Arşiv

Ölümle irtibat

Ölümün günün birinde gelip çatacağını hiç hesaplamadan yaşadığımı hissettiğim zaman, çok büyük telaşa düştüm.. Kendi ölümümün benim için ne anlama geldiğini, yakınlarım ve benim için neleri değiştireceğini, ruhumu hangi âlemlere götüreceğini tasavvur etmeye başladım. Ölümün mahiyetini düşünmek âdemoğlunun gafletinin yırtılmasına da sebep oluyordu.. Bu bakımdan da hoş bir tenebbühe kapı açılabilirdi.


ÖLÜMÜN GÜNÜN birinde gelip çatacağını hiç hesaplamadan yaşadığımı hissettiğim zaman, çok büyük telaşa düştüm.. Kendi ölümümün benim için ne anlama geldiğini, yakınlarım ve benim için neleri değiştireceğini, ruhumu hangi âlemlere götüreceğini tasavvur etmeye başladım. Ölümün mahiyetini düşünmek âdemoğlunun gafletinin yırtılmasına da sebep oluyordu.. Bu bakımdan da hoş bir tenebbühe kapı açılabilirdi.

Bir süre, ölümün beni yüz yüze bırakacağı hakikatleri tahayyülümden çıkarmayarak hayatıma devam ettim. Yoğunlaşma kapasitemi elimden geldiğince bu meseleye sarf ettim. Eh, kendimce rabıta-ı mevt yapıyordum, fena sayılmazdı. Gün içinde ölümü hatırladığım anlar eskiye göre çok da artmamıştı ama, biraz da olsa rabıta-ı mevte muvaffak olduğumu düşünüyordum.. Ancak işin pek de o kadar kolay olmadığı, sağlamasını yapınca anlaşıldı.

İhlas risalesinde ‘rabıta-ı mevt’in, riyadan nefret verdiği ve ihlası kazanmaya sebep olduğu yazıyordu. Hatta ben de biraz bu nedenle rabıta-ı mevt’e kafayı takmıştım. Ancak ‘ihlası kazanmak’ ve ‘riyadan nefret etmek’ gibi sonuçların kokusunu bile duymadığımı farkettiğimde, bir yerlerde hata yaptığımı düşündüm.

Gerçi insan “İhlası kazandım” diye bir sonuca da ulaşamazdı, hatta böyle bir sonuç ihlassızlığın ta kendisiydi.. Ama rabıta-ı mevtin bir neticesi olarak en azından, farklı bir teyakkuz veya yoklama hali hissetmeyi beklemem hata mıydı? Hem riyadan kurtulmak da elbette şıp diye olmazdı, ben de bu emelde değildim zaten.. Ama neden, riyadan nefret ettiren o zarar-ı azimi rabıta-ı mevt sayesinde hissetmiyordum?

Acaba nerede yanlış yaptım diye sorarak alemimi yoklamaya başladım. İlk olarak, ölümü hatırlamaya çalışırken hep eski malumatımı tekrar ederek tefekkür etmeye çalışmam bir hata olabilir diye aklıma geldi. Mutlaka keşfettiğim taze bir yöntem veya kavram olması gerekmiyordu ama eskiden bildiğim şeyleri tasdik ve tekrar etmekle vakit geçirmek de hiçbir açılıma neden olmuyordu, hatta durumu oldukça monotonlaştırıyordu. (Bu düşünceleri Ölümün Arayüzü 1-2 yazılarında anlatmaya çalıştım) Elbette o düşünceler de faydasız değildi ama, yeni bir hakikatin açılmayışı hayatın içinde beni zorluyordu.

Hata taharrisine giriştiğim zaman dikkatimi çeken başka bir şey, yaşadığım kopukluktu. Yoğun düşüncelerden çıkıp gerçek hayata, gündelik işlere döndüğümde az önce kurduğum irtibat kopmuş gibi oluyordu. “Ölüm var, ölüm tüm lezzetlerin bitmesi demek, dikkat et” diye diye kendimi bir yığın düşünceyle donattıktan sonra, hayatın içine daldığımda bir sürelik zorlama hariç yine nisyanalud bir ihmal alıp başını gitmişti. Ölümle ilgili soğuk ve kuru bir telkinat yumağını hatmetmiştim gün be gün..

Kendime içten içe telkin ettiğim şeyler yalan değildi, hatta en doğru hakikatlerdi ama, benim o gün yaşadığım hayata çok uzaktı. Evet “bir gün” ölecektim ama “bugün” pazardan tarla domatesi alacaktım, markete de uğramalıydım, şu kitabı bitirmeliydim, balıklara yem vermeyi unutmamalıydım, şuranın tozunu alacaktım.

Ne zaman geleceği belli olmayan bir ölümü bugünkü işlerimle uğraşırken unutmamaya çalışmak ne kadar da sun’i ve yıpratıcıydı. Üstelik de her bir fiilimdeki niyetimi, rabıta-ı mevt ile rıza-yı İlahiye tevcih etmeye çalışmak çelişki değil de neydi..? Benim geçtiğim sokaklar, aksinde kendimi gördüğüm vitrinler, konuştuğum insanlar, kokladığım çiçekler, yıkadığım bulaşıklar, yaptığım yemekler ölümle hiç alakası olmayan şeylerdi. Hayatımın sonunda ölüm vardı ama hayatımın içinde, bugün yapmam gereken herhangi bir şeyler vardı. Hayatımın sonunda ölüm vardı ama, bugünüme çok çok uzaktı..

Çok acı bir kopukluk vardı. Düşüncelerimden çıkıp hareketli hayata dönmek, elektriklerin kesilmesinden beterdi. Acaba neden böyle oluyordu? Ölüm benim yaşadığım dünyayla çok mu alakasızdı? Neden bağlantı kopuyordu? Dünyaya geri döndüğümde neden her şey bitiyordu…..?

Uzun bir bocalama döneminden sonra, metne ilk adımda muhatap olan aklıma ve kopukluğu en az aklım kadar hisseden ruhuma hata tesbit raporu vermek üzere araştırmaya giriştim. Risale-i Nur’ da rabıta-ı mevtin konu edildiği birkaç bölüme kaç kere bakmış olduğum halde bir daha dikkatlice baktım.

İhlas risalesindeki bölümde “Belki, âkıbeti düşünmek suretinde müstakbeli zaman-ı hazıra getirmek değil, belki hakikat noktasında zaman-ı hazırdan istikbale fikren gitmek, nazaran bakmaktır” cümlesinden başladım. Ehl-i tarikat gibi gözünü kapayıp kabre girdiğini düşünerek geleceği bugüne kopyalamanın ne kadar zor olduğunu, ancak bugünden geleceğe nazaran bakmanın ne kadar makul olduğunu, herkes gibi kabullenmişimdir. Ancak uygulamaya geçtiğimde ikisi arasında (özellikle bu defa) pek de ince bir fark göremediğimi gözlemek beni üzmüştü. Gözümü kapayıp kabre konulduğumu tahayyül etmiyordum ama, öyle geleceğe nazaran bakmak da çok derin düşündüğüm sükunetli anlarda ancak biraz yakalayabildiğim bir şeydi. Halbuki bu rabıta-ı mevt denen şey, sadece öyle sükunetli zamanlarda değil hayatın taa içinde yakalamam gereken bir şey değil miydi? Öyle ya rabıta-ı mevtin imha ettiği riya hayatın içindeydi, gurur da, ve keza diğer kötü hasletler de. Sakin kafayla derinlere dalıp ancak biraz hissedebildiğim bir hakikat, hayatın tam göbeğindeki böyle manevi yaralara nasıl merhem olabilirdi….? Olabilir miydi?

Bu çelişki, hatalarımdan birinin geleceğe ‘nazaran bakma’ yöntemiyle ilgili olabileceğini ihtar etti. Bu hata ihtimalini zihnimin bir kenarına not ettikten sonra “daha bir parça öbür tarafa gitse asrının ölümünü, daha bir parça gitse dünyanın ölümünü müşahede eder” cümlesine yöneldim. Bu cümleyi anladığımı sanmıyordum, hiç sanmıyordum. Bazen, bu cümlede anlatılanı hissedebilmek için dünyayı ve zamanı ihata edebilecek külli bir nazar lazım herhalde derdim.. Dünyanın ve asrın ölümünün ne anlama geldiğiyle alâkalı uzun uzadıya laf edebilirdim belki ama, mesele müşahede etmek olunca bu cümleyi anlamıyordum. Hem ‘bir parça öbür tarafa gitmek’ ne menem birşey, onu araştırmalıydı.

Sonra Sünnet-i Seniyye risalesini açtım. “Ben bir cenazeyim, üç mühim büyük cenazenin başında duruyorum” dedikten sonra; üç mühim cenazeyi sıralıyor. Önce “Benim hayatımla alakadar zihayat mahlukatın cenazelerinin başında mezar taşıyım” diyor. Sanki kendi ölümünü görmüş geçmiş, bir de kendisiyle alakadar her bir mahluku ölmüş gibi görüyor. Kendini onların heyet-i mecmuasının mezarının başında bir mezar taşı olarak görüyor. “Allah Allah” dedim, insan kendisiyle alakadar herşeyin ölümünü, onların başında kendisini bir mezar taşı gibi hissedecek kadar ‘kesin’ nasıl görür? Dokunduğum, gördüğüm, izlediğim, hissettiğim, kokladığım, sevdiğim, sevgiyle baktığım, nefret ettiğim, nefretle baktığım benimle alakadar herkesin ve her şeyin toptan öldüğünü görmek ne acip birşeydi? Nasıl olurdu?

Hele bir de küre-i arzı bir mezaristan olarak görüp, bütün insanların hayatıyla alakadar umum zihayatın heyet-i mecmuasının mezarının başında bu asrı bir mezar taşı olarak görmek daireyi çok daha genişletmişti. Hayatında hiç görmediği bilmem hangi kıtanın bilmem neresinde yaşayan hayvan dahi bu dairenin içindeydi. Üstelik kendisi de o kadar küçülmüştü ki, o asır olan mezar taşında çabuk silinecek küçük bir nokta veya çabuk ölecek bir karıncaydı. “Fesübhanallah” dedim gerçekten. Bu satırları önceden de okumuştum ama böyle görür gibi hissetmek manasında okuyunca hayrete düştüm.

İnsan nasıl şu koca asrın içindeki yüzlerce binlerce çeşit, milyarlarca, trilyarlarca sayıda, hatta sayılamayacak kadar kesretli mahlukatı, zihayatı, insanı ölmüş görüp, heyet-i mecmuasının cesedini bir cenaze olarak tahayyül edebilir? Bu imkansız.. Hem de onların ölüm zamanlarına daha epey vakit varken, hepsi de farklı farklı zamanlarda ölecekken nasıl böyle hepsinin cenazesi bir tek cenaze gibi görülebilir? O kadar tıklım tıklım bir manaydı ki, kesret denilen şey tam da buydu herhalde. Her şeyin ölümü nasıl böyle bir ölüm gibi algılanırdı ki?

Bu algı çok zor bir algıydı, ama şaşkınlık halinden biraz kurtulduktan sonra Risale-i nur’un muhtelif yerlerinde, kesrette boğulan akla nasıl vahdet ile izah verildiğini hatırladım. Acaba dedim, Risale-i Nur’da her şeyin ölümünü tek bir ölüm gibi algılamaya yarayacak bir izah var mı ki? Aklıma 22. sözün lemalarından birinde geçen ‘ihya’ fiili geldi.

İhya yüzündeki turraya dikkat edince hiçbir zihayatın kendi kendini ihya etmediği ortaya çıkıyordu. Bir ihya fiili lazım geliyordu ama mesele “evet mutlaka bir ihya fiili olmalı” sonucuna ulaşmak değildi. Muhim olan bu fiilin nasıl bir fiil olduğuydu. Güneşin akisleri tek bir güneşe verilmezse milyonlarca güneşi kabul etmek lazım geleceği gibi, bütün ihyalar o ‘küllî ihya’dan değilse o külli ihyayı inkar etmek gerekiyordu.. Ve bütün ihyalar o “tek ihya” fiilinden ise, çok küçük önemsiz gibi görünen kimsenin bilmediği bir hayat dahi o ihya fiilinden olmalıydı, böyle olmazsa fiil olmazdı. Böyle olmazsa o fiilin varlığı kalmıyordu.

Hayat kesinlikle tek elden çıkmalıydı, Hz. Nuh zamanındaki insan, hayvan ve bitkileri hayatlandıran ihya, 2005 yılında doğan bir bebeğe veya kırksekiz saat yaşayacak bir böceğe hayat veren ihya aynı ihya idi, aynı fiil idi.. Hz. Adem’e hayat veren aynı fiil, kıyameti görecek insanlara hayat veren fiille aynıydı.

Bütün zihayatı hayatlandıran ihya fiili aynı fiil ise, kime ne zaman hayat verilmiş olursa olsun; ister ilk insanlar döneminde, ister milattan önce, ister ashab-ı Kehf döneminde, ister asr-ı saadette, ister 2000’li yılların ta ilerisinde yaşamış olsun; insan olsun kurtçuk olsun vahşi bir aslan olsun, bütün hayatlar o ihyadan hayat alarak devam ediyordu. Böyle düşününce, o kadar birbirinden farklı, ayrı ayrı zamanlarda ve birbirinden çok uzak milyonlarca zihayata verilen sayılamayacak kadar kesretli ayrı ayrı hayatların hepsi birtek ihyadan çıktığından, öyle kesretli hayatlar bir tek ihyanın perdesi altında bir tek hakikat olarak algılanabilir miydi acaba…….?

Risale-i Nur’un anlattığı iman ilmiyle, nasıl bir güvercinin, başında duran yemci kadınlar tarafından beslenmesi veya bir adamın az önce büfeden aldığı sandivici yemesi, bir çocuğun ağzına annesi tarafından biberonla su verilmesi aynı iaşe ile oluyordu. Hepsini besleyen fiil aynı fiildi. Adam büfeden almış bir şeyler yiyor işte, annesi çocuğu besliyor işte, kadınlar güvercine yem atıyor işte diye düşünmek o cüz’i iaşeyi esbaba ve tesadüfe havale etmek oluyordu. Eğer tevhid nazarıyla bakmazsak ilahi cemal gizleniyordu, bir ışık, bir meyve gibi küçücük bir ihsan esbaba ve tesadüfe atılınca, bütün rızıklar bütün nimetler bütün ışıklar birbirinden bağımsız, öylesine tesadüfen nimetler öylesine kıymetsiz rızıklar haline geliyordu. Ama tevhid ve vahdet nazarıyla bakınca, güvercine baktığımızda da, çocuğa baktığımızda da, bebeğe baktığımızda da aynı fiilden aynı isimden haber alıyorduk, görüntü ve şekiller farklı oluyordu ama aynı fiili gösteriyordu. Kesretli eserlerin her biri, aynı o fiili gösterdiğinden, “o vahdetle” o eserlere bakılınca görülen hissedilen mana da parça parça olmuyordu. Hep aynı tek hakikat oluyordu..

Aynı tevhid nazarıyla bakınca, bütün ihyalar aynı tek fiilin eseri olduklarından kainatı ihata etmiş bir tek ihya gibi, şifalar aynı fiilin eseri olduklarından zemini kaplamış bir tek şifa gibi, bütün rızıklar aynı iaşenin eseri olduğundan umum mevcudatı sarmış bir tek iaşe gibi ve bütün ölümler de aynı imatenin eseri olduklarından, bütün hayatlara ve hayatlılara dokunan ölüm bir tek külli ölüm gibi imana görünebilirdi. Bütün mevcudat da tek bir ölü gibi algılanabilirdi.

Mutfak tezgahının üstünde hemen hemen her gün gördüğüm bir karıncanın cesedi, dün cami avlusundan geçerken gördüğüm tabutun içindeki ölü, 632 yılında vefat eden Hz. Resulullah’ın (asm) mübarek cesedi, Bizans İmparatorluğu döneminde ölen bir kedinin cesedi, şu an içinde bulunduğum binanın atomlarının kıyamet gününde esbab-müsebbeb alakası kaldırıldığında atom mahiyetleri bozulmuş mahvolmuş halleri, Hz. Salih (as) ın kesilen devesi, yaz boyunca açmasını beklediğim çiçeğin sonbaharda açtıktan sonraki cesedi, hülasa kainatta ölmeye fıtri meyli olan ve ölümü kati olan ne varsa hepsi tevhid nazarıyla tek bir ölü gibiydi.. Aynı fiilin eseri olan bütün eserler aynı tek fiilden haber verdiklerinden, aynı hakikati gösterdiğinden tek bir eser gibiydi….

Ancak bu şekilde düşününce bütün ölümleri nazarımda tek bir ölüm gibi tahayyül edebildim. Gerçi her gün gözümüzün önünde açık seçik bir ölüm vuku bulmuyor, her gün ölümü hatırlatacak bir ölüm veya bir cesed görmüyoruz ama nazarımızı kesretli eserlerden vahid fiile teveccüh ettirebilirsek, gözümüzün önünde eseri olmadan da, o fiilin varlığına yakin hasıl etmek mümkün olabilir. Kainatın mevcudatını kesret nazarıyla sayısız eserler topluluğu veya toplamı değil de, vahdet nazarıyla ihya gibi iaşe gibi imate gibi vahid fiillerin meşheri olarak görebilirsek; “eserden fiile” değil de “fiilden esere” bakabilirsek; ölüm gelmeden de hadsiz mevcudatın ölümünü gelmiş gibi, vuku bulmuş gibi, kesretli mevcudatın hepsini tek bir cenazeymiş gibi seyredebiliriz. Ve bu bakış geleceği bugüne kopyalamak değil, fiilin mevcudiyetiyle eseri anlamlandırmak, esere nazaran bakabilmek anlamında olduğundan İhlas Risalesindeki rabıta-ı mevt metoduna da muvafık olmuş oluyor. *

Üstad’ın bu risaleyi anlayarak okuyan imanını kurtarır inşallah dediği risalede, şaşmaz bir yöntem olarak sunulan tevhid nazarı, fiile intikal formülüyle her nefsin ölümünün muhakkakul vuku olduğunu böyle kat’i bir surette gösterdiğinden, sünnet-i seniyye risalesinde olduğu gibi bu asrın ölümünü ve dünyanın ölümünü belki kainatın ölümünü aynı fiilin eseri olan tek bir ölüm gibi müşahede edebiliriz. Her gün muhatab olduğumuz mevcudatın ölümlerini de zorlayarak değil, külli ve fıtrî bir nazar sayesinde hatırlayabiliriz.

Çünkü etrafımızdaki herhangi bir şeye, herhangi bir nesne, herhangi bir varlık, herhangi biri olarak değil; vahid fiillerin iş görmesiyle zahir olmuş mevcudat diye bakmış oluyoruz. Ona bakarken, baskın olan anlam o mevcudun önemsiz dünyevi ayrıntıları değil; bağlı olduğu fiille olan alakası ve ondan geldiği oluyor. O zaman henüz onun üzerinde adı “ölüm” olan eser görülmüyorsa bile, külli imate fiiline yakinimiz varsa; o fiilin ona dokunacağını, onda iş göreceğini, onu öldüreceğini bugün gibi görmek mümkün olabilir. Ve en önemlisi bu bakış eserden fiile değil de fiilden esere olduğundan, ayrı ayrı mevcudata ayrı ayrı bakıp hep aynı sonucu bulmaya uğraşmak yerine, vahdet tarafından kesret tarafına baktığımız için her şeyde aynı sonucu görüvermek şeklinde bir kazancımız olabiliyor.

Ve nazar böyle olunca da, benim geçtiğim sokaklar, benim kokladığım çiçekler, benim yem verdiğim balıklar ölümle hiç alakası olmayan şeyler olmaktan çıkıyor, bir gün öleceğim ama bugün çok işim var ve işlerimin ölümle alakası yok diyemiyorsunuz. Çünkü en çelimsiz bir canlı, en ufak bir olay ve olayın içindeki varlıklar dahi tevhid nazarı formülü ile karşımıza kendisi olarak çıkmıyor. Kendini ve bütün mahlukatı öldürecek olan külli ve umumi fiiller sahibinin eseri olarak size görünüyor ve “o fiille bana bak” diyor. Ne olduğu önemli değil, böyle hadsiz efal’in sergisi olan şu kainattaki vahdet ve ehadiyet ipleriyle sarmal olmuş herhangi bir fert, herhangi bir şey size vahdet diliyle kainatın kıyamet hengamındaki ölümünü ihtar edebiliyor.

Riyadan ve diğer kötü hasletlerden rabıta-ı mevt vesilesiyle kurtulma meselesine gelince.. Rabıta-ı mevt üzerinde yoğunlaştığım zaman, içinden çıkamadığım problem: gün içinde, çarşıda pazarda, hanım arkadaşlarla birlikteyken, akrabalar arasındayken; yani hayatın muhtelif işlerine dalmışken hayatın sürekliliğine göre istisnai bir durum olan ölümü nasıl hatıra getireceğim idi. Kendi ölümümü ve her şeyin ölümünü nasıl aklıma getirecektim ki, beni riyaya yani olmadığım gibi görünmeye sevk eden etkilerden soğuyacaktım? Bu etkiler de, ya—aslında ahiret hayrı getirebilecek olduğu halde dünya cihetiyle yaklaşan—dünyevî bir meta’ ın sebep olduğu bir iştah, ya bazı insanların tahkiksiz ama insan nefsine hoş gelen muameleleri gibi şeyler idi.

Herkes için geçerli midir bilemiyorum ama kainata fiiller gözüyle bakarak tanımladığım vahdet formülünü, eseri fiillerle tarif eden tevhid nazarını kullanmak; nereye gidersem gideyim, kimin karşısına çıkarsam çıkayım, hangi dünyevî meta ile burun buruna gelirsem geleyim hepsinin, küllisinin tek bir ölüm damgasıyla damgalandığını, onları elde etmek için olmadığım gibi göründüğüm şeylerin, öyle külli bir fiilin eseri olan ölümden kurtulamayacağını ve bırakın her birini, topunun hiçbir şeye değmediklerini anlamaya beni sevk etti. Geçtiğimiz sokaklar, yüzlerine baktığımız insanlar, ışıltılı binalar, uğraştığımız işler, kalbimizi bağladığımız ev eşyaları, yıkadığımız bulaşıklar, insanın yüreğini hoplatan elbiseler, suladığımız çiçekler, başını okşadığımız kedicikler, baktığımız aynalar… ne varsa kainatta hepsi ortak bir ölümün, kıyamet hengamında bütün mevcudatın bu dünyaya ait mahiyetini öldürecek bir fiilin canlı cenazeleri olduğuna göre, onlar için riyaya, gurura girmeye değer mi? diye anlamak ne kadar gerçek, ne kadar hakikat, ne kadar şeffaf, ne kadar fıtrî imiş dedim, ruhumda hissettim.




* Rabıta-ı mevtin hakikati , benim anlayışıma, benim meşrebime, benim risale-i nur anlayışıma göre böyle belirdi. Yoksa hakikati budur demek değil.

  06.03.2006

© 2021 karakalem.net, Büşra Karaca



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut