Söyleşiler

METİN KARABAŞOĞLU ile başörtüsü üzerine..

Metin Karabaşoğlu ile söyleşi

SIZCE başörtüsünün mesele edilmesinin altında yatan saikler nelerdir? Neden başörtüsü yasağı 20 şu kadar yıldır, fasılalarla ve farklı şekillerde de olsa, uygulanıyor?

Aslında başörtüsü yasağının 20 yıldır uygulandığını söyleyemeyiz diye düşünüyorum. Bana göre başörtüsü yasağı çok eski zamanlardan beri uygulanıyor, neredeyse cumhuriyetin kuruluş yıllarından beri. Böyle bakmak gerekir diye düşünüyorum.

Her ne kadar yasal olarak Türkiye’de başörtüsünü yasaklayan bir kanun, ne tek-parti döneminde, Mustafa Kemal’in en güçlü olduğu dönemde veya sonrasında İnönü zamanında, ne de daha sonraki dönemde çıkarılmış olmasa da vakıa bu. Üniversitelerde kılık-kıyafet serbesttir diyen bir kanun maddesine rağmen hala daha üniversiteye başörtülü şekilde gidemiyor öğrenciler.

Kanun düzleminde baktığımızda başörtüsünü yasaklayan bir madde hiçbir zaman olmamış. Hatta meşhur kıyafet kanunu denilen kanun -ki kıyafet kanunu diye bir şey yok Türkiye’de- Türkiye’de zihinlerin ne kadar da tahkikten uzak ve insanların ve özellikle toplumun kendisini en uyanık zanneden kesiminin, öğretildiği şekilde veya kulaklarına üflenildiği şekilde meseleleri algılamaya ne kadar da yatkın olduklarına dair bir işarettir.

Bir kıyafet kanunu yok Türkiye’de. Özellikle de kadınların kıyafetine yönelik bir kanun yok. Kıyafete ilişkin kanunlar var. Bu kanunların tamamı, anayasada değiştirilmesi dahi teklif edilemez diye koruma altına alınan devrim kanunları içerisinde yer alır ki burada kıyafete ilişkin 3 kanun vardır ve üçünün de başlığı kıyafet kanunu değildir.

Şapka kanunu vesaire gibi…

Evet. Bazı kisvelerin giyilemeyeceğine dair kanun gibi… Üç kanun da erkek kıyafetini düzenler. Kadın kıyafetini düzenleyen bir kanun yoktur Türkiye’de. Bir kanun maddesi de yoktur. Bir kere bunun altını çizmemiz gerekiyor.

Bernard Lewis “Modern Türkiye’nin Doğuşu”nda -ki Bernard Lewis; algısının, Türkiye’ye bakışının, modern dönemlere bakışının ne olduğu, Müslümanlara bakışının ne olduğu rahatlıkla bilinebilen biridir. Oryantalizmin son dönemindeki en büyük çığırtkanlarından biridir diyebiliriz, bir akademisyenden ziyade.

Neo-oryantalist denebilir herhalde…

Böyle bir insan dahi “Modern Türkiye’nin Doğuşu”nda şunu ifade eder: “Mustafa Kemal” der, “kadın kıyafetini düzenleyen bir kanun çıkarmaya asla cesaret etmedi, edemedi” diye ifade eder. Burada bir toplumsal hassasiyetten söz eder.

Özetle -biraz dağınık şekilde ifade ediyorum kusuruma bakmayın lütfen- şunu söyleyebiliriz. Kanun düzleminde baktığımızda, Türkiye’de T.C. tarihinin hiçbir zamanında başörtüsü üzerine herhangi bir şekilde, üniversitede veya devlet dairesinde olsun fark etmez, kadınların kıyafetini düzenleyen, başörtüsünü yasaklayan, bir kanun yok.

Kanuni anlamda baktığımızda Türkiye’de tesettür yasağı diye bir problemin hiçbir zaman olmaması gerekir ama beri taraftan bir yasak söz konusudur, fay hattı haline gelmiş derecede kemikleşmiş bir yasak söz konusudur. Ama bunu da yirmi yıllık bir yasak olarak algılamanın yeterli olmadığını, olmayacağını düşünürüm.

Bu yasak zihinlerde, aslında ifade edilmeyen ama uygulanması kesin gerekli diye belki bazı zihinlere, muktedir zihinlere yer etmiş şekilde yaşıyor. Bence 80 senelik, neredeyse 100 senelik bir yasak söz konusudur.

Burada bana şu anlamlı gelir, Mustafa Kemal’in yanılmıyorsam 1915 veya 16’da, TTK tarafından yayınlanan bir kitabında, yine hemen hemen aynı tarihlerde, 1915 veya 16’da günlüğüne düştüğü notlardan biridir: “Tesettür kaldırılacaktır”.

Bence iş o kadar gerilere dek uzanıyor ama bu, kanun olarak yapılmış değil, fiili bir şekilde gerçekleştirilmiş bir şey. Aynen Ayasofya’nın cami olmaktan çıkarılmasını öngören bir kanun olmadığı halde Ayasofya’nın müze haline gelmiş olması gibi.

Belki burada şunu irdelemek gerekiyor, niye bu yasak var, 20 yıllık değil 100 senelik olarak, bu yasak niye var? Bunu, hatta belki açmak gerekiyor, bu yasak sadece Türkiye’de mi var? Bir buraya bakmak gerekiyor. Türkiye’de bu yasak fiili olarak, gayr-ı kanuni bir şekilde uygulanıyor.

Burada Bediüzzaman’ın “cebr-i keyfi” ifadesini hatırlamak isterim. Devamında iki ifade daha vardır: -onu söylemenin hukuki anlamda bir müşkil getirip getirmeyeceği konusunda emin değilim ama- biri iman karşıtlığını ifade eder, devamındaki ifadelerden biri, diğeri de cebr-i keyfi dâhilinde, asla kanuna dayanmadan, kanuna yaslanmadan bir zora, silahın zoruna dayanmayı ifade eder.

Yasak bu ülkede niye var? Niye sadece bu ülkede değil, İslam coğrafyasının tamamında nerdeyse böyle bir şeyle karşılaşıyoruz? Hatta burada meseleyi biraz daha açmak gerekiyor. Neden İslam topraklarındaki seküler unsurlar, kendisini modernleşmenin, batılılaşmanın öncü kolu olarak görmüş seküler elitler, tesettüre takmışlar, tesettürü bir sorun olarak göregelmişler?

İslam coğrafyasının diğer bölgelerinde de var dediniz, nerelerde ne şekilde tezahür ediyor bu yasak?

Yakın dönem olarak aldığımızda bir Tunus, Türkiye’den de sert bir uygulama örneğini ifade ediyor. Diğer taraftan 20’li yıllarda İran benzer bir şey yaşamıştır. Katherine Bullock kitabında anlatır. İran’da yaşamış bazı üst-düzey devlet görevlisi olmuş insanların çocuklarının hatıralarından parçalar verir. Tesettür karşıtlığı devlet görevlileri tarafından, Rıza Şah Pehlevi’nin direktifiyle nasıl gündelik hayata taşındı? Nasıl seçkinci elitlerin hanımları, bir kısmı ağlayarak, istemeye istemeye başlarını açmak zorunda bırakıldılar ve nasıl sokaktaki kadınların örtüsüne müdahale edildi?

Mısır’da hep bu gerilim olagelmiştir, seçkinci elitler hep tesettürü bir sorun olarak algılayagelmişlerdir. Tesettür düşmanlığının simgeleşmiş isimlerinden biri olarak Neval Sadadi’nin Mısırlı olması rastlantı değildir.

Fas’a gittiğinizde Fatıma Mernissi gibi isimlerle karşılaşırsınız, benzer şekilde.

Baktığımızda İslam coğrafyasının her tarafında esasen, seçkinci seküler elitler tarafından -elit olabilir bir insan ama elitist olmayabilir, bunlar seçkincidirler düpedüz- tesettürün bir sorun ve bir gerilim unsuru olarak algılandığını ve ortadan kaldırılmasına çalışıldığını görürüz.

“Türkiye’deki ve diğer coğrafyalardaki seküler elitler tarafından tesettür niye böyle algılanmıştır ve niye bunu ref’ etmek yolunda güç kullanımını, zor kullanımını gerekli, makul ve meşru görebilmişlerdir?” bunu sorduğumuzda Türkiye için vereceğimiz cevapla İslam coğrafyasının diğer kısımları için vereceğimiz cevabın, nüanslar içermekle birlikte, özünde aynı olduğuna inanırım ben.

Burada bir İslami kavramı gündeme sokmamız gerekiyor diye düşünürüm öncelikle, nedir bu kavram? Şeair. İslam’ı hatırlatan İslam’ı şuura getiren şeyler.

Tesettür, hala da denir ya Türkiye’de bir semboldür diye, evet doğrudur. Tesettür bir semboldür. Tesettürün sembol oluşu zaten ayetle tespit edilmiş bir şeydir. İlgili ayet “…tanınıp eziyete uğramamaları için…” der. Burada tesettürün bir simge olarak Cenab-ı Hak tarafından, Şari-i Teala tarafından murad edildiği, ayetle de düzenleşmiş bir şekilde anlaşılıyor.

Tesettürün simge olduğu kadar geçerli bir durum da -eğer tesettürü bir simge olarak algılıyorsak- modernleşmeci ajanlar, seküler elitler açısından da tesettürsüzleşme de bir simgedir.

Counter-simge.

Evet. Burada psikolojideki yansıtma mekanizması söz konusudur. Tesettürsüzlüğü bir simge olarak algılayanlar tarafından, tesettür, bu bir simgedir denilerek ortadan kaldırılmak istenmektedir. Hâlbuki tesettürün bir simge olmasında hiç bir sorun yoktur. Tesettürsüzlüğün de bir simge olmasında bir sorun yoktur. Peki, ne şartla bir problem yoktur? Bu simgelerden birinin veya diğerinin bir zora, bir güce yaslanmaması kaydıyla ancak, bir problem yoktur.

Ki bu noktada son derecede zora dayanan bir zulüm görünüyor ortada. İran İslam devriminin sonrasının İran’ıyla, Türkiye; baksak birbirine tamamen zıt bir görüntüye sahiptir birçok açıdan. Fakat ikisi aynı zihniyetin zıt ikizleri durumundadır diğer taraftan. Bir tarafta devlet zoruyla tesettür istenirken, öteki tarafta devlet zoruyla tesettürsüzlük istenmektedir.

Bütün bu kavgalar zaten gösteriyor ki burada bir şey var, bir simgeler savaşı söz konusu. Ki, Türkiye açısından bakarsak, Türkiye zaten bir semboller ülkesi. Türkiye’de neredeyse sembol olarak algılanmayan, dolayısıyla da bir kavganın konusu olmayan şey yok gibi.

Ben en temelde tesettüre muhalefetin bundan dolayı oluştuğunu düşünüyorum. Tesettür, açık söylemek gerekirse bu anlamda, modernleşmeci elitler açısından, hükmetmenin, toplumu baskı altında tutmanın, kendi keyfi iktidarını sürdürmenin bir bahanesi.

Tesettürsüzlükle kendinizi otomatikman bir yere konuşlandırıyorsunuz. Siz geri kalmış, modernleşme, batılılaşma serüvenini tamamlayamamış toplumun bir adım ilerisindeki öncü aydınlar oluyorsunuz. Ve o geri kalmış tesettürlü halk kesimini kurtarmak için, onların zoruna da olsa bir mücadele veren insan konumuna geçiyorsunuz.

Halka rağmen, halk için…

Evet. Bir takım siyasal, psikolojik, sosyal, ekonomik süreçlerin iç içe girdiği girift bir yapı dâhilinde bu iş işliyor. Ama son tahlilde şunu söyleyebiliriz, eğer batı toplumları iddia ettikleri şekilde demokrasiyi, çoğulculuğu gerçekten içselleştirmiş olsalardı; zihinlerinde, yüreklerinde bir çifte standart beslemiyor olsalardı, İslam toplumlarında tesettürle ilgili bir toplumsal sorun vücuda gelmezdi diye düşünüyorum.

Özetle, bu topraklarda tesettürün bir sorun gibi algılanmasına ve bir yasak konusu olmasına yol açan süreçte, özünde yerli aktörler asıl rol sahibi gözükmekle birlikte, batının çifte standartlarının ve genelde açıkça ifade edilmese de alttan alta ve çok usturuplu şekilde kamufle edilen bir İslam düşmanlığının -bu bağlamda özellikle, şeair-i islamiye ve tesettür düşmanlığının- getirdiği bir çifte standardın, İslam toplumlarındaki modernleşmeci elitleri zor kullanma noktasında cesaretlendirdiğini düşünüyorum.

Sorun içerden kaynaklanan bir sorun gibi gözükmekle birlikte, bu sorunun küresel bir sorun olduğunu düşünüyorum. Tesettür meselesinin, Türkiye’deki modernleşmeci elitlerin, demokrasiyi içselleştirme, düşünce özgürlüğünü içselleştirme, ifade özgürlüğünü, laikliği içselleştirme…

İnsan hakları…

…İnsan haklarını içselleştirme gibi birçok kritik noktada test edildiği bir sınav kâğıdı olduğu gibi, küresel anlamda da, modernitenin de bir sınav kâğıdı mahiyetinde olduğunu düşünüyorum.

Şeair meselesi ile ilintili olarak, Bediüzzaman’ın, cebren 20 küsur sene esaret ve hapis hayatı yaşasa da, tek hüküm giydiği mahkemenin tesettür risalesiyle ilgili olması da bu noktada anlamlı görünüyor.

Evet, aldığı tek ceza tesettür risalesinden dolayıdır Bediüzzaman’ın. Yine gayr-ı kanuni bir şekilde, 27 yıl sürgün veya hapis hayatı yaşamış olmakla birlikte, gerçekten hapis cezası aldığı tek konu tesettür risalesidir ve o da 11 aylık bir cezadır.

Karşı tarafın o noktadaki karşıt-duyarlılığından kaynaklanıyor sanırım.

Batının çifte standardı ile ilgili bir soru vardı. Onu da cevaplamış oldunuz sanıyorum ama belki ekleyecekleriniz olabilir diyerek ben soruyu okuyayım yine de isterseniz.

Bir yandan Avrupa’daki birçok üniversite başörtülülere izin verirken, başörtülü öğrencileri kabul ederken bir yandan AİHM’nin Leyla Şahin davasıyla ilgili kararı, malum, göz önünde. Bu bir çelişkiyi yansıtıyor değil mi?

Evet, bir çelişkiyi yansıtıyor.

Batılılar Amerika’ya gitmişlerdir. Orada yerli halk, Kızılderili adını verdikleri veya “indian” dedikleri -çünkü malum Hindistan’a gidiyoruz diye oraya gitmişlerdir dolayısıyla burası Hindistan’sa bu insanlar da Hintliler olsa gerek diyerek indian dediler- o yerli halk öldürüldü.

Oranın beyazların hâkim olduğu topraklar haline gelmesi, önce İspanyolların sonra Avrupa’nın diğer halklarının, özelde İngiltere ve Fransa krallıklarının nüfus ve hâkimiyet mücadelesi verdiği topraklardan birine dönüştüğü, bütün dünyanın yağmalandığı sömürgeleşme döneminde Amerika’nın, Kızılderililer öldüler, bir tane iki tane değil, milyonlarca Kızılderili, neredeyse bir soykırım noktasına varacak kadar bir katle maruz kaldılar. Bir kısmı Avrupa’dan getirilen hastalıklar dolayısıyla öldü.

Derken Kızılderili nüfusu, bütün bir Amerika’ya meskûn olan Kızılderili nüfusu azaldı. Bugün ama baktığımızda amerikan toplumuna, Kızılderililere ayrılmış, özel olarak onlara rezerve edilmiş alanlar vardır, kendi kurallarıyla orada yaşamalarına imkân tanınır vs.

Bunu şöyle bir örnek olarak anlatıyordum; kontrol edilebilir bir azınlık iseniz siz batının ne kadar da demokrat, ne kadar da farklılığa tahammüllü ne kadar da insan haklarına saygılı olduğunun numunesi, bir teşhir unsuru haline geliyorsunuz. Ve sizin varlığınıza saygı gösteriliyor ve kendinizi ifade etmenize imkân veriliyor.

Amerikan nüfusunun yüzde 0.9 unu oluşturur durumda olduğunda Kızılderililere her türlü haklar verilebiliyor ama bu insanlar Amerikan nüfusunun yüzde 90’ını oluşturdukları dönemde öldürüldüler. Bu noktadan, batının böyle bir ikiyüzlülüğe sahip olduğunu ve olmaya devam ettiğini düşünüyorum.

Fransa’da, Avrupa’nın başka topraklarında da çıkarılmaya çalışılan, göç yasalarını hatırlayalım. O toprakların vatandaşları olmuş da olsalar, Fransız olmayan, Fransız ırkından olmayan Fransız vatandaşlarının belli açılardan ikinci sınıf pozisyonuna, özelde de mağrip kökenli Müslüman göçmenleri ikinci sınıf pozisyonuna itmeye yatkın göç yasalarını hatırlayalım. Benzer teşebbüslerin Belçika’da, Hollanda’da, Almanya’da, İngiltere’de dile getiriliyor olduğunu hatırlayalım.

Burada tesettürle ilgili olarak batı üniversitelerinde görece bir rahatlığın söz konusu olmasının; demokrasiyi, özgürlüğü, insan haklarını laikliği içselleştirme göstergesi olduğunu düşünmüyorum. Bu noktada iyimser bir bakışa sahip değilim.

Katherine Bullock’un “Tesettürü Yeniden Düşünmek” kitabında da, özellikle en temel olarak birinci bölümde dile getirdiği analize bakacak olursak tesettür karşıtlığı özünde batının bir problemidir. Bunu psikolojik ve sosyolojik taraflarıyla net bir şekilde kendisi analiz ediyor. Ama bugün kendilerine göre kontrol edilebilir ve de bir çokkültürlülük alameti, çoğulculuk alameti, toplumdaki engin hoşgörü alameti olarak görülebildiği için bu müsamahanın gösterildiği kanaatindeyim.

Yoksa Türkiye’de olduğu şekilde ciddi bir genç nüfusun daha dindarane bir hayata, Rablerinin Kuran’ıyla onlardan istediği şekilde bir yaşayışa temayül gösterdikleri oranda, bu noktada, sosyal görünürlüğün, mozaikten bir parça olmanın daha ötesinde bir sosyal gerçeklik haline geldiği durumda, bu ülkedeki seküler seçkinlerin tutumuna benzer reflekslerin hatta o topraklarda biraz toplumun desteğini de alarak tırmandırılabileceğini düşünüyorum.

Bu noktada ben bu ülkenin dindarlarının “işte bak böyle diyorsunuz ama Avrupa’da böyle” şeklinde meseleyi Avrupa ile kıyaslayarak çözme veya ikna etme çabalarını da -evet bir çelişkiyi ortaya koyma, bugüne ait bir çelişkiyi ortaya koyma itibarıyla anlamlıdır, yerli seçkinci elitlerin çelişkisini ortaya koyma anlamında anlamlıdır ama- son tahlilde, meselenin özünü ruhunu ve dinamiklerini kavrayamamaktan gelen biraz naif bir yaklaşım olduğunu düşünüyorum.

Şöyle bir sorumuz daha ama vardı ama sanırım onu da cevaplamış oldunuz. Türkiyedeki yasağı intac eden sebeplerle Avrupa’da, örneğin Fransa’daki yasağı netice veren sebepler ne kadar birbiriyle uyuşur diye soracaktım fakat sizin çizdiğiniz küresel çerçevede baktığımızda çok da farklı değil sanırım.

Evet.

Bizim bu noktada müminler olarak açıkyüreklilikle tabloyu görebilmemiz ve okuyabilmemiz gerektiğine inanıyorum. Çünkü bana göre tesettür meselesi, nasıl bu ülkede demokrasi söylemi, insan hakları söylemi, çoğulculuk söyleminin ve laiklik söyleminin, gerçek içerikleri ve uygulama; yani teori ve pratik arasındaki çelişki, sahicilik ve içtenlik sorgulamasını akla getirdiyse, ve tesettür nasıl kimlerin gerçekten demokrat veya söylemde demokrat, kimlerin gerçekten özde laik ve sözde laik, gerçekten özde insan haklarına saygılı veya sözüm ona insan haklarına saygılı, gerçekten çoğulcu veya sözüm ona çoğulcu olup olmadığını net bir şekilde ortaya koyan bir ayna haline geldiyse, tesettür sorunu benzer şekilde önümüzdeki yıllarda-onyıllarda bir bütün olarak dünya içerisinde bunun, bu testin ben yaşanacağına inanıyorum.

Özelde de batı toplumlarında olmak üzere, niye batı toplumlarında özellikle olmak üzere..

Bu dediğiniz söylemleri en öne çıkaranlar onlar…

Sen gelmeden önce okuduğum bir şey vardı. Niall Ferguson diye bir İngiliz tarihçinin bir tespitini okumuştum, diyor ki -bunu başka tarihçiler de söylüyor, işte Bernard Lewis’e göre 21. yüzyılın sonunda diyor Müslüman göçmenler ve onların çocukları sebebiyle 21. yüzyılda Avrupa Müslümanların çoğunlukta olduğu bir kıta haline gelecek. Tabi, bu basit bir tespit olmuyor, aman bunu şimdiden görün ve tedbirini alın anlamında birşey, Bernard Lewis’inki-

Bediüzzaman 100 sene önce aynısını söylemiş.

Niall Ferguson da bunu kötü bir şey olarak görmüyor tabi, bunu da belirtelim. Hatta şöyle diyor; “İspanya’ya gidip Elhamra’yı gördükten sonra, İspanyada Müslüman Endülüs idaresinin Avrupa için kötü bir şey olduğunu söylemek kolay değildir”.

Ferguson’un bakışı daha pozitif. Tespit edilen bir gerçek var: gerek süregelen göçler, gerek göç ederek zaten yerleşmiş, bir şekilde o ülkelerin vatandaşı olmuş müslümanların nüfuslarının, çoluk çocuk ititbarıyla, İngiliz, Fransız vs. onlara göre daha hızlı artıyor olması ve gerek de ihtidalar , bu üç süreç birleştiğinde Batı’nın, Avrupa’nın ve Amerika’nın düne göre daha geniş bir Müslüman kitle barındırdığı görülüyor net bir şekilde.

Ve bu ortaya çıktıkça bizim o naif söylemimizin işe yaramadığını gördüğümüz reflekslerle yüzyüze geleceğiz. Çözümü sağlayacak bir yaklaşım değildir bu naif söylem, çünkü burada yasağı uygulayanların zihin yapılarıyla Avrupa’da şu an yasağı uygulamayanların zihin yapıları özünde aynıdır, bu yüzden çözüm üretecek bir yaklaşım değildir. Meselenin daha küresel boyuta taşınacağını düşünüyorum ben.

Peki ne olacak bu daha vahim hale mi gelecek diye, hemen akla bir soru gelebilir. Ve karamsar bir tablo mu öngörüyorum ben şahsen diye.

Evet, böyle bir sorumuz da vardı.

Meselenin küreselleşmesi daha karamsar bir bakışı mı hak ediyor yoksa burada bir çözüm,bir çıkış yolu bulunabilir mi? Bnun bu ülkedeki ve dünyanın tamamındaki müminlerin ve müslümanların belli noktalardaki duruşları, pozisyon alışlarıyla irtibatlı olduğunu düşünüyorum.

Şöyle açayım: şimdi eğer bu topraklarda demokrasi içselleştirilebilmiş olsaydı gerçekten böyle bir sorun yaşanmazdı.

Aynı şey batı için de geçerli?

Geçerli.

Ama mesela nedir, 20 sene önce bu ülke topraklarında demokrasi eşittir şirk rejimidir vs. bu noktaya kadar varan analizleri, İran İslam devriminin rüzgarını arkasına almış şekilde çok rahat bir şekilde görebiliyorduk.

Çoğunluğun karar verdiği, fakat bu karar verme sürecinde az olanların da temel hak ve hürriyetlerine dokunulmayan, temel hak ve hürriyetlerin bir kişi için dahi teminat altına alındığı, ilkesel düzleme oturmuş şekilde bir demokratik anlayışın ehl-i din tarafından içselleştirilmesinin gerekliliğine inanıyorum.

Ortada bir keyfilik, bir zor söz konusu. Bu başka türlü bir keyfillik veya başka türlü bir zora yaslanarak çözülmez. Çözülmesi de ilkesel anlamda doğru olmaz. Başkalarının bu anlamda zor kullanması, bizim zor kullanmamızı haklılaştırmaz. Demokrasi gibi, insan hakları gibi, dinini ifade ve yaşam hakkı özgürlüğü gibi temel değerleri bir batılı değer olarak algılamanın ötesinde bir temel insani evrensel değer olarak algılayıp savunduğumuz ölçüde kendileri mümin olsunlar olmasınlar, müslüman olsunlar olmasınlar, dindar olsunlar olmasınlar; bu topraklarda ve dünyanın her tarafında, evet, farklı inançlara sahip olabilir ama bu temel değerlerde müttefik, dolayısıyla bu temel evrensel insani ilke dahilinde tesettüre yönelik bir dayatmaya karşıyım diyecek insanların ortaya çıkacağını ve dinli veya dinsiz olsunlar fark etmez birbirlerini anlayabileceklerini düşünüyorum.

Yasağa karşı mücadelenin insan hakları demokrasi gibi kavramlar üzerinden yürütülmesi hakkında ne düşünüyorsunuz diye soracaktım fakat siz yine ben sormadan cevabını verdiniz bu sorunun. Sizce bu durum Müslümanları bir paradoksa sokar mı? Bununla ilintili olarak da yine hak savunma noktasında diyecek bir şeyin kalmadığı, artık meselenin ancak güçle çözülebileceği görüşü hakkında ne düşünüyorsunuz?

Evvela birinciyi cevaplayayım istersen.

Bu Müslümanları çelişkiye sokmaz, sokmamalıdır. Çelişki ne zaman söz konusu olur? Eğer siz demokrasiyi, düşünce özgürlüğünü, inanç özgürlüğünü, insan haklarını bir batılı değer olarak algılıyorsanız, aynen işte batılıların ve batılılaşmış zihinlerin algıladığı şekilde siz de bunu bir batılı değer olarak algılıyorsanız, ve kendi günlüğünüze, kendi İslami özünüze ve mirasınıza yabancı bir unsur olarak görüyorsanız elbette burada bir açmaz, bir çelişki algısına sahip olursunuz.

Ama burada ben bu algıyı doğuran temel unsurun yanlışlığına inanıyorum. Bunlar batılı değerler değildir. Bunlar batılı değerler değildir ama modern zamanlarda batı üzerinden ve bazen de batının müslüman toprakları kontrol altında tutmak için kullandığı manipülatif unsurlar şeklinde, batı üzerinden geldiği için, birçok ehl-i din tarafından , işte batıdan geliyorsa muhakkak kötüdür şeklinde bir algılamayla ve batıya mal edilerek, batıya has kılınarak tepkisel bir şekilde karşılandığını görebiliyoruz.

Ama burada bir Bediüzzaman’ın duruşunu hatırlayalım. Ki maalesef eleştiri oklarına tutulmaktan masun kalamamıştır, Eski Said döneminden itibaren. Kendisinin meşrutiyet; özetle adalet, meşveret ve kanunda inhisar-ı kuvvet diye tarif ettiği...

Meşrutiyet-i meşrua...

Evet, hürriyet-i şer’iyye. Demokrasi ve hürriyet vurgusu hep hayatı boyunca olagelmiştir. Ve bunu bir batılı değeri, yabancı bir değeri bağdaştırma, kendi değerlerimizle kültürümüzle bağdaştırma çabası olarak görmemiştir. Bilakis bir yitiğimize tekrar sahip olma bağlamında görmüştür ki bu noktada, Kur’an’a , sünnete ve özelde de Raşid Halifeler dönemine atıflar yaptığını net bir şekilde görürüz.

Özetle şöyle dersek: ortada çelişki yoktur. Çelişki, bizim bu değerleri batılı değerler olarak algılamamızdan kaynaklanıyordur.

Tekrarlayalım isterseniz diğer soruyu. Hak savunma noktasında söylenecek sözün kalmadığı, çözümün güce dayandığı görüşüne ne dersiniz?

Buna asla katılamam, katılmam mümkün değil. Dahası böyle bir yaklaşımı tehlikeli bulurum, bunu net bir şekilde ifade edeyim. Bir kere temel değerler noktasında ikili bir netliğe, tutuma sahip olmamız gerekir diye düşünüyorum, müslümanlar, müminler olarak dünya içerisinde yaşayan.

İlkesel olarak doğru olan ve olması gereken şeyler pozisyonel olarak değiştirilemez. Biz zayıfken bir temel insani hak olarak bir şeyi istiyorsak, güçlü hale geldiğimizde zayıf olanlara aynı temel insani hakları tanıma durumundayız. Zayıfken düşünce özgürlüğü isteyen ama güçlü hale geldiğinde düşünce özgürlüğünü yasaklayan bir mümin olmak bizi ilkesel açıdan sorunlu, çelişkili ve içtenlikten uzak bir noktaya getirir.

Özetle, tesettür meselesi ilkesel bir sorundur, bu topraklar açısından da bir ilkesel sorundur, küresel anlamda da bir ilkesel sorundur. Bir inanıp inanmama sorunu değildir. Tesettürü kim kuşanır, elbette bir yaratıcının varlığına inanan ve onun Kur’an’ı hak olarak indirdiğine ve Kur’an’ındaki iki ayetiyle de mümine hanımlara tesettürü emrettiğine inanan insanlar örter.

Bir mümine hanım kendi inancı dâhilinde tesettürü bir farz olarak kabul ediyor ise artık onun tesettürlü olarak sokağa çıkma, tesettürlü olarak okula gitme, tesettürlü olarak kamu hizmeti alma ve verme noktasında olmasını savunmak; inanıyor olmak, inanmıyor olmak düzleminde değerlendirilebilecek bir şey değildir. Eğer inanç özgürlüğünü bir temel insani değer olarak anlıyorsak inandığı gibi yaşama özgürlüğünü bir temel değer, bir temel insani hak olarak benimsiyorsak, kendimiz mümin olabiliriz veya olmayabiliriz, bu hakkı savunma durumundayız.

Burada ilkesel bir durum söz konusu. Bir sorun yaşanıyorsa, bu sorun bu ilkesel durumun güçlüler tarafından kabullenilememesinden kaynaklanmaktadır. Burada yapılacak olan nedir? Güçlü ile güç mücadelesine mi girmektir yoksa ilke üzerinden mi güçlüyle mücadeleye girmektir? Ben ilke üzerinden mücadelenin gerekliliğine inanıyorum. Ve bu noktada yapılması gereken çok şeyin yapılmadığını düşünüyorum.

Ama buna rağmen tesettürün adeta demoralize edildiği şu topraklarda, yapılan anketlerde -ki bunlar sokakta bir gazeteci tarafından yapılan anketler değil, Ali Çarkoğlu’nun mesela, ve onun gibi sosyal bilimcilerin, Boğaziçi Üniversitesi bünyesinde gerçekleştirdiği bir dizi anketlerdir, bunları düşünelim; TESEV’in benzer şekilde anketlerini düşünelim, ortaya çıkan tablo o ki, bu toprakların yüzde yetmiş beşi -ki bu topraklarda insanların ne kadarının, hanımların ne kadarının tesettürlü olduğu tespit edilecek olsa ortaya çıkacak rakam kesinlikle yüzde yetmiş beş değildir, muhtemelen yüzde ellinin berisinde olacaktır- toplumun yüzde yetmiş beşinin değil yalnız tesettürlü bir şekilde üniversiteye gitmek, tesettürlü bir şekilde devlet memuriyeti yapabilmeyi dahi destekliyor oluşu da gösteriyor ki esasen toplum nezdinde bu mesele çözülmüştür.

Bunun fiiliyatta çözülememesinin sebebi Türkiye’de toplumla, karar alma ve uygulama mercileri arasındaki malum bildiğiniz bariyerlerdir.

İlk sorunun cevabında zikrettiğiniz kuruluş devirlerindeki seçkinci modernleşmeci seküler elitlerin devamı niteliğinde bir şeyden söz edebilir miyiz, yönetici, bürokratik elit gibi?

Engel budur, resmen bunlardır. Türkiye’de sağlam ve gerçek bir demokrasi söz konusu olabildiğinde tesettür diye bir mesele olmayacaktır. Niye? Çünkü ilkesel düzlemde bunu görebiliyoruz, bunu zaten gündelik hayatın akışı içerisinde de görüyoru.

Bu topraklarda, tesettürlü az bir yüzde hariç, kendisi tesettürlü olmadığı halde tesettürlü bir arkadaşının pekâlâ tesettürlü bir şekilde okula gidebilmesi gerektiğini, eğer öyle inanıyorsa bu şekilde gidebilmeli diyebildiğini veya ne bileyim bu şekilde çalışabilmeli diyebildiğini görürüz.

Özetle, şunu söylemek istiyorum; burada mücadele ilkesel düzlemde yürütülmeli. İlkesel düzlemde baktığınızda inancını yaşamanın bir sonucu olarak, böyle bir algılamayla, böyle bir kanaatle tesettürlü olan insanlara ne öğrenim hakkı anlamında ne de çalışma hayatında, kamu dairelerinde bir engel bir mânia oluşturan bir müdahale görmemeleri gerekir.

Ben bu anlamda kendisi tesettürlü olmayan insanların tesettürlü hanımlardan ve dindar erkeklerden şu kararlılığı net bir şekilde duyma, algılama ihtiyacı içinde olduklarını düşünüyorum: nasıl bugün bu topraklarda zorla başı açılarak okula gitmesinden rahatsız ve ilkesel olarak buna karşıysa yarın da başka bir siyasal zeminde faraza zorla başı kapatılarak okula gitmesine eşit derecede karşı, bu da bir kişisel tercihe müdahaledir, temel hak ve özgürlükler anlamında o da bir tercihe müdahaledir.

Ehl-i dinin de, bu noktada bu ilkesel duruşa sahip olduğunu te’yid etmesi gerekir diye düşünüyorum.

Şu soruya da cevap verdiniz fakat ben yine de okuyayım belki bir şeyler eklemek gerekebilir: başörtülü olmayan hanımların yasak mağdurlarına ve yasağa karşı tutumlarını değerlendirebilir misiniz? Genel tepkiyi 3 olasılıkta toplayacak olursak başörtülü olmayanların tutumunun hangi gruba girdiğini düşünüyorsunuz?

A. Yasağa karşı direnişinizde ve tepkinizde her zaman sizin arkanızdayız, bu yasağa boyun eğmemelisiniz.

B. Bu yasak yanlış ama devam ettiğine göre kurallara uyup okulunuza devam etmelisiniz.

C. Başörtüsü siyasi bir simgedir. Sokakta size karışmayız ama kamu alanında yasaklanması doğrudur, kurallara uymalısınız.

Size göre genelde birinci şıkka mı giriyor başörtülü olmayan hanımların meseleye yaklaşımı?

Bu bir sosyal-siyasal vakıadır, azınlık gruplar daha iyi organize olurlar. Ve sesleri daha yüksek çıkar. Seslerinin daha yüksek olması onların daha büyük bir kitleye sahip oldukları anlamına gelmez. Bilakis, işin sesini duyurma, organize olma, yürüme, bir kamuoyu oluşturma gibi faaliyetlerle ilgili kısmı son tahlilde bir organizasyon meselesidir. Azınlık gruplarda, yapılarda, en azından sayısal olarak bu organizasyonu sağlamak daha kolay olduğu için -hele de işin içine bir ideolojik renk ve dozaj girmişse- bir ekol üretmek, geliştirmek daha kolay olduğu için, söylem düzleminde baksak, gazete köşelerinde yazılanlardan televizyonlarda dile getirilene veya sokakta yolda veya meydanlarda ifade edilene baksak sanki b ve c şıkkının daha fazla olduğu hissine kapılabilir insan.

Ama işte anketlerin de gösterdiği vakıa ve anketlere de gerek yok fiili yaşayışların da gösterdiği vakıa; sessiz çoğunluğun, kendisi tesettürlü olmasa da tesettürle ilgili yasağı -ki burada şunu da ifade etmek isterim, başörtüsü yasağı ifadesini kullanmıyorum bunu bilinçli şekilde kullanmıyorum, onu da ifade edeyim, çünkü sorun bir başörtüsü sorunu değil bir tesettür sorunudur. Bu şekilde de algılanması gerekir diye düşünüyorum-

Evet, o noktada bir sorumuz da mevcut. Tesettürün bir cüz’ü olan başörtüsü tesettürün tamamını temsil eder hale geldi. Bu durumun ehl-i İslam ve muarızları açısından pratik neticeleri nelerdir?

Başörtüsü sorunu diye algılamak meseleyi, parçayı bütün haline getirmek anlamına geliyor, en başta bu açıdan yanlıştır zaten. Tesettür konusunda ayet bellidir, mümin hanımlardan istenilen tesettür ölçüleri içerisinde, baş o cüzlerden bir cüzdür sadece. Tesettür emri bu açıdan vücudun çok daha geniş bir kısmın kapsar. Bu açıdan,

Örtmek dahi yetmiyor…

Evet.

Örtmek ama hatlar belli olmayacak şekilde örtmek vs. bir yığın usul içine giriyor, hem bu bakımdan da tesettür diye ifade etmeyi uygun görürüm. Hem de tesettür söz konusu olduğunda, tesettür sadece kadınlara yönelik bir emir değildir. Erkeklere de yönelik bir emirdir. Sadece sınırlar farklıdır. Erkeklerde sınır biraz daha belirgindir, biraz daha geniştir.

Bir de farklı şekillerde tezahür ediyor sanki bu emir erkeklerde. Bakmamak, yani gözlerini setretmek gibi...

Bu açıdan özellikle gene ben tesettür diye ifade etmeyi uygun görürüm. Bir üçüncüsü de şu açıdan bunu uygun görürüm. Başörtüsü yasağı dediğinizde başı örtülü başı açık şeklinde bir kümelenmeye gidilebiliyor. Toplum içerisinde ben bunu yanlış ve tehlikeli buluyorum. Özellikle de siyah ve beyaz şeklind, ya hep ya hiç şeklinde bir algılamaya, bir kutuplaştırmaya yol açıyor olduğu için yanlış diyorum.

Ama tesettür diye ifade ettiğimizde, son noktada başını da örtmekle tamamlamış olur tesettürünü bir hanım. Bu topraklarda şu veya bu sebepten dolayı başını örtemeyen veya henüz örtemeyen o kadar çok hanım vardır ki. Tesettür emrinin diğer hudutlarına uyma noktasında, dizinden yukarısını göstermemek, kollarını göstermemek vesaire gibi, vücut hatlarını gösterici elbise giymemek gibi, bu anlamda belli bir tesettür nosyonuna sahip olan ama bunu ayetin emrettiği yüzde yüzlük noktaya henüz getirememiş olan insanlar bence bir tesettür mantalitesine sahip insanlar sınıfında değerlendirilmesi gerekirken, başı açık başı kapalı şeklindeki bir ayrım o insanları gerçekte bir tesettür nosyonuna ve bununla bağlantılı bir iffet nosyonuna sahip oldukları halde tesettürsüzlük sınıfına itme gibi yanlış, adaletsiz bir sonuca yol açıyor.

Bu yüzden, ben gerek yazarken, gerek konuşurken, başörtüsünden ziyade tesettür ifadesini kullanmayı gerekli buluyorum, doğru buluyorum. Doğru kavramsal kullanım tesettürdür, diye düşünüyorum. Diğer açıdan, bu algılamanın bir taraftaki yanlışını söyledik, nasıl dedik, tesettürlü olarak tanımlayabileceğimiz, saçı açık belki bir tek, ama onun dışında işte vücut hatlarını göstermeyecek şekilde giyinme, vücudun, erkeklerin şehvetli bakışlarına yol açacak kısımlarını göstermeyecek bir elbise tercihinde bulunma gibi tesettürle ilgili ciddi hassasiyetlere sahip insanların bu hassasiyetlerini göz ardı etmek yanlışın bir tarafıysa bu kavramlaştırmanın, diğer tarafı da başını örten ama tam aksine bu defa baş dışındaki kısımlarıyla ilgili tesettür yasağına riayet etmeyen…

Bir yandan da toplumsal kabul görmüş oluyor, çünkü o ayrımda bu tarafta kalmış oluyor, başörtülü- başörtüsüz ayrımında. Diğer yandan da yanlış bir kutuplaşma olmuş oluyor.

Evet, ben her açıdan başörtülü ifadesini sorunlu ve adaletsiz görüyorum.

Onunla ilgili bir sorumuz daha var; başörtüsü İslam’ın kamusal alanda var oluşunun en göze çarpan simgesi olarak, şeair dedik, Türkiye’de ve dünyada sınırları içinde hareket etmek durumunda kaldıkları çeşitli sistemlerle Müslümanlar arasındaki temel meselelere dair tartışmaların merkezinde görünüyor. Bu tartışmalarda başörtüsü ya da başörtülü Müslüman kadınlar monolitik tanımlamalarla tek bir kategoride değerlendiriliyorlar. Öyle görülüyor ki başörtülü kadınlar da kendilerini tanımlarken bu tanımlamalar ve sınıflandırmaların dışına çıkamıyorlar.

Kendi kendimizi tanımlamak, anlamak ve anlatmak için, kendimizce nasıl bir dil kurmalıyız? Ya da kendimize ait bir dile sahip olmanın yolu nedir? Aksi halde bizi yeterince tanımadan ve bilmeden sınıflandıran ve tanımlayanların kalıpları içinde sıkışıp kalır mıyız?

Az önceki bir soru vesilesiyle girmek istediğim bir konu vardı. Ama şimdi gireyim isterseniz, unutmadan. Bu soruyla da irtibatlı olur mu bilmiyorum. Burada söylenen genel bir eleştiri vardır. Bir tesettür yasağı var. Yasaktan kaynaklanan bir sorun var. Esasen bir tesettür sorunu yok, bir tesettür yasağı sorunu var, sorunun adını doğru koyarsak. Tesettür bir sorun değildir, tesettür yasağıdır sorun olan.

Burada, ben şu iki hususu da vurgulama ihtiyacı hissediyorum: bu tesettürlü hanımların sorunudur en temelde, elbette, dolaylı olarak da onların annesi, babası, çocukları derken bir bütün olarak ailesini ilgilendirir ve daha geniş düzlemde İslam cemaatini ve toplumu ilgilendiriyor elbette. Fakat burada, şu eleştiri getirilir: ama bu konuyu gündeme taşıyanlar erkekler daha ziyade, kadınlar mağdur oluyor fakat bunun üzerinden simge savaşını erkekler yürütüyor diye.

Bu dikkate alınması gereken bir eleştiridir diye düşünürüm ben şahsen. Ve bu noktada Türkiye’de özelde siyasal bir takım tazammunlar taşır şekilde İslami hamiyetini ifade eden erkek gruplarının bir sorgulama ve bir özeleştiri yapmaları gerektiğini düşünürüm. Bazen öyle söylemler, yaklaşımlar görebiliyoruz ki, tesettür yasağının seküler seçkinci unsurlar tarafından kullanıldığı gibi, aynı düzlemde olmasa da, tesettür dışındaki bazı hesaplar için dindar erkekler tarafından da kullanılıyor olduğu endişesini ben şahsen taşıyorum.

Bunu isabetli bulmuyorum. Burada tesettür yasağının karşısında yanlış bir yasak, yanlış bir uygulama olarak durulmalıdır. Bunun karşısında durmak için elbette kadın olmak da gerekmiyor, mesture bir kadın olmak hiç gerekmiyor. Erkekler de bunun elbette karşısında durmalı ve bu duruşlarını net bir şekilde ifade etmelidirler. Bu ilkesel karşı duruşun başka türlü hesaplarla, özellikle bazı siyasi hesaplarla iç içe halde olması ya da gözükmesi bu meseleyi çözme noktasında kolaylık sağlamaz. Bilakis, meseleyi daha da zora sokar. Bu noktada bir hassasiyet ve dikkat gerektiğini düşünüyorum.

Zaten bir sorumuz da şöyleydi: bir siyasi parti vaadi olarak başörtüsü yasağının kaldırılması hususunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Ben başörtüsü yasağını kaldıracağız diye bir siyasi parti vaadi duymaktan, açık söylemem gerekirse, hoşlanmam. Ben bir siyasal partiden şunu duymak isterim: “dindar-dinsiz, sağcı-solcu fark etmez ben bu topraklarda yaşayan insanlara, bu topraklarda yaşayan her vatandaşa temel, evrensel hak ve hürriyetleri temin etme ve teminat altında tutma sözü veriyorum. Bu topraklardaki siyasal yönetimin bunu gerçekleştirmesi ve böyle bir yönetim ahlakının yerleşmesi için çaba göstereceğim.”

Ben sorunu başörtüsüne indirgeyen dar bir yaklaşım yerine ve toplumu kutuplaştıran bir yaklaşım yerine, genel anlamda hak ve özgürlük sorunu olarak meseleyi gören ve başörtüsüyle, daha doğru ifadeyle tesettürle ilgili yasağı da bu temel sorunun bir parçası olarak gördüğünü ifade eden bir siyasal söylemin doğru söylem olduğuna inanıyorum.

Sizce başörtüsü ya da tesettür yasağı en çok hangi değerin yıpranışına sebep oldu; demokrasi, insan hakları, özgürlük gibi?

Türkiye topraklarında bu yasak değerlerin hepsinin yıpranışına sebep olmuştur. En temelde de bir meşruiyet krizine yol açmış durumdadır. Çünkü açıklanabilir bir şey değildir. Üniversiteye gitmek isteyen ama başı örtülü şekilde gitmek isteyen çünkü başını örtmesi gerektiğine inandığı için başını örten ve onun dışında; hayatı ortada, ne olduğu kim olduğu ortada gencecik insanların, “bak arkadaşın gidebilir ama sen örtünle gidemezsin, eğer sen de okumak istiyorsan çıkar başındaki örtüyü” diye bir muameleye maruz kalması…

Veya eşit derecede mesleki birikime sahip iki insandan birine müsaade edilirken diğerine “başına bir peruk geçirirsen sen de doktorluk yapabilirsin, geçirmezsen sana doktorluk yaptırmayız” diye bir muamelede bulunulması…

Bu kamu vicdanında bir türlü açıklanamayan bir şeydir. Nasıl oluyor da kafasına peruk geçirmeden yetersiz olan bir insan kafasına peruk geçirdiğinde birden yeterli hale gelebiliyor? Ortada rasyonel olmayan, tamamen keyfi bir tutum olduğu ve dolayısıyla keyfilik de -eğer bir hukuk devletinden bahsediyorsak- bir hukuk devleti nosyonuna asla ve asla uymadığı, diğer taraftan demokratik diyorsak laik diyorsak bunlara da aynı şekilde uymadığı apaçık ortada olduğu için, bütün burada bence en temelde bir kere Türkiye’de devletle toplum arasındaki fay hattını oluşturan ve büyüten -devlet derken özelde seçkinci elitleri kastediyorum- bu topraklardaki insanların bu topraklarla ilgili umudunu ve enerjisini ciddi şekilde törpüleyen, buna karşılık da gerilim ve çatışmayı tahrik eden, tırmandıran durum.

Demokrasiye dair, bu ülkenin demokratik bir ülke olduğuna dair bir kanaati de ciddi şekilde törpüleyen, insan hak ve özgürlüklerinin teminat altına alındığı bir ülke olduğuna dair bir kanaati de, hukuk devleti olduğuna dair bir kanaati de, laik bir ülke olduğuna dair bir kanaati de. Çünkü ilkesel düzlemde baktığımızda ne demokrasiyle, ne temel hak ve özgürlüklerle, insan haklarıyla, ne laiklikle ne de hukuk devleti nosyonuyla açıklanabilir durumda değildir.

Başörtüsü yasağının müslümanlar üzerindeki etkilerine geçelim isterseniz. Bu yasakla beraber bir silkinişten bir uyanıştan, ya da başörtülü sayısının arttığından bahsedebilir miyiz?

Öncelikle şunu söyleyeyim: sorudaki şekliyle Müslümanlar ifadesi bana sıcak gelmiyor. Müslüman’ın tarifini olması gerekenden daha dar bir alana sınırlandığını düşünüyorum. Başörtülü sayısının da arttığını şahsen düşünmüyorum. Ben geleneksel anlamda başını örtenlerin sayısının azaldığı, bu anlamda yüzde olarak baktığımızda başörtülü sayısının giderek azaldığı bu topraklarda, fakat…

Keyfiyetin arttığını mı?

Tesettürün olması gereken ölçülerine dikkat ederek örtünmeye çalışan, yani niteliğine dikkat ederek örtünmeye çalışan insanların sayısının arttığı kanaatindeyim. Burada niceliksel bir artıştan değil azalıştan söz edebiliriz. Niteliksel bir artıştır ortada olan.

Zaten, o keyfi yasakları karşısında, o keyfiliklerini meşrulaştırmada acze düşen seçkinci zümrenin, başörtüsü ve türban diye, aslında gerçekte komik, ayrıma gitmeye kendilerini mecbur hissetmelerinin arkasında yatan da budur. Başörtüsü ile kastettikleri, başörtüsüne karşı değiliz, türbana karşıyız derken ifade ettikleri şu: biz geleneksel anlamda örtünmeye karşı değiliz, İslami bir bilinçle örtünenlere karşıyız. Bunu demek istiyorlar, fakat bunu açıkça söylemek zaten ruh yapılarını, zihniyet dünyalarını net bir şekilde ele vereceği için, diyemedikleri için, biz başörtüsüne karşı değiliz, türbana karşıyız gibi bir ifadenin arkasında kendilerini saklamaya ve savunmaya çalışıyorlar.

Ben yasakla beraber bir silkiniş, uyanış gerçekleştiği kanaatinde değilim. Bir kere şunu söyleyeyim: tepkisel olan şeyler beni korkutur. Tepkisel olarak yapılıyor olması değil, içten gelerek yapılıyor olması gerekir. Bir şeye karşı olarak değil ilkesel olarak doğruluğu kabullenilmiş olarak yapılıyorsa anlamlıdır. Bugün tepkisel olarak başını örten yarın tepkisel olarak başını açabilir. Bu güven verici bir durum değildir. En temelde o kişi açısından bakarsak onun iç dünyasındaki bir ontolojik kararlılığa işaret etmez. Bu anlamda işin bir tepkisel tarafı varsa, o tepkisel kısmın, değil bir pozitif durum olarak değerlendirmek, tam aksine sorgulanması gerektiğini düşünürüm. Tesettür emrine rıza-yı ilahi düzleminde riayet noktasında özellikle sorgulanması gerektiğini düşünürüm.

Tepkisel olmak zorunda değil ama. Değil mi?

Tabi. Ben sadece bu kısımdan bahsediyorum. Artık yüzde 3 müdür 1 midir bu kesim, neyse ondan bahsediyorum.

Hani Bediüzzaman da bu minvalde bir yerde diyor ya; mesela bir eserin yasaklanması ya da bir eser hakkında birileri tarafından tenkidlerin yapılması o esere olan merakları uyandırır ve insanların onu okumalarına vesile olabilir. Aynen Amerika’da 11 Eylül olaylarından sonra en çok satan kitabın Kuran mealleri olması gibi.

Elbette. Ben olayı şu düzlemde ifade etmek istiyorum. Mümin bu noktada duruşunu hisleriyle ve tepkileriyle vermemeli. Tepkiyle hareket ediyorsanız olaylar tarafından yönetiliyorsunuz demektir. Ve olaylar sizi bugün başınızı örtmek yönünde yönetebilir, yarın da açmak yönünde yönetebilir. Ama siz bir ontolojik itminanla hareket ediyorsanız, iç dünyanızda belli meseleleri düşünmüş, tartmış ve bir yerlere oturtmuş, çözmüş olarak yaşıyorsanız, o zaman dışarıda olup bitenler sizin dünyanıza etki-tepki noktasında çok sirayet edemeyecektir. Olması gerekene işaret olması noktasında söylüyorum.

Ama ben burada, yasağın, bir uyanışa yol açmaktan ziyade, bir tavsamaya ve bir aşınmaya yol açtığını düşünüyorum. Zaten başörtüsü yasağıyla birlikte tesettürün bir ilahi emir olduğuna inanan ve normal, gündelik hayatında tesettürlü olan ama okul kapısına geldiğinde çıkarmayı göze alabilen veya çalıştığı kurumun kapısına geldiğinde çıkarmayı göze alabilen hanımların ciddi bir yekûn teşkil etmesinden de anlaşılabilir.

Ondan da öte, bu da istiğfarı yapılmak kaydıyla anlaşılabilir bir tutumdur, bir durumdur. Ben ondan da öte, bu yasakla birlikte gelen gerilimin birçok mesture hanımın, özellikle de belli siyasal veya sosyal gruplarla, cemaatlerle irtibat içinde, aidiyet-intisap ilişkisi içerisinde olan birçok mesture hanımın veya mesture hanımların bulunduğu ailelerin, tabir yerindeyse “biz sizin bildiğiniz mesturelerden değiliz”, görüntüsü verecek şekilde hem görünüş olarak, hem yaşayış olarak, hem de söylem olarak bir içerik zayıflamasına uğradıkları kanaatindeyim.

Bu dediğiniz gösteriş meselesi muarızlara karşı mı, yoksa kendi içlerinde mi?

Az önce ifade etmeye çalıştım, bir ontolojik kararlılığa sahipseniz dışarıda olup bitenler sizi etkilemez. Buradan bakarsak dışarıya karşı bir durumdur. Diğer taraftan bir içselleştirememe, bir ontolojik kararlılığa netliğe yaslanamama, bir ontolojik kararlılık üzerine temellenememe olgusuna da zaten işaret ediyor.

Dediniz ya, batı içinde demokrasi vs. kavramlarını bayraklaştıran insanlar için ileride bilhassa sonraki on yıllarda başörtüsü, tesettür ve sair meseleler turnusol hükmünde olacak. Bu aslında bizim için de öyle değil mi, Müslümanlar olarak? Bununla ilgili bir sorumuz vardı: Müslümanlar olarak tesettürümüzle imtihan ediliyor olmak bize neler öğretmeli? Yasakla birlikte nelerin farkına varmalıydık? Varabildik mi?

Ben inşallah öğretmiştir birçok mümine diye ümid ederim. Temel insani hak ve hürriyetlerin ne kadar önemli olduğunu, Allah’ın irade sahibi olarak yaratmış olduğu kullarının, iradelerine dıştan ve keyfi bir şekilde müdahalenin ne kadar haksız ve sevimsiz bir tutum olduğunu öğretmeli ve dolayısıyla temel insani değerler, temel hak ve özgürlükler noktasında bizi daha kararlı, daha aktif, daha gayretli kılmalıydı.

Ama genel resme baktığımızda bunun gerçekleştiğini, arzu edilen kıvamda gerçekleşebildiğini söylemek mümkün görünmüyor. Hala daha dar bir düzlemde tesettüre bile değil, başörtüsüne indirgenmiş bir şekilde meseleye bakılıyor ve ehl-i dinin, mümin insanların, mu’tekid insanların, insan olarak herkesin temel insani haklarına ve özgürlüklerine saygıyı, bu noktada gayreti ve bu noktada mücadeleyi bir hayat esası olarak benimsediği mesajını verebilecek bir söylem ve eylem noktasına gelinebilmiş değil. Bence bu sağlanmalıydı.

Bir de kader penceresinden bakarsak meseleye, Karakalem’in geçmiş sayılarından birinde de bu meyanda bir yazı vardı, sizce nasıl görünüyor bu veçhesiyle yasak?

Ben kader penceresinden yaklaşımın, sadece bu mesele için değil, tesettür meselesi için değil, genel olarak dikkat edilmesi gereken bir nokta olduğuna inanıyorum, o da şudur: her olayın yatay olarak, sebepler dairesinde bir açılımı, açıklaması ve elbette bir de dikey boyutu vardır.

Bir insan size çelme takar düşersiniz. Bu olayın yatay düzlemdeki görüntüsüdür ve açılımıdır. Ve o insanın ayağına çelme takılıp düşürülmesine izin verilmiş demektir Cenab-ı Hak tarafından. Bunda da size verilen bir mesaj belki vardır veya bu vesileyle siz belki yanlış bir yoldan alıkonuluyorsunuzdur, belki doğru bir yoldan alıkonuluyor fakat bir kararlılık testine maruz bırakılıyorsunuzdur.

Bir sürü hikmeti olabilir.

Elbette dikey anlamda bunun bir açılımı elbette vardır.

Hikmet, adalet, rahmet boyutları vardır işin.

Burada kaderi boyutunu okuma söz konusu olduğunda dikkat edilmesi gereken öncelikli mesele şudur: yatay düzlemde meseleyi doğru okuyor muyuz? Yoksa yatay düzlemden bir kaçış olarak mı kullanıyoruz dikey düzleme bakışı?

Ortada bir zulüm varsa, ortada bir zulüm var diye tespit edip, ifade edip ve bu zulme karşı -hadisteki ifadeyi hatırlarsak: mümkünse elimizle, değilse dilimizle, onu dahi yapamıyorsak en azından kalbimizle ki en zayıf derecesi de budur- ortada bir zulüm var, ben bu zulmü onaylamıyorum diye yatay düzlemde bu duruşumuzu sergilediğimiz takdirde ancak bizim dikey düzlemde yaptığımız bir okuma anlamlı ve hatta gerekli olur.

Ama yatay düzlemde bu tespiti yapmaktan ve bu tespitin bedellerini ödemekten sakınarak sözüm ona kaderi bir tahlil yapma iddiasındaysak orada ben dikkat edelim derim. Bu sağlam, mu’tekid, müminane bir duruştan ziyade, bir cebriye korkaklığı ve kurnazlığı olabilir.

Ama bir yandan da insanın korku ve ümit arasında, Beşir ve nezir olacak dersler çıkarmasına da vesile oluyor.

Bu ikisini buluşturmak şartıyla ancak.

Bu açılım çok güzel oldu, Allah razı olsun. Mesela Bediüzzaman’ın hayatına baktığımızda bir yandan kendisi aynı harbin farklı bir cephesi olarak doğu cephesinde savaşmış. Ama bir yandan da I. Cihan Harbi’nin kaderi boyutlarını da başka bir yerde zikrediyor, namaz kılmamak, zekât vermemek, oruç tutmamak ve hâsılı dinden uzaklaşmak neticesinde olduğunu söylüyor bu musibetin Müslümanlar açısından bakıldığında.

Evet. Ama bunu cihad kaçkını bir insan olarak değil, bizatihi harbe girmiş ve yaralanmış, hatta esir düşmüş biri olarak söylüyor.

Zulüm karşısında Efendimiz aleyhissalatuvesselam Medine’ye hicret etmişti. Hal-i hazırda yaşadığımız zulüm karşısında Türkiye’den ayrılmayı tercih edenler var. Bunun hicret boyutu hakkında ne düşünüyorsunuz?

Bu kişisel bir şeydir. Bazıları bir yasak varsa, okuyamıyorsa okumak için başka bir ülkeye gitme şeklinde bir tavır gösterebilir. Başka bazıları da gidemeyecek durumdadır, şartları itibarıyla. Üniversiteye gitmemeyi tercih etme şeklinde bir tutumu olabilir. Hicret daha külli bir şey.

Eğer bir imkân bularak veya babasının maddi imkânı biraz daha fazla olduğu için, Türkiye’de okuyamayıp Avusturya’ya veya Almanya’ya veya Avustralya’ya veya Amerika’ya giden bir mesture genç kızın bu yolculuğunu hicret olarak tarif etmek, bence en başta ailesinin imkânları kısıtlı olduğu için ve kendisini oralara gönderecek bir mecra da bulamadığı için daha zor olan üniversiteye gitmeme seçeneğini seçen kişileri incitir.

Oysa bence daha büyük fedakârlığı yapabilen, “gidemiyorum, başka bir yerde okuyamıyorum o halde burada kalıp başımı açmam gerekiyor, ama asla başımı açmak istemiyorum” deyip üniversiteye gidememe seçeneğini seçebilenlerdir, en güçlü en kararlı duruşu gerçekleştirebilen.

Ama hicret gibi bir tanımla ifade ederseniz eğer durumu, o zaman tam aksine bu durumdaki kişileri daha geride tanımlamış olursunuz. Tanım olarak yanlış olduğunu düşünüyorum.

Ayrıca, hicret herhangi bir göç değildir. Hicret geri dönmek umuduyla yapılan göç değildir. Dikkat edelim Rasulullah aleyhissalatuvesselam Mekke’den hicret etmiştir. Muhacirin de Mekke’den hicret etmiştir. Fakat onların içerisinde, muhacirinin içerisinde Mekke’nin fethinden sonra dönüp Mekke’de oturan yoktur.

Öyle ki Rasulullah aleyhissalatuvesselam Mekke fethedildiğinde bir müddet Mekke’de kalmıştır, fakat çadırında kalmıştır. Malum amcasının oğlu Atil zapt etmiştir Rasulullah’ın evini, hicret ettikten sonra. Dönüp bu benim evim deyip evinde de oturmamıştır.

Özetle hicret, işte şimdi bir dört sene Viyana’da okurum ondan sonra, gelir işte Türkiye de doktorluk yaparım, eczacılık yaparım, şu yaparım bu yaparım düşüncesiyle yapılan bir şey değildir. Hicret meşhur malum Tarık bin Ziyad’ın dediği gibi gemileri yakarak geri dönüş umudu, düşüncesi, beklentisi olmaksızın, bu imkân gerçekleştiğinde dahi geri dönmemek üzere yapılan bir yolculuktur.

Dolayısıyla teknik anlamda da hem doğru değildir, hem de dediğim gibi maddi imkânsızlık yüzünden bir azimet tutumunu sergilemiş olanları incitici bir ifadedir. O yüzden ben hicret olarak görmüyorum.

Başörtüsü mücadelesini neticesi dünyada beklenmeyecek bir dua olarak mı, yoksa iki cihanda da hayırlı neticeler verecek bir cihad olarak mı değerlendiriyorsunuz? Yoksa başka bir şekilde mi?

Amelde rıza-yi ilahi esastır. Yola çıkarsınız, yola çıkarken bir maksudunuz vardır, bir yere ulaşmak üzere yola çıkarsınız, bir neticeyi gerçekleştirmek üzere yola çıkarsınız. Bir yandan bu vardır. Ama öbür taraftan bunun garantisi sizde değildir. Yolun sonuna varmaktansa, yolda olmak, yola çıkmış olmaktır aslolan, değerli olan.

Hatta bu anlamda hicretle ilgili bir ayetin sebeb-i nüzulüdür bu. Bir sahabi vardır, yaşlıca bir sahabi, Mekke’de, biraz daha geç olarak, Rasulullah’ın hicretinden daha sonra yola çıkmıştır. Ama daha Mekke’nin birkaç kilometre ötesine ulaşmadan vefat etmiştir. Ama yola çıkmıştır neticede ve gelen ayet de onun da hicret sevabına mazhar olacağı mesajını içerir.

Bu anlamda bakarsak kilitlenilmesi gereken nokta bu dünyada bunun karşılığında bir sonuca ulaşmak değildir. Sonuca ulaşabilirsiniz veya ulaşmayabilirsiniz, tesettür yasağının kalktığını görebilirsiniz veya göremeyebilirsiniz ama burada bu yasağa karşı, bu yasak benim Rabbimle olan akdime mani oluyor deyip Rabbinizle olan akdinizden yana tutum alıyor olabilmenizdir aslolan.

2002’den bu yana yasağın kaldırılması yolunda sizce herhangi bir adım atılmış mıdır? Atılmamışsa sizce nedendir?

Atılmamıştır, bence atılamamıştır daha doğrusu. “Atılabilir miydi?” derseniz ben atılabilirliğini de çok mümkün görmemiştim. Malum artık bu bir büyük siyasal gerilimin parçası olmuştur, daha doğrusu parçası haline getirilmiştir. Şöyle bir algıya sahiptir artık Türkiye’de sözünü ettiğimiz seçkinci elitler: “bu noktada başörtüsünü temel bir insani hak olarak kabul ettiğimiz anda kalıcı bir mağlubiyet ilan etmiş oluruz, o halde sonuna kadar diretmeliyiz” şeklinde bir inada, bir gerilime sahip oldukları için bence bir adım atılması da teknik olarak mümkün değildi, doğru değildi. Böyle bir adım bence meseleyi çözmez, daha da kemikleştirir.

Bu noktada ben şu kanaate de sahibim. Bunu bir yazımda da ifade ettim, belli tepkilerle yüzleşmeyi göze alarak, “Başörtüsü meselesi nasıl çözülmez?” diye. Bununla ilgili bir örneğe de sahibiz aslında.

Türkiye’de mevcut anayasaya ve kanunlara göre erkeklerin sokakta başları açık şekilde dolaşmamaları -nasıl kadınlara kanunda olmadığı halde başları açık şekilde memur olarak devlet dairesinde bulunmaları, öğrenci olarak okulda bulunmaları emrediliyorsa; erkeklere de- başları örtülü olarak, yani şapkalı olarak, açık alanda bulunmaları emri halen kanunla sabittir, üstelik bu kanun anayasada değiştirilmesi dahi teklif edilemez diye özel koruma altına alınmış durumdadır.

Ve bu kanuna uymadığı için seksen sene önce insanlar asılmıştır bu ülkede. Ama bugün Türkiye’de erkeklerin ne kadarı şapka giyerek dışarıda dolaşıyor? Baksan yüzde on yüzde beş bile olmaz, onlar da işte şapka kanunu var aman şapka giymezsek başımıza bir bela gelir düşüncesiyle giyiyor değil. Ama şu olsaydı: ulan olur mu şapka, saçmalık ulan bu, hadi bir şapka kanununu protesto mitingi yapalım…

Böyle bir şey yapılsaydı acaba güya anayasada özel koruma garantisi altına alınmış olduğu halde bu kanun fiilen geçersiz durumda mı olurdu, yoksa tam aksine birileri tahrik mi edilmiş olurdu?

Burada birebir eşleştirilemeyebilir ama bu örnek bizim için önemlidir ve öğreticidir. Bu noktada ben tesettür yasağı meselesinin nümayişlerle, meseleyi çok gündemde tutarak, çok kaşıyarak tabir-i caizse, çözülebileceği kanaatinde değilim.

Ve bir noktayı da burada vurgulamak isterim, ben 1980’li yıllarda okudum, ihtilal zamanında üniversitede okudum ve başörtüsü yasağı o zamanda başlatılmıştı esasen, daha önce de vardı, daha 60’ların sonunda ilahiyatta bir kız başı örtülü okumak istediğinde başlamıştı, malum. İhtilal dönemi şartlarında da bu yasak bu keyfiyet noktasına kadar varmıştı. Ama bizim sınıfımızda bir mesture genç kız vardı. Ve bir sorunla yüz yüze gelmeden 4 yıl okudu. Herhangi bir bölümde, herhangi bir derse gelememe durumu söz konusu olmadı. Sonrasında da yasağın tırmandırıldığı dönemler oldu. Tırmandırıldıktan sonra tavsadığı dönemler de oldu.

Burada dikkat edersek meselenin gündemde tutulduğu bir siyasal tartışma konusu haline getirildiği, gösteri yürüyüşleri, protestolar, şunlar bunlara sebebiyet verdiği dönemlerde yasak uygulaması azalmak değil tam aksine kapsamı ve şiddeti artmıştır.

Ben bu noktada şunu söyleyebiliyorum: başörtüsüyle ilgili yasak bu ülkede artık bir sosyal, siyasal, özellikle de siyasal, derin bir siyasal gerilimin konusu haline, medyanın da desteği ve tahrikiyle, seçkinci bürokratik elit tarafından getirildiği için, hem asker hem sivil bürokrasi tarafından bu noktaya getirildiği için, bu meselenin konuşularak, kanun yoluyla, hükümet iradesiyle çözülebileceği kanaatinde değilim.

Bu yasak esasen vicdanlarda yer etmemiş bir yasaktır. Türkiye’nin genel anlamda demokratikleşmesi ve genel anlamda çoğulculuğu ve inanca ve düşünceye saygıyı içselleştirmesiyle paralel bir şekilde ama konuşulmadan çözülecek diye düşünüyorum. Dolayısıyla ben başörtüsüyle ilgili bir gösteri gördüğümde aman bu iyi oluyor, meselenin çözümüne doğru bir adım atılacak düşüncesi taşımıyorum. Tam aksine bu yara tekrar biraz daha kanatılıyor, mesele fiiliyatta çözülebilirliğe giderken tekrar tırmandırılıyor endişesi taşıyorum.

Başörtüsü yasağı konuşarak değil artık öyle bir duruma gelmiştir ki ancak unutularak çözülecektir. Ama genel anlamda bir demokratikleşme süreciyle birlikte. O yüzden de tek başörtüsüne endeksli bir tavır alış meselenin çözümünü sağlayamaz.

Bir soru daha sorayım, sizi de çok yordum ama hakkınızı helal edin.

Estağfurullah, buyurun sorun.

Bundan sonrası için ne diyebilirsiniz? Halk özellikle şu seçim arefesinde, nasıl bir strateji izlemeli bu meselenin halli için? Örneğin halk bu konuda siyasileri korkutabilir mi, korkutmalı mı?

Bu seçimden sonra yayınlanmış olacak değil mi?

Evet, inşaallah.

Şu mevcut şartlarda tesettür yasağı meselesinin doğrudan, tekil, siyasal bir çözümü yoktur. Mesele şu an siyasal anlamda çözümsüz noktaya gelmiştir. Bunu kabullenmek durumundayız.

Her kim ki bir siyasi görsem ben bu meseleyi çözeceğim diyen, ben değil ona oy vermek, bu adam bu meseleyi bir kat daha çözümsüz hale getirecek diye endişe ederim. Dediğim gibi bu mesele, bu mesele olarak değil, daha geniş düzlemde bir toplumsal mutabakat, daha geniş düzlemde bir başkasının, kendisi dışındakinin, temel insani hak ve hürriyetlerine saygı ve bir takım zihinlerden dolayı bunlar üzerine keyfi bir baskı, ipotek uygulamama ahlakının bu topraklarda siyasete de hâkim hale gelebilmesiyle çözülecektir.

Başörtüsü yasağı, daha önceki sorularda da değişik şekillerde ifade etmeye çalıştım, tek başına bir sorun değildir. Türkiye’nin genel, külli, büyük -bir hukuk devleti olma veya keyfilikle yönetilen bir devlet olma, ilkesel bir devlet olma veya şartlara göre doğruların değişebildiği konjonktürel bir devlet olma- sorununun bir parçasıdır.

Bu mesele bütünle birlikte çözülebilecek bir meseledir. Çözümü istiyorsak dolayısıyla, tekil noktaya değil bütüne odaklanmalı ve o önemli parçayı bütünün içerisine koyarak bir tavır geliştirmeliyiz.

Ve siyasetçileri bu noktada, söylemleriyle ve tatbikatlarıyla yargılayacak veya değerlendirecek veya buna göre destekleyecek veya karşı olacaksak bunu bir kriter olarak almalıyız.




Bu mülâkat, 02.07.2007 tarihinde BASORTUM.COM için yapılmış ve kendilerinin özel izniyle burada yayınlanmıştır.

  22.06.2008

© 2021 karakalem.net, Metin Karabaşoğlu ile söyleşi



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut