Arşiv

Primum non noc

“KENDİMİZİ KÜÇÜK PEMBE HAPLARA teslim etmedik” diyordu öğretmen Vâhide Bilgi, depremi izleyen aylarda Radikal 2’de yayınlanan iç burkucu ve içten yazısında. Öylesine dolaysız, öylesine sahiciydi ki anlattıkları, sarsılmamak imkânsızdı. Onlara ‘depreme özel reçete’ öneren doktora kızıyor ve yaşadıklarının psikotrop ajanlarla ‘iyileştirilemeyeceği’ni haykırıyordu. Onun yazısı, deprem sonrasında iyiden iyiye kendisini hissettiren bir sorunu, herşeyi bilen ve her derde deva uzmanların iktidarını sorgulamak için bir kalkış noktası oluşturabilir.

Deprem, her büyük toplumsal olay gibi, sonrasında kendi ticaretini de üretti. Depremi izleyen günlerde TV kanalları bir uzman avına koyuldular. Bitpazarına nur yağdı ve jeofizik bilimi TV ekranlarından ‘halka indi.’ İnsanların ruhsal yapılarındaki hareketlilik ise psikiyatri ve psikoloji uzmanlarına tevdi edildi, sabah temel başvuru kitaplarından Travma-Sonrası Stres Bozukluğu bahsini okuyan uzmanlarımız akşam TV kanallarında ahkâm kestiler. Âfet sonrasında bölgede hiç yaşamamış, insanlarla hemhal olmamış kişiler büyük bir cür’etkârlıkla, o temel başvuru kitaplarındaki bilgileri kendi toplumumuza uyarlama çabasını akıllarına getirmeksizin, konuştular. Oysa hissedilmemiş her sözcük, bu büyük travmayı yaşayan insanlarımızın acılarını ‘şeyleştiren’ her yaklaşım, incitici olabilirdi.

İnsan ızdırabını görmezden gelme, günümüz psikiyatrisi içinde biyolojik modelleri fazlasıyla öne çıkaran ve psikiyatriyi âdeta ilaç endüstrisinin yedeğine alan bir bakış açısının yol açtığı bir yanılsama. İnsanın ruhsal durumlarını bozulmuş psikofizyolojiye indirgemek, anlam üreten bir varlık olarak insanın içinde yer aldığı toplumsal ve kültürel bağlamı gözden kaçırmak demektir. Geleneksel toplumlarda paylaşılan moral ve dinî bakış açıları, yaşam krizlerine dönük kaygıları hafifletmede sosyal kurumları devreye sokuyordu. Eski anlamlar atalarımıza nasıl acı çekecekleri yönünde yol gösteriyordu. Oysa şimdi talihsizliği nasıl yorumlayacağımız konusunda kendisinden akıl alacağımız bir otorite mercii yoktur. Çağdaş dünya böylesi durumları medikalize etmekte ve çare olarak tıp mesleğinin ya da bilimin otoritesine yönelmektedir.

Bazen medikalizasyon ruhsal ızdırabın görünür nedenini hasıraltı etmekte kullanılabilir. Sözgelimi, politik vahşet ya da istikrarsızlıktan kaynaklanan ızdırabı Majör Depresif Bozukluk, Travma-Sonrası Zorlanma Bozukluğu vb. kategorilere dönüştüren psikiyatrist, ahlâkî ve sosyal açıklamayı geçersizleştirmiş olur. Travma-Sonrası Zorlanma Bozukluğu kategorisinin savaş ve gaddarlığın süregittiği Üçüncü Dünya ülkelerinde ne kadar anlamlı bir çerçeve sunduğu tartışılmaktadır. Bu kategori, yalnızca birey ve onun bulguları üzerinde odaklanmak sûretiyle, travmanın etkilerini bütünüyle bireysel ve tıbbî ifadeler içinde kavramlaştırmaktadır. Bağlam sorunları ikinci plana düşmekte ve artık şeyleştirilmiş olan psikolojik/biyolojik sürecin sadece gidişini etkileyen bir etmen olarak anılmaktadır.

Psikiyatri ruhsal dertlerin tümüne bir panzehir sunmaz. Tıbbın diğer dalları gibi, başarısının bir sınırı vardır. Ancak, günümüzün şartlarında pek çok insana yararlı olan bir klinik uygulamayı ve zengin bir kuramsal çeşitliliği içinde barındırır. Psikiyatri tıbbın sosyal bilimlere belki de en açık dalıdır ve insana yönelik bütüncül bir bakış açısı, fizyolojiden edebiyata dek çok farklı alanlardan beslenmek zorundadır. Nörofizyoloji bilimindeki ilerlemeler bugün bizi felsefeyle ilginç buluşma noktalarına getirmekte, beynin işleyişiyle düşünce sistemleri arasında ilginç paralellikler kurulabilmektedir.

Psikiyatriyi sadece ruhsal sıkıntıları olan insanlara ‘yatıştırıcı’ ilaç yazma uygulaması olarak görmek, bu alanın taşıdığı potansiyel zenginliği gözden kaçırmak olacaktır. Hayatın kendisinden kaynaklanan dertleri ilaçlarla tedavi edemeyiz. Yoksulluğun, açlığın, evsizliğin, eşitsizliğin, politik ayrımcılığın verdiği hüznü ilaçlarla iyileştiremeyiz.

Ancak bir de ayın öteki yüzü var: deprem sonrasında psikiyatri birimlerine yoğun bir endişe ve ruhsal çöküntü ile başvuran insanlar... Sıkıntılarla baş etmeye mecali kalmamış, toplumsal destek sistemleri zayıf, ekonomik açıdan kendisini çaresiz hisseden insanlar arasından depresyon hastalarının çıkabileceğini de yadsıyamayız. Eğer kullandığımız ilaçlar klinik anlamda depresyonu olan insanların acılarını bir nebze olsun hafifletebilecekse, bundan kaçınmak hekimlik mesleğinin ruhuna aykırı olacaktır. O ‘küçük pembe haplar’ pek çok insanı baş etmeleri güç olan hastalıklardan çekip çıkarmaktadırlar. Deprem sonrasında psikiyatristlerin yapabileceği en iyi şey, onlarla konuşmak isteyen insanları bütün kalbleriyle dinlemek olsa gerektir. Onların depremle ilgili olarak söyleyebilecekleri sözler zaten insanların kendi sağduyularıyla fark edebilecekleri gerçeklerden ibarettir ve bu yüzden teskin ve teselli edici olmaları beklenmeyebilir. İnsanlarımız yaşanan bu süreci anlamlandırma çabası içindedir ve ancak o anlamlandırma iledir ki bu altüst oluş yerini yaşamışlığın sükûnetine bırakabilir. Anlamaya, hissetmeye ve paylaşmaya çalışmak, ruh sağlığı alanında çalışan kişilerin depremzedeler için yapabileceği en değerli şeydir.

Türkiye’nin yüzeysel modernleşmesi, psikiyatri bilimini de bir tür ikon haline getirdi: Yazılı ve görsel basın her sıradışı olayda uzman görüşüne başvurarak psikiyatristlerin insan ruhuna ilişkin pek çok gizemli noktayı bildikleri, insanın iç dünyasını ‘keşfetmiş’ kişiler oldukları yanılsamasını üretti. Hayır: Formel psikiyatri eğitiminden geçmiş olmak, psikiyatri hekimlerine insan iç dünyasının tüm detayları hakkında rahatlıkla konuşma imkânı vermez!

Psikiyatri sağlıklı değil marazî olduğu düşünülen duygu, düşünce ve davranışların incelendiği bir disiplindir. Bu altyapı psikiyatristlere toplumsal çözümlemelere girişme konusunda yeterli bir donanım sağlamamaktadır. Bunun için biraz daha fazla ekmek yemek gerekir.

Biraz daha ileri giderek söyleyeyim: Sosyal bilimler konusunda mürekkep yalamamış ‘uzmanlar,’ pozitivist medikal modelin içinden bakarak ruhsal hastalıklar üzerine konuştuklarında, başvuru kitaplarından edindikleri bilgileri tekrarlar ve kendi toplumlarını ilgilendirecek yeni birşey söyleyemezler. Çoğu zaman da, anlaşılması ancak disiplinler arası bir çalışmayla başarılabilecek bazı toplumsal süreçleri psikopatoloji boyutuna indirger ve yüzeysel açıklamalar getirirler. Birşeye bir ad bulmak yahut onu etiketlemek, onu anlamak ya da anlaşılır kılmak değildir.

Bu konuda bir örnek satanist gençler konusunda yaşandı. O kişileri ‘antisosyal kişilik bozukluğu’ olarak etiketlemek sorunu bütünüyle anlamlandırmamıza yardımcı olmuyor. O kişileri ya da kişilikleri üreten toplumsal zemini, şehir hayatı karşısında toz-duman olmuş aile yaşantısını, insanı böylesi bir gaddarlığa sürükleyen kültürel atmosferi analiz etmeden, “Bunlar antisosyaldir, antisosyaller de böyledir” tarzında bir açıklamaya girişmek psikiyatri biliminin yüzünü hiç ağartmıyor.

Medyada ölçüsüzce söylenen sözlerden kaynaklanan o kadar çok gaf var ki...

“Torunum Kral TV’yi çok seyrediyor doktor bey” diyen izleyiciye, “Aman hanımefendi, bu bir bağımlılık olmuş. İleride torununuzda başka türlü bağımlılıklar, ilaç bağımlılığı vesaire olabilir” diyen bir hocamız bize küçük dilimizi yutturabilir. Bir başka TV şöhreti psikiyatrist, yine ekranda, hiç görmediği bir çocuğa arada bir evinden kaçtığı için ‘epilepsi’ (sara) teşhisi koyabilir. Birisi kerameti kendinden menkul bir tarz ile beyin anatomisini Freud düşüncesiyle bağdaştırarak meslek erbabını hayretlere garkeden rüya analizleri döktürebilir. Daha başkaları alabildiğine sığ bir geyik muhabbetini size bilimsel bir kisveyle sunma cesaretini gösterebilir.

Ne de olsa televole ülkesinde yaşıyoruz. Burada hiçbir aşırılık, hiçbir söz kimseyi şaşırtmaz. Depremin üstünden iki hafta geçmeden türlü televoleler vıcık vıcık halleriyle sökün eder ve acılı insanların gözlerinin içine baka baka tepişirler. Psikiyatri de gösteri kültürünün bir unsuru haline getirilir. Bedenlerin röntgenciliğini hanidir zaten yapmakta olan şanlı medyamız uzmanların yardımıyla ruhların röntgenciliğine soyunur.

Psikiyatri bilimini temsil ettiği iddiasıyla basın-yayın kuruluşlarında görünen insanların yalnızca bildiklerini söylemeleri, bilmedikleri konularda susmaları gerekir. Sözler, insanlara şifa verebileceği gibi, onları incitebilir de.

Tıbbın çok eski bir düsturunu hatırlamak yerindedir: Primum non nocere. Önce zarar verme!

  23.11.2005

© 2021 karakalem.net, Kemal Sayar

  1.  Bu yazının geçtiği eseri incelemek -veya satın almak- istiyorum.



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut