Denemeler

İçimizdeki Savaş

HERŞEY ZİHNİMDE son derece açık ve berraktı esasında. Hayat yolculuğumda aldatmayan bir kılavuzum olagelmiş bir güzide insanın, Kur’ân’ın rehberliğinde ortaya koyduğu ‘adalet-i mahzâ’ ölçüsünü hayata ve olaylara bakışta bir temel ilke olarak zihnime yerleştirmemin üstünden yirmi küsur yıl geçmişti. Beni Kur’ân’la tanıştıran bu güzel insandan öğrendiğime göre, Kur’ân, “Birinin hatasıyla başkası mes’ul olmaz” diyordu bize. Beş ayrı sûrede yer alan “Hiçbir günahkâr başkasının günahını yüklenmez” âyetiyle, birinin günahını başkasına yüklememeyi, birinin hatasıyla başkasını sorumlu tutmamayı bize emrediyordu. Dolayısıyla, bu adalet ölçüsünü çiğneyen hiçbir düşünce ve uygulamanın yanında yer alamazdım.

Temelini Kur’ân’da, en berrak uygulamasını ise Hz. Peygamberin hayatında bulan bu adalet ölçüsü, kim hangi niyetle yapıyor olursa olsun, ‘birinin hatasından dolayı başkasına zarar veren’ her tür yaklaşıma taraftar olmamı yasaklıyordu. Vicdanımın da tereddütsüz evet dediği bu ölçüye göre, suçun şahsîliği esastı. Birinin hatasıyla başkası mes’ul tutulmazdı. Bir insanın yanlışı yüzünden, o yanlışta dahli olmayan masumlara dokunulamaz; o insanın çoluk çocuğuna, anne babasına, sülâlesine, milletine ve ülkesine zarar verilemezdi. Suç şahsî ise, ceza da şahsî olurdu. Kurunun yanında yaş da yakılmazdı.

Bundandır ki, kimin hangi gerekçelerle kime karşı yaptığına bakmaksızın, terör mantığına da külliyen karşıydım, topyekün savaş mantığına da... İkisi de, son tahlilde, faturayı başkasına kesen yaklaşımlardı, birinin hatasının bedelini başkasına ödetiyorlardı, masumları ateşe atıyorlardı. O halde, kalbim ikisine de kapalıydı. İkisine de, zerre kadar ne bir meyil, ne de bir muhabbet besliyordum.

Zihnime ve kalbime yerleşmiş olan, vicdanımın da zaten evet dediği bu adalet ölçüsü iledir ki, elimin bulaşmadığı nice zulümden dilimi ve kalbimi de korumayı biiznillah başardım. Masumlara zarar veren her türden teşebbüs, bu Kur’ânî ölçü sayesinde, iç dünyamda apaçık bir itirazla karşılaştı. Bu ölçü sayesinde, kendilerine özel bir yakınlık duymadığım herhangi bir insan grubuna yöneldiğinde dahi, terörün ve topyekün savaşın karşısında olabildim. Bu sayede, yıllar önce Bağdat zalim bir ‘topyekün savaş’ mantığıyla bombalanırken yüreğimde duyduğum itirazı, New York’un ikiz kuleleri ‘terör’ mantığıyla yerle bir edilirken de duyabildim meselâ. Amerikan yönetiminin dünyanın dört tarafında gizli açık işlediği sayısız cinayete rağmen, bir ‘oh olsun!’ duygusu semtime hiç uğramadı. Çünkü, New York’ta öldürülen insanlar ne o küresel cinayetleri işleyen kişilerdi, ne de bu cinayetler için emir verenler... Cinayetlerin faturasını canilerden başkasına kesen başka bir caniliğe nasıl taraftar olabilirdim? “Bir gemide dokuz cani, bir masum varsa, o masum için, o gemi batırılmaz” buyuran bir adalet dersini aldığım halde, masumların hedef alındığı bir saldırıyı nasıl hoşgörebilirdim?

Ancak, o hengâmda sağda solda duyduklarım, her zihninde bu ölçünün net biçimde yerleşmediğinin habercisiydi. Duyduklarım, teröre veya topyekün savaşa ‘yapan’a veya ‘yapılan’a göre taraf veya karşı olma gibi bir zaafın kimi ehl-i dinin dimağında dahi yer ettiğini ele vermekteydi. 11 Eylül saldırılarının arefesinde yazdığımız ilk yazı, ‘adalet’e dair ve de “Herkes İçin Adalet” başlıklı ise, işte bundandı. Âdil-i Rahîm “Birinin hatasıyla başkası mes’ul olmaz” buyurduğuna göre, bize düşen—hangi dinden, hangi diyardan, hangi milliyetten olduklarına bakmaksızın—masum insanların işlemedikleri bir fiilden dolayı zarar görmesine yol açmamak, birileri açmışsa bunu ‘zulüm’ olarak bilmek ve asla taraftar olmamaktı.

Ne var ki, nasıl birileri Washington’daki karar mercilerine kızıp New York’taki insanları öldürmüşse, Washington’da da, vaktiyle Bağdat’taki karar mercilerine kızıp Bağdat halkına bomba yağdırmış olan ve bunu başka birçok yerde de yapan birileri vardı. O birileri, New York’taki bu saldırının faturasını da, hâlâ daha isbatlanamamış iddialarla yine bir ülkenin halkına kesmeye kalkmış; Afganistan’ın zavallı insanlarının tepesine bomba yağdırmaya başlamışlardı.

Bu tablo karşısında, “Herkes İçin Adalet” ölçüsünün vazgeçilmez uzantısı olarak, Zafer’in kapağında bu kez “Savaşa Hayır!” diye yazacaktık. Sadece bu savaşa değil, modern zamanların bütün topyekün savaşlarına ‘hayır’ deme zaruretini vurgulayan bir yazıydı bu. “Topyekün savaşa topyekün hayır!” diye bitiyordu zaten.

* * *

‘Adalet’ dersini aldığımız Kur’ân’dan, ‘insanlık’ dersi de almıştık üstelik. “Haksız yere bir insanı öldüren, bütün insanlığı öldürmüş gibidir” buyuran Kur’ân, böylece, her bir insanın ‘bir fert olmakla birlikte bir nev kadar kıymetli olduğu’nu bildiriyordu. İnsanın Rabbi nezdinde ve de kâinat içinde değerine dair başka âyetlerle birlikte bu âyetten uyanık dimağların aldığı bir ders, her insanın bir âlem olduğuydu. Yine Kur’ân’ın öğrettiği üzere ‘en güzel kıvamda’ yaratılmıştı insan. Kâinat içinde sair mahluklara ‘halife’ kılınmıştı. Ona, Cenab-ı Hakkı bütün kâinatın yaratıcısı, bütün güzel isimlerin sahibi olarak tanıyıp bilecek bir donanım verilmişti. Sair canlıların arzuları da, yetenekleri de kısıtlı iken insana bütün güzellikleri sevmeye yatkın bir kalb, bütün kâinatı görüp seyretmeye istekli bir göz, bütün tatları hissetmeye müsait bir dil verilmesi, bunun göstergesiydi. Kâinattaki hemen herşeye muhtaç ve alâkadar olmasının; ihtiyaçlarının âlemin her tarafına dağılmış, arzularının ebede kadar uzanmış olması da bundandı. Bu yüzden, ‘küçük kâinat,’ ‘tek başına bir âlem’ ya da ‘mikrokozmos’ denebilirdi insan için. Nitekim, dikkatli bir dimağ, “Sizden insanlığı tarif etmenizi istesem nereden başlarsınız?” sorusuna lâf olsun diye “Bütün kâinattan” cevabını vermemişti.

Oysa, terör de, topyekün savaşlar, her biri bir ‘âlem’ olan, her biri ‘kâinat kıymetinde’ olan insanların haksız yere öldürüldüğü ortamlardı. Bu açıdan da, onlara asla lehimize-aleyhimize, bana karşı-benden yana diye bakamazdım. Haksız yere âlemlerin öldürüldüğü bu tür girişimlere karşı olmak, insana hürmetimin bir gereğiydi. Ve elbette, ondan da önemlisi, insanı bir ‘âlem’ kıymetinde yaratan âlemler Rabbine hürmetimin gereği...

* * *

Ki, bu açıdan bakıldığında, doğrudan bir çatışmanın tarafı olmadığı halde öldürülen masum insanların yanısıra, bir çatışmanın doğrudan tarafı gibi gözüken insanların da büyük kısmının masum değilse bile en azından mağdur olduğu rahatlıkla görülebiliyordu insan. Zira, bu insanlar da, ‘zalimlerin satranç oyunları’nda, oyunun içinde ama piyon konumunda idiler. Yazdıklarıyla hayat yolculuğumda kılavuzum olan güzel insanın şu zamanın dünya siyaseti için ısrarla kullandığı ‘zalimlerin satranç oyunları’ ifadesi ne kadar da anlamlıydı! ‘Şah’ı koruma mantığına dayalı bir oyundu satranç; gerek şahı korumak, gerek onun hamle yapabilmesini sağlamak için ise, piyonlar öne sürülüyor ve hatta rakibe yem ediliyordu.

Şu zamanın kahrolası ‘reelpolitik’i, satranç oyununun işte bu zalim mantığını ‘oyun’dan gerçeğe taşıyor değil miydi?

Her bir insan bir âlemdi gerçekte. Her insan bir ana kuzusu, bir babanın evladı, bir başka insanın eşi, başka bazılarının babası, başka birilerinin ise arkadaşıydı. Ama, karar merciindeki kişiler açısından—eğer bu kişiler satranç mantığıyla hareket ediyorsa—o ana kuzusu, baba evladı insanlar yalnızca birer ‘piyon’dan ibaretti. Onların nazarında, bu insanlar, bir âlem hükmünde değil, bir ‘küsurat’ mesabesindeydi yalnızca... Kabarık rakamlar içinde, o insanlardan her birinin bir âlem olduğu ve her birinin Rableri nezdinde olduğu gibi anneleri, babaları, eşleri, çocukları, arkadaşları nezdinde muazzam derecede kıymetli olduğu gerçeği ıskalanıyordu.

Son zalim savaşta ölen oğlunun resmini elinde tutup, “Bakın sayın Başkan! Bu resme bakın! Bu benim oğlum; benim tek oğlum” diyen yüreği yanık bir babanın dilinden dökülenler, bu gerçeğin hazin bir tezahürü hükmündeydi. O baba için, oğlu ölmüştü; biricik oğlu... Yaşadıkça, bir büyük ayrılık acısını taşıyacaktı yüreğinde. Oysa, savaşın karar mercilerinden gelen ‘şu kadar zayiat’ raporlarında boğulanlar, bu ‘biricik oğul’ gerçeğini asla okuyamayacaklardı. Reelpolitiğin ‘reel’ sonuçlarını rakamlara döken bu tür haberler, ölen her bir kişinin babası, annesi, eşi, çocukları, kardeşleri, yakınları ve arkadaşları ve de Rableri nezdindeki değerini ıskalıyor değil miydi?

Gelin görün ki, bu duruma dikkat çekip, ‘zalimlerin satranç oyunu’ olarak ‘reelpolitik’ mantığına itiraz yöneltseniz, cevap hazırdı: “Reelpolitikte duygusallığa yer yoktur.” Gerçekte, duygular ‘reel,’ ‘reelpolitik’ ise kurgusal idi oysa. Ancak, kahrolası reelpolitiğin takipçilerinin bunu anlaması imkânsızdı.

* * *

Adalet ve insanlık adına modern zamanların bütün savaşlarına aklen ve kalben karşı olmam gerektiği gibi, son savaşa karşı olmamı gerektiren bir cihet daha vardı. Bu savaşın mağduru olan insanlar, ‘insan’ olarak birer âlem oldukları gibi, ‘mü’min’ olarak da benim kardeşlerim idiler. Onlar da ‘na’büdü’ sırrına dahil insanlardı; aynı Allah’a inanıyor, aynı namaza durup aynı Fâtiha’yı okuyor ve aynı duaya amin diyorlardı. Aradaki ‘ulusal sınırlar’dan dolayı, onlara karşı kalbimde ve aklımda da bir sınır koyamazdım. Ulusal sınırları gözeterek ‘onlar’ dediğimiz bu insanlar, imandan gelen kardeşlik itibarıyla ‘bizden’diler. Her namazda “Biz ancak Sana ibadet eder ve yardımı da ancak Senden dileriz” diye ettiğimiz duadaki ‘biz’ sırrına beraberce dahildik. Durum bu iken, üstelik bu duruma dikkat çeken bir dizi yazı da yazmışken, sınırın öte tarafındalar diye onları dışlayan ve umursamayan bir yaklaşımı nasıl ihtiyar edebilirdim?

* * *

Bu bakımdan, kendi iç dünyamda meseleyi çözdüğümü sanıyordum. Yanılmışım. Bir büyük savaş öncesinde yazılıp söylenenlerin iç dünyamda yansımalarına bakılırsa, ‘sinelere üfleyen’ Vesvâsü’l-Hannâs’ın aklımı, kalbimi ve vicdanımı etki altına alamasa bile nefsimi etkilediğini görebiliyordum. Ve, Vesvâsü’l-Hannâs’ın benim nefsime üflediklerinden hareketle, onun başka nefisleri hangi açıdan etki altına alabildiğini; dahası, hangi insanların dünyasında nefisleri de aşıp akıllara ve kalblere nüfuz edebildiğini anlayabiliyordum.

Dışarıda yaşanan bir çatışmanın dışarıda kalmadığının deliliydi bu. Dış dünyada bir gerilim varsa, bu gerilim içe de yansıyor; dışarıdaki savaşın bir uzantısı iç dünyalarda gerçekleşiyordu.

Açıkçası, dışarıda bir savaş yaşanmadan iç dünyalarda bir savaş yaşanmaya başlamıştı zaten. Dehşetli bir savaş. Kalbi, vicdanı ve aklı yenik düşerse, insanı ‘zulme rıza zulümdür’ uçurumuna götüren bir savaş... Rabbimizin elimizi koruduğu bir zulme dilimizi ve kalbimizi bulaştıran bir savaş...

Ben bu savaşı yaşadım. Bağdat’a atılan füzelerden önce, benim aklım ve kalbim, nefsimi ‘üs’ edinen Vesvâsü’l-Hannâs’tan gelen yoğun bir füze saldırısı yaşadı. Bu füzelerin adı ise ne Cruise, ne de Tomahawk’tı. Bilakis, en etkililerinden biri Korku ise, diğeri de Tamah’tı.

* * *

Korku ve tamah, dışarıda gerçekleşen bir büyük savaş öncesinde iç dünyalarda gerçekleşen savaşın, en büyük iki silahıydı besbelli. Gerçi, kamuoyu araştırmalarına bakılırsa, açıkça savaştan yana olan çok küçük bir azınlık vardı. Anketler, Türkiye toplumunun yüzde 93’ünün savaşa karşı olduğunu söylüyordu. Ama, bunca senedir dünyama yerleşmiş bunca ölçüye rağmen iç dünyama yönelen silahların tesirine bakıp, bu rakamın doğruluğuna hiçbir zaman inanamadım.

Yanlış anlaşılmasın; ‘savaşa hayır’ diyen bu insanların yalan söylediğini düşünüyor değildim. Ancak, bunun her hal ve şartta savaşa karşı olanların oranı olmadığını da maalesef söyleyebilirdim. Bu oran, az sayıda vicdansızın rağmına, ‘kollektif vicdan’ın masumların zarar göreceği bir savaşa karşı olduğunu gösteriyordu. Ama işte o kadar. Nefisler sözkonusu olduğunda, yüzde 93’lük bu oranın ciddi biçimde aşağılara çekilmesi şarttı.

Zira, kendi iç dünyamda, vicdanımla birlikte kalbimin ve aklımın apaçık savaş aleyhtarlığına mukabil, nefsimde gizli bir savaş taraftarlığı sezdiğim gibi; ortalıkta dolaşan silik sözlerin izini sürdüğümde, ‘kollektif nefs’in gizli bir savaşçı temayül barındırdığını da görebilmekteydim. Savaş, hele masumları ateşe atan bir savaş, hele hele meşruiyeti her açıdan tartışmalı bir büyük savaş, arka çıkmanın vicdanen pek kolay olmadığı birşeydi. Ama, savaşa destek olma halinde gelecek paranın hayalinden savaşa taraf olmama durumunda yaşanacak ekonomik problemlere; savaşın sonunda masaya oturup bedavadan petrol zengini bir ülke olmaktan savaşa taraf olmama karşılığında karşı-milliyetçi bir yeni devletin zuhuru ihtimaline.. uzanan bir yelpazede gelişen iddiaların iç dünyalarda bıraktığı ize bakılırsa, her hal ve şartta savaşa karşı olanların sayısı ‘savaşa karşıyım ama...’cılardan azdı.

Lâkin, gemi azıya almış az sayıda vicdansız hariç kimse bunu açıkça dillendiremiyor; herkes, kendi elinde tutmak istemediği yürek yakan ‘savaş’ tercihini başka ellere bırakmayı tercih ediyordu. Sonuçta, o elden öbürüne atlayıp duran ‘savaşa mecburen evet’ korunu milletin vekilleri ellerinde tutmayıp yere bırakmış olmasalar, o günden itibaren hemen herkesin gönül rahatlığıyla söyleyeceğini kendi nefsimin iç dünyamdaki kurgularından biliyordum. Savaşa karşıydık; ama zararından emin, faydasına da açık olmamız, günahını da oy kullanan vekillerimize atmamız kaydıyla, birilerinin savaşa evet demesine pekâlâ taraftardık!

Bir yazara esefle şu satırları yazdıran, bu ikircikli durum değil miydi:

“Türkiye halkının yüzde 95’inin savaşa karşı olduğu söyleniyordu. ‘Ama savaş çıkmazsa ekonomi çakılıp kalır, borsaa düşebilir, ona göre’ dediler. Oran yüzde 80’lere düştü. ‘Dolar da fırlar’ dediler. Yüzde 70’lere indi. ‘Girmezsek Kürtlerin orada devlet kurabileceği’ söylendi. Halkımızın yarısı ‘Haydi savaşa’ çığlıkları atmaya başladı. İlkelerimiz koşullu bizim. İnsanlığımızın sınırları var. Bir ‘ama’ bağlacıyla rahatlıkla tezimizin tersini savunabiliriz.”

Vâkıa, ne yazık ki buydu. Savaşa karşı olacak, ama bunun için bir bedel ödemeye razı olmayacaktık. Özellikle de vicdanımızla cüzdanımız arasında sıkıştığımızda, fazla zorlanmadan, ‘ne yapalım, mecburen’ deyip savaştan yana direksiyon kırıyorduk.

Bu ise, iç dünyalarda bir oturmamışlığın, bir bulanıklığın işareti değil miydi?

* * *

Bu açıdan, aylardır süren savaş tartışmaları esnasında iç dünyalarda yaşanıp dışa vuranlar, bize bir özeleştiri imkânı da sağlıyordu esasında.

Kendi namıma, böylesi bir özeleştiri sürecinde hatırıma gelen bir husus, yıllar önce Emirdağ Lâhikası’nda birbiri ardınca okuduğum iki mektup sayesinde keşfettiğim bir nüanstı meselâ. İkiye ayırdığı hayatının ilk döneminde dine hizmet gayesiyle siyasete yakın durmuş bir insan, ‘otuz sene önce’ siyasete neden ve nasıl sırt çevirdiğini anlatıyordu ilk mektubunda. İkinci mektupta da, yine bir ‘otuz sene’ ibaresi vardı: ‘otuz seneden beri bir düstur-u hayatım olan şefkat...’ Bu iki mektuptaki iki ‘otuz sene’ yanyana konulduğunda, şu ikilem rahatça okunabiliyordu: ya şefkat, ya siyaset! Yani, şefkat-merkezli iseniz, bugünün merhametsiz reelpolitik çarkları arasında yer alamaz; siyaset-merkezli iseniz, her hal ve şartta şefkatli olamazdınız. Siyaset muhakkak şefkatsizliği gerektiriyor değildi elbet. Ama siyaseti merkeze almışsanız, adım adım kendinizi şefkatsizliğe mecbur bildiğiniz bir çizgiye doğru ilerliyordunuz.

* * *

Bu böyleydi de, bunun faturası yalnızca siyasîlere kesilemezdi yine de. Siyasîler ‘şefkaten yanlış olsa da siyaseten doğru’ gördükleri bir çizgiye yöneliyorsa, bunun en önemli sebebi, ‘şefkaten doğru’ bildiklerinin bedelinin gönül rızasıyla karşılanmayacağı endişesi olsa gerekti.

Bu bakımdan, haksız ve merhametsiz bir büyük savaş hengâmında iç dünyalarda yaşanan ‘iç savaş’ sayesinde gördüm ki, insanoğlu her daim sınanıyor ve bu sınanma esnasında ilkelerle çıkarlar arasında bir salınım yaşıyor. vicdanla nefis arasında bir salınım yaşıyor. Bu salınımın sonucunu, vicdanla nefis arasındaki gelgitlerin son bulduğu adres belirliyor. Bu adresin vicdan olması için ise, kalbin sağlam, aklın sıhhatli olması gerekiyor. Kalb ve akıl sağlığı ise, hayata ve kâinata bakışımızın sıhhat ve derinliğine göre şekilleniyor.

Meselâ, kâinat sahnesinden ve insanlık tarihinden ‘er-rızku alellah’ (rızık Allah’tandır) gerçeğine dair ne kadar malzeme devşirip iç dünyamıza damıtmışsak, ‘piyasalar düştü düşecek,’ ‘ekonomi battı batacak’ türü haberler bizi o derece az etkiliyor.

Meselâ, ‘Asıl olan ahiret yurdudur’ gerçeğini iç dünyamıza indirip hatırda tutabildiğimiz ölçüde, dünya-merkezli bir hesap ve tasavvurun büyüsünden kurtulma imkânı buluyoruz.

Meselâ, her bir insanın Rabbimizin güzel isimlerine ‘küllî bir âyine’ olduğunu kavradığımız ölçüde, tercihimizi pisi pisine ölümlerden değil hayattan yana yapabiliyoruz.

Meselâ, iç dünyamızı nefis veya kollektif nefis menşe’li her türlü ben-merkezli yaklaşımdan salim kılabildiğimiz oranda, savaştan değil barıştan yana bir duruş sergiliyoruz.

Meselâ, ‘hayrın ve şerrin Allah’tan geldiği’nden emin olduğumuz ölçüde, bir ‘süper güç’ten gelmesi muhtemel bela tehdidine karşı ayaklarımızı sağlam tutabiliyoruz.

Ve durum buysa, savaş sath-ı mailinde yaşanan her türlü ‘iç savaş’tan şu dersi çıkarmak mümkün ve gerekli gözüküyor: İman hizmeti, her zaman ve şimdi!

Dış dünyanın etkisiyle iç dünyamızda yaşanan ve bir karara ve de eyleme dönüşüp dış dünyayı da etkileyen ‘içimizdeki savaş’ın vicdan, kalb ve akıl lehine sonuçlanması, buna bağlı esasında.

Var mısınız?

  17.01.2004

© 2021 karakalem.net, Metin Karabaşoğlu



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut