Yedinci Rica: Rüya Lahikası

rüya ve sinema

UZAKLARDAN SESLENİYORUM SANA. Gündüzleri karakış, geceleri buram buram gurbet ve özlem yaşanan yerlerden. Bozkırlardan, Anadolu’nun dağlarından, ovalarından, ırmaklarından. Enlemiyle, boylamıyla bütün sinelerden. Göğsünü aşkın coğrafyası, kalbini onun ekvatoru yapan bütün bedenlerden. Ucu kızıl kanlarla yakılmış sonu gelmeyen mektuplardan birini daha yazıyorum. Şimdi kalbimin göğünden bir kuğu uçuruyorum. Kanatlarında bir demet mektup bulacaksın, şaşırma.

emirdağ

Senden ayrılalı tam yedi yıl oldu. Yedi yıldır seni anlatıyorum bozkırlara. Tandır başlarında sancıdan hiç uyuyamadım. Alev alev senden söz ettim tandıra. Aşkımı ateşe attım. Sevdamın soğumasını, yavanlaşmasını bekledim. Bir tandır ateşi, bir de sen, alev alev yaktınız beni. Hasretin kor oldu, kırmızı kitaplar arasında tandırla beraber al al tutuşturdu beni.

Benim için çok önemliydin. Tam yedi yıl bitmeyen mektubum oldun. Hissettiklerimi ancak sen bilebilirdin. Güçsüz aklıma ve ruhuma yarı deli, yarı veli eden hüznü ve aşkı sayfa sayfa sen yazdın. Güneş gibi yitirdim kendimi sende. Günlüğümün her satırına mektup mektup işledim seni. Senden ayrılıklar uzadıkça kalemimi tekrar sivrilttim savaşa çıkan gerilla gibi. Kalbimin akıntısına verdim kalemimi. Sevgiliye şiir düzecek Mecnun heyecanı filiz verdi kalemimde.

rahle-i kalbim

Benim için çok özeldin. Seni hep cinsleştirmeye çalıştım. Yani genelleştirmeye. Yıllarca “Bütün sevgililer bana onun kadar yakındır”, düşüncesini hissetmek istedim. Hep senden uzaklaşmaya çalıştım. Sanki sen kalbimde kazdığın menzillerinde beni gözlem altına aldın. Ruhum yerli yersiz sarsıntılar geçirdi. Bütün varlığımı derbeder ederek, kitaplar ve rüyalar arasından konuştun benimle. Bazen gönlümün kubbelerine yağmur gibi dolup, beni yıkadın. Bazen de düşlerle elden ayaktan düşürdün, yakıp yıktın beni.

Evet benim için çok özeldin. Ben senden uzaklaşmaya çalışırken, aramıza zamandan ve mekandan engeller koyarken, sen hiç yalnız bırakmadın beni. “Bütün sevgililer bana en az onun kadar yakındır”, düşüncesini bir türlü benimseyemedim. Yani seni sıradan bir insan, herhangi bir sevgili olarak kabul edemedim. Çoğu kere dünyanın sensiz dönmeyeceğini, güneşin ufkumda doğmayacağını, böyle giderse ayın ışığını hiç göremeyeceğimi düşünüp, ağladım, ağladım. Dünya, güneş ve ay tuttu kalbimi. Sen tutmasaydın beni, hiçbir şey tutamazdı beni.

Dünya, kalbim ile senin arana gizlendiğinde, kalbimin bir yüzü lekelenip, karalanmış deftere döndü. Kalbim kendini tanıyamadığından ve okuyamadığından dünyamı aydınlatamadı, karanlığa büründü. Ben bu olaya kalb tutulması dedim. Dünya, güneş ve ay kalbimle senin arana girdiğinde kalbim bir gece oldu, sendelemeye başladı. Kalb tutulmasında ikinci hayatım riske girerken, bu sefer iki hayatım da riske girdi. Bir kalb kalesi daha Azrail’in eline düştü sanki. Kalbim elden ayaktan düştü.

kalbimin bozkırları

Ben Fransa’yı hiç görmedim. Fakat Paris’i düşlerken sokaklarında Balzac’a rastladım. Marsilya’yı hayal ederken Voltaire’i hissettim. Pau harabelerinde Hugo’nun Sefiller’ini oynadım. Belçika’ya gittiğim zaman yanlış anlama ama yanımda Lale Müldür’ü de götürdüm. Yine yanlış anlama ama Buhurumeryem’le dolaştım Brüksel sokaklarında. Yahya Kemal ile Endülüs’e gittim, Atik Valide’m ağladı kaldı ardımdan. Sen Emirdağ’a gittikten sonra hep seni yaşadım orada. Bitmeyen mektuplarımı Qinze Wings’ta, Brüksel’de değil, Atik Valide’de, Endüslüs’te değil, hayalen Emirdağ’da yazdım sana. Milletsiz şiirlerimden, illetsiz dertlerimden sonra vardığım sonuç: Yok benim vasfettiğim ele gözlü yar buralarda.

Emirdağ’da eskiden beri göçebe hayatı yaşanır. Sen bir gün Karahisar Kalesine gittin. Oradan da benim bağlarıma, dağlarıma, Emirgan’a göç ettin. Sanki sen Emirdağ’da doğan, Karahisar Kalesinde ölen, ama Emirgan’da tekrar dirilen Malkoçoğlu’ydun. Sanki ben Emirgan’da doğan, ama Emirdağ’da ölen biriydim. Sen bir gece bana göçtün. Bu senin için belki bir akın, bir fetih, bir füruç, bir göçtü. Ama bil ki, ben işte o gün göçtüm Hasan Feyzi gibi. O gün bu gündür de ayağa kalkamıyorum. Evet buralarda da aynı şeyi söylüyorum: “Yok benim vasfettiğim ele gözlü yar buralarda.”. Her ne kadar ruhum hep Emirdağ’da, bedenim Emirgan’da ise de. Şimdi Elveda Paris, elveda Brüksel, elveda Endülüs, elveda Emirdağ, merhaba Emirgan, merhaba!

kırık kandil

Ben kelimelerden inşa ettim dünyamı, yani seni. Günlüğümde bahsettiğim, ruhumda kendisini anlattığım, kalbimin bozkırlarında vuslata erdiğim sevgili sendin. Üzerine şiirler okuduğum, ellerim havada duamı şaşırdığım sevgili sendin. Her gittiğim yere bir bedende iki ruh ile gittim. Biri sen oldun, diğeri de senin gölgende ben.

Seni kelimelerden oluşturmuş, kalemimle cisimleştirmiştim. O zamanlar seni ruhumun dağlarına, taşlarına yazmıştım. Şimdi seni daha iyi okuyorum. Artık benim için, herkesin anladığı manada anlamsızlaşıyorsun. Yine ela bir gökyüzü olan gözlerinde bir martı heyecanıyla kanat çırpıyorum. Ama artık bazen kanadım kırılıyor, sendeliyorum. Elbette bir zamanlar aşık olduğum kişiyi ertesi gün gammazlayacak kadar karaktersiz ve dengesiz değilim. Ama sen de anla ki artık aşkın hakkını vermekte zorlanıyorum.

Şimdi ben unutmakla hatırlamak arasında bir yerlerde kalacağım bir zaman. Kelimelerim seni anlatacak sabaha kadar, ben akşama kadar yazdıklarımı, yani seni inkar edeceğim. Bir kırık kandilim ki şimdi bir yanım ışık veriyor, bir yanım ateş.

postacıların miri

Seni yedi yıldır göremiyorum. Bu güne kadar rüyalarla, hayallerle ve dualarla dopdoluydun bende. Yedi yıl bitmeyen mektubum oldun. Rüyalarımda ve hayallerimde hep bir yanlışı tashih eden bir katır yükü mektup gönderdim sana. Sana hiçbir zaman ulaşmayan mektuplarımı her gün yeniden tashih ettim. Onları gönül limanımdan umutla postaladım. Seni ve senden bir haberi bekledim durdum. Sıcakkanlı biri olarak bilinirim ya, yeri gelince üşümesini de bilirdim. Sen gittikten sonra ruhum hep üşüdü. Ellerimi kalbime soktum. Kalbe aniden gelen müjdeler aradım. Çaycı Emin her gün yanıma geldi, mektupları baş göz üstüne koydu, dakikalarca bana bakıp, ağladı, ağladı. Denize atılan ağlar gibiydim. Ne tutacağımı, nelere tutunacağımı, nelere tutulacağımı bilemedim. Ağlar beni tuttu, ağladım ağladım. Çaycı Emin hep beni ağlardan topladı: “Bak azizim. Bu kılıcı babam hediye etti bana. Onu her sabah bileyler, Deccalin tezahürünü beklerdim. Bir zaman sonra anladım ki, kalem daha keskindir kılıçtan. Şimdi bütün zamanımı bu kalemlerden çıkan yazıların taşınmasına verdim.” dedi bir zaman.

Çaycı Emin böyle zikirmisal sesiyle inlediği zaman, ben şiirlerimi kılıçtan geçirdim. Gözlerimden taşan dolu dizgin yaşlarla, tekrar göz yaşlarımı kamçıladım. Göz yaşlarım gözlerinin renginde bir at gibi denize koştu, sulara karıştı. Ben seni göz yaşlarıma kattım. Bir at gibi seni denize sulamaya götürdüm. Kaybettim sesimi ve suretimi denizde. Kaybettim kendimi sende.

Bir gün Çaycı Emin limana gelmedi. “Horhor’a bahar hediyelerini götürecekti” dediler. İçimde gölgelerden koylar oluştu. Koylara üst üste mezarlar açıldı. Soğuk ve ıslak gölgeler ruhuma savruldu. Sanki olacakları hissettim. Zaten çok geçmeden Çaycı Emin’in vefat haberi geldi.

Limanım şimdi bomboş. İçimi yiyip bitirerek beni azaltan mektuplarımı şimdi kendim Çaycı Emin yerine denize veriyorum. Mektuplarımın sana ulaşmasını ne çok isterdim. Ulaşamazdı. Çünkü onların hepsi adressizdiler. Çünkü sen bir kez göçebeydin. O dağ senin, bu deniz benim geziyordun. Bende hiçbir adresin yoktu zaten sesinden ve suretinden başka. Bende ben yoktu, bende senden başka hiçbir şey yoktu.

X

Hiç kimse senin kadar sevilmemiştir. Hiç kimse seni benim kadar sevmemiştir. Hiç kimse seni benim kadar sevemeyecektir de. Artık seni insanın ruhunu tenine sızdıran dağlarda, bozkırlarda aramıyorum. Enlemiyle, boylamıyla, çeşit çeşit söylemiyle bütün gönüllerde arıyorum seni. Acılarımdan, hayallerimden, rüyalarımdan ve ağlamalarımdan doğan Üstadımdın.

Sen beni ikiye yaran kanlı rüyamdın. Hayatım x, bilinmeyen işareti. Yıllarca içime ve dışıma açılan kapıların önünde, iki çizginin birleştiği yerde beni gözledin. Rüya kanamalarında iki çizginin orta yerinde her defasında farkında olmadan sana elimi ve deli yüreğimi verdim. Sana bir şeyh gibi el verdim.

Benim için gerçek üstü ve hayal üssü bir hakikattin. Bazen seni zor hatırladım. Var olan bir yokluktun. Belki de yok olan bir varlık. Zaafımdın. En güçlü ve en zayıf yanımdın. Bitmeyen mektubum bu defa sana ulaşabilecek mi, bilmiyorum. Bu mektubu sana mı, yoksa yine sonsuzluğa mı yazıyorum? Sana ve sonsuzluğa. Yani boşluğa. Bilir misin toy umutlar, ham hayaller, omuzlardaki silah misali ruhun askısında dolaşır. Ben boşlukların, loşlukların ülkesiydim. Kalbimin boşluklarında benimle tanıştın. Yani hayaletlerle. Ben de senin için irreelim: Hayalet yada hakikat.

sinemacıların piri

Gündüzün gecesinde, baharın kışında, kaygan ve kaydıran yalnızlığın ıssızlığıyla misafir oldun bedenime. Kalkıp yürümek istedim. Şair hislerimden ve mahir rüyalarımdan başka kimsem olmadı yanımda. Kılavuzum da, dert kardeşimde onlar oldu. Sıkıldım ikisinden de bazen. Her şeyi öncesinden tahmin etmek hoş olmuyordu. Sürprizlere ardına kadar kapalıydım. Sinema kötü bitince, “Ben bu filmi daha önce görmüştüm”, demek kahrediyordu beni.

Ey sinemacıların piri! Ne çok gözün vardı kalbime tutulan. Sen aşka gelen göz kapaklarımın açılış töreninde söyle konuşmuştun bir zaman: Ey beni delicesine sevdiğine söyleyen insan! Bu gün buradan, bu gözlerden ruhlara akacak ilk damla, derya olup coşacak, doğudan batıya, kuzeyden güneye doğru çoğalarak dağılacaktır. Bu gözler aşka binlerce pencere olacaktır. Bu pencerelerden nereye baksan beni göreceksin.

aşkertesi

Sana hep benden bahsettim. Sen n’apıyorsun? Ara sıra da olsa aklına geliyor muyum hiç? Bak bu gün sensiz geçen yedinci Kurban Bayramı. Ben her bayram kurban veriyorum kendimi sana. Senin bundan haberin var mı? Kimim ben senin için?

Ah ben sana bir durak olaydım. Bir menzil. Ben menziller kurdum ruhumun en işlek yerlerine. Seni bekledim. Gümüş güneş geldi menzilime. Sen gelmedin. Kurbanlar, kurbanlıklar, İsmailler, İbrahimler, Saralar geldi de sen gelmedin.

Bana bazen içten içe gülüyorsundur değil mi? “Ne çok iniş çıkışı var bu çocuğun? Ne çok dalgalı, ne zaman durulacak bu çocuk?” diyorsundur değil mi? Haklısın. Seninle tanıştığım gün yani yedi yıl önce dengimi ve dengemi yitirdim ben. O gün bu gündür denksiz ve dengesiz bir adam gibi yaşadım buralarda. Kah dağlar gibi toplandım, kah denizler gibi dağıldım. Kah çığ gibi çoğaldım, kah bir çiğ gibi azaldım. Kah bir yağmur gibi dindim, kah bir kar gibi eridim. Kah ağaçlar gibi kendi kendime olduğum yerde yapayalnız büyüdüm, kah kuşlar gibi bir o ağaç, bir bu ağaç göç ettim. Nerede, hangi zamanda yaşadığımı bilemedim. Dilim nedir, dünüm nasıldır, yarınım nasıl olacak bilemedim. Ne, ne yaptığımı, ne de ne yazdığımı da bildim. Sadece yazdım, çizdim, postaladım. Her mektup bir vicdan rahatlaması oldu sadece. Sadece bunu bildim.

Dün İstiklal’e indim. ‘Ayna’ filmini seyrettim. İçimdeki kameraları dışımdaki aynalara tuttum. Müphem bir sevgili oldun. İçimde ay gibi doğup, güneş gibi batan müphem bir sevgili. Uyandığımda bitiveren bir rüya gibi müphem...

maranka

Maranka!

Vakit geldi mi?

Geldi. Güneş doğmak üzere, acele et!

Ben ne çok rüyalar görüyorum böyle. Rüyamda sana hep ağrılarımı yamalayan mektuplar yazıyorum. Ay gibisin, doğup, batıyorsun. Rüya gibisin, uyanınca ışık misali sönüyorsun. Mektup gibisin, yaz yaz bitmiyorsun. Ah sen ne çok rüyalar, ne çok mektuplarsın.

Geç kaldım, kerahet vaktinde gelebildim. Sen serin bir sabahta geleceksin bana. Şimdi yazdığım mektup senin bedeninde gerçek olarak yansıyacak. Ben bu rüyalarıma ve mektuplarıma karşılık senden bir şey istiyorum. Bir an önce bana tekrar göç et. Eğer senden önce ölürsem en azından cenazeme gel. Cenazeme gelemesen de, mezarıma uğra. Emirdağ’lı Ceylan, Ermenekli Zübeyir, İslamköylü Hafız Ali sana mezarımı gösterirler. Zaten kabristanda Çaycı Emin ile seni bekliyor olacağım. Mezarımdan “Ezeli ve ebedi aşkım!” sesini duyacaksın, şaşırma.

Elveda...

  06.06.2006

© 2021 karakalem.net, Mustafa Oral




© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut