YİRMİBİRİNCİ YÜZYILIN başlangıcında, İslâm, köktendincilik, terörizm, aşırı akımlar ve İslâm’da kadınların konumu konuları, belediye otobüsü şoföründen tutun da uzman bilim insanına kadar birçok insanın zihnini meşgul etmektedir. Popüler zihindeki söylem, İslâm’ın, Arapların ve Müslümanların geri kamışlığı, şiddet yanlılığı ve barbarlığıdır. Kadınların baskı altında tutulduğu peşinen kabul edilir. Bu, Batıdaki, tesettürün Müslüman kadınların baskı altında tutulmalarının çetin bir sembolü olduğu şeklindeki yaygın kalıplaşmış düşünceyi meydan okuyucu kılmaktadır. Özellikle de Müslüman dünyasında yirminci yüzyılın sonunda gerçekleşen belirli bazı olaylar; İran’da 1979’daki Humeyni devriminden sonra İran’da kadınlara çarşaf giyme mecburiyetinin getirilmesi; Taliban’ın 1997’de iktidara geldikten sonra Afganistan’da burkayı zorunlu kılışı; radikal grupların Mısır’da, İsrail’de, Cezayir’de ve benzeri yerlerde İslâm adına giriştikleri şiddet, bu klişeyi daha da meydan okuyucu hale getirmiştir. Bütün bunlar İslâm’ın şiddet yanlısı, müsamahasız ve kadın-karşıtı olduğunu teyid etmez mi? Kitabım, Müslüman dünyadaki bütün sosyo-politik problemleri müzakere etmeye girişen bir çalışma değil. Ne var ki, Müslüman dünyasındaki kargaşa, Batıdaki oryantalist mirastan (İslâm’a dair yaygın ve köklü cehalet ile mezcolmuş mirastan) dolayı işimi zorlaştırıyor. İslâm’a dair oryantalist vizyon, İslâm’ın kesinlikle barbar, şiddet yanlısı, Orta Çağa ait ve geri kalmış olduğu şeklindedir. Peki medya son olarak ne zaman İRA’nın eylemleriyle bütün Katolikleri veya yine İrlanda’daki Kral bağlılarının eylemleryle bütün Protestanları lekelemiştir? Medya bu yüzden bütün Katolikleri ve Protestanları lekelemesin ve lekelememelidir. Mesele, sıra Müslümanlara gelince aynı dikkatin ve titizliğin gösterilmeyişi, ‘İslâm’ ile uygulanışı arasına giren özel, mevziî hal ve şartların varlığının kabul edilmeyişidir.
ABD yönetimlerinin ve diğer Batılı güçlerin genelde bir din olarak İslâm’a karşı alıp veremediği birşey olmadığı halde İslâm’ın şeytanîleştiren genel söylemin Batılının küresel hegemonyasını sürdürme çabasının bir parçası olduğu kanaatindeyim. Batıdaki tesettür söylemi, Batılı millî çıkarlar ile bağlantılıdır. ABD’nin Orta Doğudaki politikası Orta Doğu petrol yataklarına kolay ulaşmasını sürdürme ve İsrail’e kayıtşıt şartsız bir destek sağlama amacına yöneliktir. İslâm Batı-karşıtı olarak tasavvur edildiğinden, şer’î hukuku yürürlüğe koymak isteyen çağdaş İslâmcı hareketler endişeyle karşılanmaktadır. İslâm hukukunu uygulamaya kararlı yönetimlerin Batılı çıkarları engelleyeceği ve İsrail’i tehdit edeceği düşünülüyor. Bundan dolayı, Müslüman dünyadaki Batı yanlısı seküler yönetimler, kendi halklarına baskı yapıyor olsalar dahi destekleniyorlar. Tesettürün İslâmcı hareketlerle irtibatlandırılması, bu bakımdan, Batıdaki tesettür-karşıtı söylem ile Batılı güç politikası arasındaki irtibattan kaynaklanıyor. Batının hegemonyasını sürdürmesinin medyaya ve Batılı bilim çevrelerine sağlayacağı çıkarlar mevcuttur; bu yüzden, bazı Batılı bilim insanları sözkonusu İslâm-karşıtı saldırının entellektüel gerekçelerini temin ederler. Anaakım medya, bu söylemi popüler kültüre taşır.
Gazeteci Hoagland ABD dış politikasına ilişkin olarak, Washington’un medya gündemini nasıl belirlediğini şöyle ortaya koyuyor:
Uluslararası meselelerde gündem belirlemek hemen bütünüyle Washington’un işidir; Washington DC bir şirket şehridir. Bir dış politika meselesine olan ilgiyi sürdürmek, eğer Beyaz Saray ve Dışişleri Bakanlığı, İcra Organı ve hatta Kongre ilgilenmiyorlar veya o meseleyi gereğinden önemsiz göstermeye çalışıyorlar ise... yönetimin herhangi bir biriminin süreci takip etme işlemi olmaksızın, basının bir gündem oluşturmaya veya oluşmuş bir gündemi sürdürmeye çalışma imkânı çok zayıftır. Siz bunu bir günlüğüne veya üç gün için başarabilirsiniz, ancak üçüncü veya dördüncü günün sonunda eğer bir yankı yoksa o meseleyi gündemde tutmak için yapabileceğiniz fazla birşey yoktur.
Buna karşılık, ABD’nin ve Batılıların millî çıkarları, Müslüman ve Arap nüfusun çok büyük çoğunlunuğun kendi çıkarlarına ve ihtiyaçlarına zararlı ve de ikiyüzlü olarak yorumlanan dış politikalar dikte etmiştir: Gizli nükleer silah programlarından dolayı [Irak bombalanır ama] İsrail bombalanmaz; Batı Müslümanların insan haklarının çiğnenmesi hususunda sessiz kalır (İsrail, Tunus ve Türkiye’deki baskı ve işkencelere ses çıkarmaz); demokratik hareketlere karşı yolsuzluğa bulaşmış yönetimleri destekler. Bütün bunlar Müslüman dünyadaki aşırı grupları körüklemektedir. Buna karşılık, Müslüman dünyasında özellikle Batılı turistlere karşı girişilen terörist faaliyetler, Batılılardaki İslâm’ın ve Arapların barbar, Batı-karşıtı ve Batıdan şiddetli bir cezayı hak eden kimseler oldukları kanaatinin sürüp gitmesine sebep olmaktadır. Böylece, Batılılar İslâmî partilerin seçimi kazanarak iktidara gelmelerinden korkar ve bunun gerçekleşmemesi için çalışırlar; Batılıların kendilerine karşı olduğuna inanan Müslümanlar ise daha aşırı hareketlere itilmiş olurlar. Bu kısırdöngü bugüne kadar devam edip gelmiştir.
Bütün bunlardan dolayı, Amerikan ve Batılı çıkarları İslâm’ın halkın zihninde şeytanîleştirilmesi olgusunun serpilip gelişmesine müsaade etmiştir. İslâm’ın kadınları baskı altına aldığına ve bu baskıda tesettürün de bir rol oynadığına dair fikirler bu söylemin bir parçasıdır. Batılı halklar Müslümanları ve Arapları sevmemeye yatkın hale geldiğinde, Amerikan/Batı dış politikasının ihtiyaç duyduğu şeylerin elde edilmesi daha kolaydır, zira bu durumda kamuoyu dış politikayı eleştirmek yerine (meselâ İsrail’in Filistinlilere yaptığı yargısız infazları veya Irak’a karşı uygulanan müeyyidelerden dolayı masum Iraklıların sıkıntı çekmelerini kınamayarak) destekler. İslâm’a dair yegâne haber kaynağı olarak anaakım medyanın ürettiği haberleri tüketen insanlar, tesettüre dair negatif bakış açılarının dışında hiçbir şey bilemez.
İslâm aleyhindeki anaakım Batılı söylem, Müslüman reformcuların Müslüman kadınların statülerini iyileştirme yönündeki gayretlerini de zorlaştırmıştır. Zira bu ıslah çoğu kez sömürgeleştirme ve/veya Batılılaştırma teşebbüsleri ile ilişkilendirilmiştir. Tucker, Arap feminizminin baskıcı olabilen ama ‘sahih’ kabul edilen ‘gelenek’ ile ‘gayrisahih’ ve Batılılaştırma olarak görülen reform arasında sıkıntılı bir yol çizmek zorunda kaldığı görüşünü dile getirir. Gerçekte, ‘geleneği’ ve ‘sahih olan’ı koruma çağrıları, İslâm hukukunun kadınlara tanıdığı ve yanlış uygulamalarıyla ‘geleneğin’ aşındırdığı ilk haklarına uygun, onlara biraz daha fazla hak getirecek olan ıslah çalışmalarına bile engel olmuştur. Yirminci yüzyılın ortalarında ve sonlarında, Hint alt-kıtasından bir âlim olan Mevdûdî, aile planlaması gayretlerini ‘Müslümanların sayılarını azaltmak suretiyle İslâm’ı zayıflatma girişimleri’ diye yermiştir. Oysa aile planlamasına dört mezhebin hepsinde cevaz verilmiştir ve bu ruhsat sömürgecilik öncesi devirde yaygın bir biçimde uygulanmıştır.
Oryantalizmin tesettürün baskıcı olduğu şeklindeki kalıplaşmış iddiasını zayıflatma görevimi güçleştiren diğer bir mirası da, onun kutsal bir nitelik atfettiği Batı-Doğu ayrıştırmasıdır. Bu kalıplaşmış düşünceyi ‘Batılı’ bir klişe olarak yaftalamak, meramımızın ifade edilmesini kolaylaştırsa da, ziyadesiyle basite kaçmak olur; zira dünya üzerinde tesettürü baskıcı olarak gören bir sürü Müslüman bulunmaktadır. Dünyayı ‘Batı’ ve ‘Doğu’ diye ikiye bölmek, ‘Batılı’ üstünlüğünü ve ‘Doğulu’ aşağılığını sağlamaya yaramış oryantalist bir kabuldür. Bu ikilik küresel siyaseti basitleştirir. Çok daha önemlisi, ‘Batı’ ve ‘Doğu’ arasındaki benzerlik alanlarını siler. Orta Doğudaki ve Asya’daki Müslüman devletler son yüz senedir sekülerleştirilmiş/‘modernleştirilmiş’tir. Hatırı sayılır sayıda Batılı artık dinlerini yaşayan Hıristiyanlar ve Yahudiler olmaktan çıktıkları gibi, çok sayıdaki Müslüman da dinlerinin gerektirdiği şekilde yaşamamaktadır. (Gerçekte, Batı-Doğu ayrıştırması, ‘Müslüman’ ülkelerde yaşayan Hıristiyanlar ve Yahudiler ve Batıda yaşayan Müslümanlar gerçeğini de gizlemektedir.) Birçok Müslüman, birçok Batılının İslâm’ın baskıcı, geri, şiddet yanlısı vs. olduğu kanaatini taşıdığı derecede İslâm karşıtıdır. Oryantalizmin Batılı anaakım medya ve bilim dünyasındaki mirası, bu dinamikleri hesaba katmayarak, Batıdaki İslâm’a dair negatif klişeyi güçlendirir. Bu miras, sözkonusu olumsuz klişeyi, komplike olmayan bir Batı-Doğu bölünmesi basit denklemler kurulmasını mümkün kıldığından dolayı güçlendirir: Batı eşittir ilerleme, Doğu eşittir azgelişmişlik; Batılı kadınlar özgürdür, Doğulu kadınlar boyunduruk altındadır; vesaire... Ne var ki, yine şu günlerde, hemen her yerde dünyanın ‘küresel bir köy’ olduğu söylenmektedir. Küreselleşmeyi kabullenerek dünyanın daha sofistike bir gözlemcisi haline gelmek mümkündür. “Tesettür baskıcıdır” şeklindeki genel kabul, bazı Müslümanların tesettürü isteyerek, diğerlerinin ise isteksizce benimsedikleri küresel bir köydeki dinamikler ve akımlar dikkatlice kavrandıktan sonra, savunulamaz.