kötü olur” gizli determinizmi ile gelişen bir tehevvürün yol açtığı en büyük tehlike ise, imanî bir terbiyenin dengesiz bir biçimde, ucu aşırılığa açık bir surette, baskıyla ve zorla tatbikiydi. Çocuklar kötü olmasın endişesiyle gelen dayatmacı yaklaşımların ta kendisinin çocukları kötü olmaya ittiğini söylememi mümkün kılan tecrübelerim vardı.
Evet, dışarıda kurtlar vardı, ‘saldım çayıra’ rahatlığına sığınılamazdı. Ama, içeride çocuğu sıkboğaz etmenin de, onu—kurtların dolaştığına aldırmaksızın—dışarıyı özler hale getirme gibi feci bir riski vardı.
Gördüğüm kadarıyla, bütün bu hercümerc içinde en ziyade gözardı ettiğimiz şey, meseleye nereden baktığımızdı. Dikkat edilirse, ‘çocuklar’a dair hemen her konuşma veya yazının konusu, ‘çocuk olma’ya dair değil, ‘çocuk yetiştirme’ye dairdi. Hemen hepsinde, büyükler açısından bir bakış ve büyükler için öneriler vardı. Büsbütün haksız da sayılmazlardı; çünkü, ahir zamanda çocuk sahibi olmak; ahir zamanda anne, ahir zamanda baba, ahir zamanda ebeveyn olmak gerçekten zordu. Ama, unutulan, ahir zamanda çocuk olmanın, ahir zamanda ebeveyn olmaktan daha zor olduğuydu.
Meseleye yalnızca ebeveyn açısından bakan yaklaşımlarda, anne-baba ‘özne’ iken çocuğun ise ‘nesne’ olarak algılanması gibi ciddi bir sakatlık vardı.
Hayır, bir ‘nesne’ değildi çocuk. Bir ‘özne’ydi o da. Her çocuk, Ehad olan Zât-ı Zülcelâl’in kendine mahsus bir kişilikle yarattığı ‘özel’ biriydi. Küçüktü, ama küçümsenemez, nesneleştirilemezdi. Çocukların en olumlu tepkileri kendisini ‘çocuk yerine’ koymayan, ona bir büyük insanla muhatap oluyormuş gibi muhatap olan, onu ciddiye alan ve ciddiyetle anlayıp dinlemeye çalışan insanlara veriyor olması anlamlı değil miydi? Onu bir nesne gibi gören, eğip bükmeye, bir hamur gibi yoğurup biçimlendirmeye çalışan yaklaşımlara açık veya gizli bir muhalefet taşıyordu çocuk; tepkisini ya şimdiden ya günün birinde muhakkak gösteriyordu. Birçok çocuğun fırsat bulduğunda anne-babasının dayattığı tarzın zıddını seçmesi manidardı. Birçok lâdinî insanın çocukları imanî bir hayata yelken açıyor iken, birçok dindar insanın çocuklarının anneleri ve babaları ile aynı yolun yolcusu olmayışı bir vâkıaydı. Bir âlemdi her çocuk; çocuk olarak dahi bir kişiliği, bir ‘özel’liği, bir ‘özne’liği vardı. Onu bir başkasının kopyası yapmaya yönelik her çabaya—bu ‘başkası’ velev ki kendi anne babası olsun—tepki vermesi ihtimal ki bundandı. Dolayısıyla, her zamanın çocuğuna olduğu kadar, ahir zaman çocuğuna doğru düzgün bir muhatabiyetin vazgeçilmez lâzımı, çocukla ilişkimizi insan-eşya düzleminden çıkarıp insan-insan düzlemine oturtmaktı.
Bu ise, insan-insan ilişkilerinde hep yapılması gereken birşeyi bu noktada da uygulamayı gerektiriyordu: empati.
Sahi, kendimizi çocuğumuz yerine koysak, onlara karşı verdiğimiz tepkiler değişime uğramaz, en azından bir daha masaya yatırılmaz mıydı?
Meselâ tüketim sözkonusu olduğunda, çocuklar birer ‘truva atı’ mı, yoksa birer kurban mı idiler acaba? Ambalaj renginden reklam filmine, her açıdan çocuğu hedef alan binlerce çeşit ürün ortasında onların yaşadığı, nasıl bir duyguydu meselâ? “Bizim çocukluğumuzda...” muhabbeti, tam da bu noktada, gerçekten isabetli miydi? Bizim şu kadar sene bir plastik kamyonla idare etmişliğimiz, çocuğumuzun sokak başındaki oyuncak dükkanının vitrinindeki arabaların sürekli yenilendiği hesaba katılırsa, çocuğumuz için gerçekten emsal teşkil eder miydi? Doğru, bir çubuk krakere, bir kremalı bisküviye, bir bonbon şekere ‘fit olur’duk bizler çocukken; ama o kadarı vardı da ondan. Onlarca çeşit, yüzlerce çeşit bisküvi, binlerce çeşit şekerleme yolda, beride, TV’lerde, billboard’larda, dağıtımcı kamyonlarında, kuruyemiş dükkanlarının önünde, ama özellikle de okuldaki veya sınıftaki bir arkadaşlarının elinde olduktan sonra, ne yapabilirdi çocuk?
Bizim çocukluğumuzda bir mahalle dolusu çocuğun eline geçmeyen oyuncak şimdi bir çocuğa alınıyordu, doğru. Bizim çocukluğumuzda bir plastik bebekle idare eden kız çocukları, şimdi bırakın başka bebekleri, kırk türlü Barbie bebeğin sırasını dizmekle meşguldü, o da doğru. Bizim bütün bir çocukluk dönemimizde yediğimiz şekerlemeden fazlasını şimdinin çocukları belki bir senede bitiriyordu, bu da doğru.
Ama, olaya sadece bu yönüyle baktığımız sürece, çocuğumuzla empati kuramaz, onu anlayamaz, tüketim noktasında ona dikkatli ama aynı zamanda şefkatli bir yaklaşımla yaklaşamazdık.
Bir de şunu düşünmemiz gerekiyordu oysa: Bizim çocukluğumuzda bir mahalle dolusu çocuğun gördüğü oyuncak toplamından fazlasını şimdi tek bir çocuk görüyor değil miydi? Bizim bütün bir çocukluk dönemimizde gördüğümüz reklamlardan daha fazlasına, şimdinin çocukları değil bir sene, belki bir ayda, belki de bir haftada maruz kalıyor değil miydi? Çocukluk yıllarında radyodan duyduğu; biri “Önce güneş, hava, su” diye, öteki “Bir bilmecem var çocuklar” diye başlayan iki reklam metni zihinlerine o günden bugüne iki marka olarak kazınmış biz bugünün ebeveynleri, kendi halimize bakıp, çocuklarımızın nasıl bir reklam cinayetinin mağduru olduğunu görmeli değil miydik?
“Çok şey istiyor”du çocuklarımız, evet; ama, bir açıdan, ‘ellerinde değil’di bu. Onlar, kahrolası kapitalizmin onları ‘tüketim makinesi’ yapmaya azimli reklam adlı tuzağının bir numaralı kurbanlarıydı. Okyanus kadar genişletilmiş bir sahte ‘ihtiyaç’ ortamında bizatihî edindikleri şeyler, bizim çocukluğumuza kıyasla bir denizi andırsa da, reklamı edilen veya vitrinlenen metalara nisbetle neredeyse bir damla mesabesindeydi. Bu kadar feci bir tüketim gayyasında o küçücük ruhlar ne darbeler alıyordu kimbilir!
Kaldı ki, bu sonu gelmez tüketim çarkı, ahir zamanda çocuk olmayı zorlaştıran unsurlardan yalnızca biriydi. Ahir zamanın çocuklarının büyük kısmı, öte yandan, kâinattan büyük ölçüde kopmuş haldeydiler. Ahir zaman insanlarının büyük kısmı şehirlerde yaşıyordu; ve şehirler, bir sevgili arkadaşımın dikkatimi çektiği üzere, çocuklar düşünülmeden oluşturulmuş mekânlardı. Beton ve taş yığını, gürültülü, güneşsiz diyarlardı onlar; çoğu şehirde, çocuğun toprakla tanışabildiği yer parklardı ancak; onlar da, o kadar fazla değildiler. Şehir hayatının çocuğu kâinatla ancak televizyon üzerinden kuruyordu temasını; yoksa, pek çoğunun eli yeni doğmuş bir kuzuya asla değmemişti ve değmeyecekti; yumurtadan yeni çıkmış bir civcivi okşamamıştı ve okşayamayacaktı; bir yavru tayı annesinin yalayıp temizleyişini görmemişti ve göremeyecekti; bir meyveyi dalından koparıp yiyememişti ve yiyemeyecekti. Öyle ki, şehirlerde, belki hayatında tek bir gün dahi güneşin doğuşunu seyredememiş, bir kez olsun babasıyla sırt üstü yere yatıp gökteki yıldızları seyredememiş çocuklar vardı.
Çocuklarımızın o hep darlanıp dertlendiğimiz oyuncak talepleri, biraz da bununla ilgili değil miydi? Onların içinde oynayabildikleri bahçeleri, bu bahçeyi beraberce paylaştıkları kedileri, civcivleri, kuzuları var mıydı ki? Bunlardan geçelim; şu zamanın çoğu çocuğu yarım metrekarelik bir kuru toprağa hasretlik çeker durumdaydı.
Haydi bunları da geçelim; bu zamanda nice çocuk, kutu gibi apartman dairelerinde yaşamaya bir şartla gene de razıydı; ama, birçoğu o bir şartın da mahrumuydu. Aile evden gidiyor olduğundan, o daracık evlerde de yalnızdı çocuklar. Geniş aile ortamları çökmüş, komşuluklar da aşınmaya uğradığından çocuk yalnız kendi evleriyle yetinme durumunda kalmış, ama birçoğu evde babayı, hatta anneyi de bulamamaya başlamıştı. Bir yanda çalışan anneler gerçeği, öte yanda boşanma oranında yaşanan artış, dile gelseler, çocukların haklarında çok şey söyleyeceği hadiselerdi.
Durum böyle olunca, çocuğun, tüketimle avutulup televizyonla oyalanması riski bir kat daha artmaktaydı.
İş ortamının gerginlik, yorgunluk ve stresini istemese bile eve taşıyan babaların, annelerin gerginliği; bir de, cinselliğin bu derece sergilendiği bir zamanın insanları olmanın büyüklerde yol açtığı hırçınlığın dışavurumları hesaba katılırsa, ahir zamanda çocuk olmanın ne menem birşey olduğu biraz daha anlaşılırdı. Çocuklar, yazık ki, ilk fırsatta hırpalanan, hakarete uğrayan, başkalarının sebep olduğu öfkenin bir şekilde kendilerinden çıkarıldığı masumlardı. Bir arkadaşımız yapsa vereceği tepkiyi de hesaba katarak farklı şekilde mukabele edeceğimiz bir fiili kendi çocuğumuz işlediğinde kızıp bağırmamız, köpürmemiz, hatta sinirlerimiz üzerindeki hakimiyetimiz iyice azalmışsa o masumları dövmeye yeltenmemiz ayıptı, haksızlıktı, vicdana sığmazdı, ama vâkıaydı.
Ahir zamanda çocuk olmanın zorluğuna dair, ilk elde akla gelen manzaralardı bunlar. Ama, ne yazık ki, iş bunlarla bitmiyordu. ‘Savaşın çocukları’ndan ‘çocuk işçiler’e, ‘Afrika’da açlıktan ölen çocuklar’dan ABD’de tüketime doymayan çocuklara.. dünyanın her yerinde çocukların maddeten uğradığı yıkımların her biri, altı deşildiğinde, insanın yüreğini burkan sonuçlar sergiliyordu. Çocukların uğradığı her türden tacize dair rakamlar, apayrı bir yürek acısıydı. Yanlışı bulmanın kolay, doğruya ulaşmanın zor olduğu—okuldan internete, televizyondan sokağa—her türlü bilgilenme kanalı, ayrı bir meseleyi işaretliyordu.
Ve moderniteyle birlikte çevremizi saran bütün bu unsurlar dile geldiğinde, “Ne yapmalı peki?” sorusu, bir kez daha geliyordu zihinlere.
Şahsen, böyle bir soruya verilecek genelgeçer bir cevaba sahip değilim. Ama, bildiğim birşey var. Çocuk için anne-baba, “Dünya bir yana, onlar bir yana” diyecekleri kadar değerlidir. O yüzden, çözüm bizatihî anne-babaların elindedir. Bana göre, düğümü teoriler veya aklî çıkarımlar değil, evin çocuğa sunabildiği ilgi, şefkat ve sevgi çözecektir.