Arşiv

Anlam boşluğu

ANLAM ÇOK ÖNEMLİ BİR KAVRAM, çok önemli bir sorun. Biz psikiyatrlar bu konuyla çok yakından ilgili olması gereken insanlarız. Çünkü, anlam boşluğu ile ilgili sorunlar doğrudan bizim ofislerimize yansıyor.

Meselâ, bir genç kız düşünün. Hayatını anlamlandıramadığı için, hayatına bir yön ve bir gaye tayin edemediği için sürekli bileklerini kesiyor, bileklerine jilet atıyor. Bir genç insan düşünün. Yine, hayatına bir yön, bir anlam duygusu katamadığı için bu anlamı çeşitli ilaçlarda arıyor, çeşitli maddelerde arıyor ve beynini âdeta uyuşturarak hayatına bir yön, bir anlam duygusu katmaya çalışıyor.

Türkiye’de özellikle 2000’li yılların gençliğine baktığım zaman—ki şu anda gençlerle çok yakından ilgili bir kliniğin direktörlüğünü yürütüyorum—çok ciddi bir anlam boşluğundan muzdarip olduklarını görüyorum. Bu insanlar bir dönem ağabeylerinin ve ablalarının uğruna yola düştükleri ülkülerden, ideallerden çok uzak görünüyorlar. Buna kimileri ‘apolitikleşme’ diyor, fakat bence bütün dünyada insanlık, hayatın giderek maddîleştiği bir dönemden geçiyor. İnsanlığın ortak değerleri, ortak idealleri gün be gün kaybediliyor ve hayat maddîleşiyor.

Marx’ın bir aforizması vardır, çok bilinen bir aforizması: “Katı olan herşey buharlaşıyor, kutsal olan herşey profanlaşıyor.” Hakikaten kutsal olan şeylerin de profanlaştığı ve hayatın özünü kaybettiği bir zaman dilimine doğru yol alıyoruz. Buna Batıda kimi yazarlar yakın ilişkilerin ölümü, mahremiyetin ölümü diyorlar. Artık insanlar gün be gün birbirlerini dinlemeye daha az vakit ayırıyorlar. Paraya tahvil edilemeyen şeyler giderek daha değersiz addedilmeye başlıyor. Meselâ anne-babalık. Bugün Batı dünyasına baktığınız zaman, paraya tahvil edilebilir birşey olmadığı için hükmünü, değerini giderek kaybediyor. İyi dost olma, iyi ahbap olma, yaren olma, “Kalpten kalbe bir yol vardır, bilinmez” diyor ya Neşet Ertaş bir türküsünde, işte o kalpten kalbe giden yol günümüzde gün be gün kaybediliyor. Neden? Çünkü, iyi bir dinleyici olmanın çoğu zaman size getirisi yok; bir bakış açısından bakarsanız, zaman kaybı.

Dünyanın giderek değerlerini yitirdiği ve hayatın maddîleştiği bir zaman diliminde anlam üzerine konuşmak gerçekten her zamankinden daha fazla anlamlı.

Anlam biz psikiyatristleri çok ilgilendiriyor dedik. Çünkü hayatımızı şekillendiren, ona bir biçim, bir renk, bir tat veren şey anlam duygusunun ta kendisi. 1940’lı yıllarda ömrünün bir kısmını Nazilerin toplama kamplarında geçirmiş Viyana doğumlu ünlü bir psikiyatrist vardır: Viktor Frankl adında. Bu kişi, toplama kamplarında, Auschwitz’de çok acı bir tecrübe yaşamıştır. Eşini, annesini ve babasını kaybetmiştir. Onlar fırınlarda yakılmışlardır. Orada psikiyatri, psikoloji, psikanaliz çalışmasının verdiği bilgiyle insanları gözlemiştir Viktor Frankl. Ve, bütün kitaplarının özetini birkaç cümleye sığdırmak gerekirse, şunu söyler: “Bu kamplarda hayata anlam ile tutunan insanlar ayakta kaldı. Ama direnmeyi ve ümit etmeyi bırakanların, kendilerini o totaliter aygıtın pençesinde aciz, zavallı varlıklar olarak gören kişilerin çoğu öldü, direnmedi, hayatını kaybetti.” Bir insan sizi tutup zorla idama götürürse, elbette ona anlam duygusuyla direnme şansınız yok. Ama “Hayatta kalma şansları olduğu halde kim hayatta kaldı, kim kalamadı?” sorusuna Frankl bu cevabı veriyor. “Tünelin sonunda her zaman bir ışık gören, hayata ümitle ve anlam duygusuyla bağlanan insanlar buralarda hayatta kaldı.”

Hayatımıza anlam duygusu bir yön verir, demiştim. Anlam duygusunun psikolojik olarak bizde dört temel ihtiyacı sağladığını söyleyebiliriz. Anlam duygusu sayesinde hayatımızda bir gayeye sahibi oluruz, hayatımıza gaye belirleriz. Değerler sahibi oluruz, anlam duygusu bize değerlere sahip çıkmayı telkin eder. Kendi öz değerimizi yine bir anlam duygusundan devşiririz. Bir de hayattaki etkinliğimizi, verimliliğimizi, hayatta birşeyleri kontrol altında tutup değiştirebileceğimiz duygusunu, yine anlam duygusu ile sağlarız. Eğer anlam duygusundan yoksun, yani bir anlam boşluğu içinde isek, bunu da tuhaf yöntemlerle doldurmaya çalışabiliriz.

Kimse aslında anlam boşluğu içinde olmak istemez. Ama hayatını anlamlandırmakta güçlük çeken insanların çoğu zaman yanlış anlam sağlayıcılara yöneldiğini de görebilirsiniz. Bunlar arasında günümüz dünyasında çok yaygın olan kimyevî maddelere bağımlılık; ecstasy, esrar, eroin vs. gibi maddelere bağımlılık kesbederek kişinin bilincini bulandırması ve böylece kendisi için evreni daha anlamlı kılmaya çalışması, yahut daha fanatik ve sekter ideolojilere tutunarak hayatı kendince daha anlamlı kılmaya çalışması birer örnek olarak verilebilir.

Dünyada birşeyin daha biz psikiyatristlerin, psikologların, ruh sağlığı çalışanlarının ilgisini çekmesi gerekir. İlginç bir değişime tanıklık ediyoruz: Anlam duygusunu sağlayan klasik, geleneksel birtakım değer üsleri giderek çözünüyor, kayboluyor.

Nedir bunlar?

Meselâ bir dönem din insanlar için anlam sağlayıcı bir değerdi. İnsanlar hayatlarının anlamını Tanrının sözlerine bakarak yahut daha önceki dinî toplulukların yapıp ettiklerine bakarak yordayabiliyorlardı. Din anlam sağlayıcı değerini günümüzde giderek kaybediyor. Bunu iyidir ya da kötüdür anlamında değil, bir sosyolojik vâkıaya işaret etmek için söylüyorum. Tradisyon, yani gelenek de anlam sağlayıcı değerini giderek kaybediyor. Tradisyon dediğimiz zaman, geçmiş nesillerin olayları yapıp etme biçimine verdiğimiz ad bu. Bizden önceki nesiller olaylar karşısında nasıl tepki veriyorlardı, biz nasıl tepki veriyoruz? Acaba bizim verdiğimiz tepkiler bizden önceki nesillerin sürekliliğini içinde taşıyor mu? Biz dünyayı atalarımız ve dedelerimiz gibi mi yorumluyoruz, yoksa çok farklı biçimlerde mi? Bu da yine önemli birşey. Aile, yine günümüzde giderek çözünen bir değer. Batıda tek ebeveynli ailelerin sayısında çok ciddi bir tırmanma var. Yani çocuk ve anne ya da çocuk ve baba şeklinde, giderek daha fazla aile ile karşılaşıyoruz. Boşanmaların oranında çok büyük bir artış var yine. Çünkü insanların hayattan beklenti düzeyleri çok daha fazla ve kimse bir başkası için de fedakârlık yapmaya kendisini çok hazır hissetmiyor. Diğergâmlığın, fedakârlığın da giderek kaybolduğu bir dünya içerisinde yaşıyoruz.

Geleneksel anlam sağlayıcılar bir çözülmeye uğradığında, bir kayboluşa doğru gittiğinde ne oluyor? Nasıl dolduracağız bu boşluğu?

İşte bütün dünyada gözlenen birşey var; ben bunu Türkiye’de biraz gecikmeli de olsa gözlüyorum, görüyorum. Sizler de Türkiye’deki gazete yazarlarına bir bakarsanız, ben vurgusuyla yazan insanların sayısında giderek çoğalma olduğunu göreceksiniz. Yani akşam yediği pırasadan bahseden, yeni tanıştığı erkek arkadaşından bahseden, kendi hayatının bir sürü önemli-önemsiz detayını büyük bir hikmet kırıntısı olarak okurlarıyla paylaşan çok sayıda gazete yazarı türedi Türkiye’de. Yani fikirler yok; yapılıp edilmiş önemsiz gündelik işler var. Bir ‘ben kültürü’nün yükselişine tanıklık ediyoruz.

Gençlerle konuştuğum zaman, onların sözlerinde çok ilginç şeyler yakalıyorum. “Ben” diyor. “Ben şöyle yapıyorum, ben böyle yapıyorum” diyor. Gençlerin bir kısmının başka insanları anlamaya ya da dinlemeye çok az zaman ve yer ayırdığını görüyorum. Genellikle hayatı kendilerinden ve kendi deneyimlerinden başlatıyorlar. Bir önceki neslin deneyimlerini taşıyamıyorlar, öğrenmemişler. Çok fazla kitap da okumuyorlar. Dolayısıyla, hayatı sadece kendi deneyimlerinden ibaret olaylar yumağı olarak görüyorlar ve kendilerini de o yumağın merkezine yerleştiriyorlar.

Yıllar önce bir televizyon programında deprem sonrası konuşulurken şöyle birşey seyretmiştim: Bir gence, “Siz ne hissettiniz ülkemiz için, toplumumuz için?” diye bir soru sorulmuştu. Mikrofonu alır almaz, “Ben çok korktum, benim kardeşim de çok korktu” dedi. “Ben şöyle haber aldım olayı, akabinde şöyle yaptım” diye devam etti. Yani toplum için hissettikleri, ülke için hissettikleri sorulan genç, birden kendi yaşantısına döndü ve kendisini anlatmaya başladı.

Burada, anlam kaynağı olarak insanlığın giderek kendisine, kendi benliğine döndüğünü görüyoruz işte. Genelde Batı toplumu, biraz gecikmeli olarak da Türkiye toplumu, anlam kaynağı olarak kendi bireysel benliklerine yönelmiş insanlarla dolmaya başladı. Yani, “Ben yapıyorsam doğrudur, ahlâkın kaynağı benim, bir başkasına ihtiyaç duymuyorum, bir başka moral felsefeye, ahlâkî kılavuzluğa ihtiyacım yok, bir yol gösterici olarak dine ihtiyacım yok, bir ideolojinin kılavuzluğuna ihtiyacım yok, insanlığın kadim eski değerlerine ihtiyacım yok, ben kendim davranışlarımın yegâne meşrulaştırıcısıyım, benim için iyiyse iyidir, ben iyi olduğunu düşünüyorsam iyidir” anlayışı türedi.

İşte geleneksel kurumların çözülmesiyle ortaya çıkan o boşluk, günümüzde benliğin yükselişiyle, benliğin ön plana çıkmasıyla doldurulmaya çalışılıyor. Neden benliklerimize ihtiyaç duyuyoruz bu konuda? Çünkü bize bir meşrulaştırıcı gerekiyor. Bir seçim yaptığımızda, seçimlerimiz çoğu zaman ahlâkî seçimler de olabiliyor. Seçim yapmak dünyanın en zor işlerinden biridir. Evet demek, bir başka şeye hayır demektir. Dolayısıyla seçimlerimizin moral, ahlâkî bir arkaplanının olması gerekiyor. “Benim için doğru olan seçim doğrudur” diyebiliyorsam, benliği bir anlam kaynağı olarak görüyorsam, o zaman çok rahatlıkla bazı seçimleri yapabiliyorum. Bu çok tehlikeli bir gidiş. Bu, bireyciliğin artık zirve noktalarına varması.

Bireycilik bir yönüyle fena birşey değil. İnsanın kendi arzusunu, hayallerini, iradesini harekete geçirmesi kötü birşey değil. Geçmişin kurumları da bütünüyle masum kurumlar değildi. Geleneklere dayalı bazı kurumsal ögeler de yer yer insanlar üzerinde çok baskıcı olabiliyordu. Geçmişin insanları belli bir rolün içine doğuyorlardı. O rolün dışına çıkmak, o rolü zorlamak çoğu zaman mümkün olmayabiliyordu. Özellikle Orta Çağ Avrupası’nı, hatta çok yakın zamanlara, Aydınlanmaya kadar Batı dünyasını düşünürseniz, roller çok sabit. Aydınlanma insanların özgürleşmesini sağladı mı, yoksa başka şeylere mi köle kıldı sorusu ayrı bir konu; o konuda da konuşmak isterim. Ama insanlar her zaman geçmişle birlikte çok mutlu olmadılar. Fakat yenilik de herşeyi berhava etti, tuzla buz etti, onun yerine çok sağlam değerler koyamadı. İşte bu değer ve anlam boşluğunda, insanlar kendi benliklerini bir ada ilan ettiler, oraya bayraklarını çektiler ve kendi istedikleri kurallar doğrultusunda yaşamaya başladılar.

Napolyon’un çok bilinen bir sözü vardır: “Asaletim benimle başlar.” Aristokratlara cevaben, “Sizler babadan, dededen asil olabilirsiniz; ama ben sizden daha asilim. Çünkü ben kendi asaletimi başlatıyorum ve benden sonrakiler, benim soyumdan gelenler hep asil olacak” der. İşte aynı bunun gibi, kendi benliklerimizin asaletini ilan ettik âdeta.

Genel olarak baktığımız zaman, anlam duygusunu birkaç şeyden devşiriyoruz. Anlam duygusuna bir süreklilik kazandırmak çok önemli.

Anlam duygusunu sağlayan şeylerden biri, bağlantılılık. Yani ben hayatımın değişik edimleri, değişik eylemleri arasında bağlantı kurabiliyor muyum? Hayatımın bir safhasında yaşadığım şey bir başka safhasında yaşadığım şey ile anlamlı ilişki kurabiliyor mu? Bütün bunlara baktığım zaman anlatılır ortak bir hikâye çıkarabiliyor muyum? Bu önemli bir soru.

Bir başkası, kalıcılık, süreklilik, istikrar. Hayatımda bugünün anlamına yarın sahip çıkabiliyor muyum? Yoksa çok yanar döner bir şekilde bugün A dediğime yarın B diyor, bugün A için savaşıp yarın B için mi savaşıyorum? Benim benliğimin cilvelerinin, iniş çıkışlarının bir gölgesi mi oluyor anlam arayışım?

Bunlar önemli şeyler, çünkü kararlılık ve bağlantılılık anlam duygusunun vazgeçilmez bir parçası. Hepimiz geriye dönüp baktığımızda anlamlı ve tutarlı bir hayat hikâyesi bırakmış olmayı dileriz. Varoluşçuların bir sözü vardır. “İçimizde yaşanmadan bekleyen bir hayatın suçunu duyarız” derler. Buna biz çok rastlıyoruz. Elli yaşında bir kadın geliyor. Elli yaşına kadar bütün çocuklarına bakmış, onlara saçını süpürge etmiş, çocuklarına ve kocasına herşeyini vermiş, elli yaşında pat diye depresyona giriyor. Ne oluyor? Neden depresyona giriyor? Çünkü son çocuklar da evden gidiyor. “Bunlar için mi uğraştım?” diye bir soru soruyor kendisine. “Yapayalnız kaldım” diyor, “uğruna uğraştığım herşey uçup gitti.” Muhakkak ki uçup gitmedi, ama o böyle hissediyor ve birden açıklayamadığı bir depresyonun pençesine düşerek sizin karşınıza geliyor. Anlam boşluğu dediğimiz şey özellikle bu yaş dönümlerinde çok sık karşımıza çıkıyor, bir de travmatik olayların sonrasında.

Travma dediğimiz şey, örselenme, yani ruhumuza yediğimiz yumruk, bizi çok fazla sersemletiyor; hiç beklemediğimiz anda gelen bir yumruk... Travma hayatı bilme biçimimizi kökten değiştirebiliyor. Meselâ, dünyanın çok emniyetli bir yer olduğuna inanırken, birisi bize çok büyük bir kötülük yapıyor ve bütün hayat algımızı değiştirebiliyor. Travma dediğimiz zaman, insanın tahammülünü aşan, katlanma duygusunu aşan, örseleyici hayat olaylarını kastediyoruz.

Veya bir yaş dönümü oluyor. Erkeklerde andropoz diyorlar. Bu tür yaş dönüşümlerinde veya çok ciddi rol değişimlerinde insanlar hayatı anlamlandırmaktan geri kalabiliyorlar. Meselâ, hayatı boyunca çok katı bir biçimde birliğini idare etmiş bir general emekli olduğu zaman boşluğa düşüyor.

Depresyon konusundaki çalışmalar bize şunu gösteriyor: Emekli olup da yeni iş bulmamış, hayata tutunmamış insanlarda kalp krizi ve ölüm riski çok daha fazla. Ama bir hobi bularak, bir uğraşı bularak, hayata anlam katarak devam eden insanlar çok daha verimli ve uzun yaşayabiliyorlar.

Burada başka bir konuya daha geliyoruz. Batı dünyasına baktığınız zaman, yaşlanmaya ve ölüme karşı çok ciddi bir tavır alış var. Âdeta başını çeviriyor Batı dünyası, görmek istemiyor. Ölümün ve yaşlılığın müstehcen birşey olarak algılandığını görüyoruz. Bizim uygarlığımız o bakımdan biraz daha üstün. Ben bütün Doğu uygarlıklarını ve bu arada kendi uygarlığımızı daha olgun buluyorum. Biz ölümle daha barışık bir medeniyetiz. Ölülerimizle beraber yaşayabilen insanlarız biz, ölülerini şehrin ortasına gömen insanlarız. Karacaahmet’e bakın, şehrin tam göbeğindedir ölüler, şehirden kovulmamıştır.

Ölüm duygusu ile haşir neşir olmak aslında hayatı da anlamlandıran birşeydir. “Nasıl yaşadığımız, nasıl öleceğimizi aydınlatır” diyor Octavio Paz. Nasıl öldüğümüz de, nasıl yaşadığımızı aydınlatır. Ölümün müstehcen birşey olarak algılanması, yaşlılığın ve yaşlılık alâmetlerinin Batı dünyasında neredeyse küçümsenmesine ve toplumdan kovulmasına yol açıyor. Bakıyorsunuz, o insanların çoğu huzurevlerine, dinlenme evlerine terkediliyor. Halbuki yaşlılık sadece ölüme yaklaşma değil. Hayatın bir sürü değerli bilgisinin biriktirildiği ve insanlara süzülerek aktarılabildiği bir dönem. O yüzden yaşlılarına hürmet eden toplumlar, bence biraz daha uygar toplumlar.

Ölüm, hayatı aydınlatan ve anlamlandıran şeylerden biri. Yeryüzünde başka bir varlık yok ki sonluluğunun farkında olsun. Sonluluğunun, geçiciliğinin farkında olan tek varlık insan. Yani, Heidegger’in ifadesiyle, ölüm-yönelimli tek varlık insan. “Herkes tek başına ölür” diyor filozof. Başkasıyla ölemeyiz. Ölümü düşünmek, yine hayatı anlamlandıran birşey. Varoluşçu yazarlar buna ‘varoluşun sahiciliğini kavramak’ diyor.

Bir başka şey, mutluluk arayışı. Freud, hayatın anlamı nedir sorusuna cevap aramanın çok abes birşey olduğunu düşünür. Hayatın anlamı nedir sorusuna Freud, “Ancak din cevap verebilir, fakat dinin verdiği cevabın doğru olup olmadığını nereden bileceğiz?” diyor. Hatta bir mektubu var, Marie Bonapart’a yazdığı bir mektup. O mektubunda çok sert bir ibaresi var: “Hayatın anlamını arayan kişi hastadır.” Bir başka yerde de şöyle diyor: “Hayatın anlamını aramak beyhude birşeydir. Dinler buna bir sürü cevap verirler. Bu bilimin alanında değildir, ama hayatın anlamı basitçe mutluluktur. Mutlu olan insan hayatın anlamını bulmuştur.”

Acaba böyle mi? Bir işkenceci mutlu olamaz mı? Yaptığı işten keyif duyamaz mı? Kanlı bir diktatör mutlu olamaz mı? Gayet mutlu olabilir. Yaptığı işi de çok anlamlı bulabilir. Bu kişilerin hayatın anlamını bulduğunu söyleyebilir miyiz? Hayatın anlamı sadece mutluluk duygusu ile izah edilebilecek birşey midir? Sonra, mutluluk nedir? Mutluluk sürekli bir hal olabilir mi? Hayatta pek çok şeyi ikili karşıtlıklar olarak yaşıyoruz. Yani mutluluk, mutsuzluk varsa anlamlıdır. Sağlık, hastalık varsa anlamlıdır. Eğer öbürü olmasaydı, berikinin tek başına anlamı olmayacaktı.

Bir ütopya vardır, biliyorsunuz, “Cesur Yeni Dünya” diye. Aldous Huxley’in ünlü bir eseridir bu. İnsanların her türlü acıdan yalıtıldığı bir dünya... Böyle bir toplumda insanlar mutlu olabilir mi sizce? Acının tanınmadığı bir zamanda insanlar mutlu olabilir mi? Evet, herşey karşıtıyla kâim. Karşıtı olmazsa, bazı duyguları o kadar yoğun olarak yaşayamıyoruz.

Freud diyor ki, “Hayatın anlamı nedir gibi sorular, bu dünyada yaşadığımız emniyetsizlik hissi ile alâkalıdır.” Yani bu dünyada biz kendini tekin hissetmeyen, emniyette hissetmeyen varlıklarız. Dolayısıyla Tanrı inancı da böyle birşeydir. Biz içimizde yaşadığımız bu emniyetsizlik duygusunu dışarıdaki büyük bir baba imgesine yansıtırız, bu da Tanrıdır. Böylece bu emniyetsizlik duygusunu ruhumuzda huzura erdiririz. Bu, Freud’un görüşü. Ama bu görüşe Mevlânâ bambaşka bir cevap verebilir. Mevlânâ, Mesnevî’nin neyin hikâyesini anlattığı giriş bölümünde, “Beni kamışlıktan kopardıklarından beri ağlıyorum, aslımdan ayrı düştüğüm için ağlıyorum” dedirtiyor neye. Orada ney ile kastedilen, insandır, hatta neyin son tahlilde simgelediği şey olgun insandır. Bir başkası da buna karşılık şunu söyleyebilir: “İnsan Tanrı katından sürgün edilmiştir, ancak O’nunla buluştuğu zaman yeniden olgun bir varlık olabilecektir. Bu sürgün bittiği zaman kendi varoluşundaki eksik taraflarıyla buluşabilecektir.”

Burada şunu söylemek istiyorum: Hakikat dediğimiz şey biraz izafîdir. Nereden baktığınız, nereden gördüğünüz, hangi pencereyi kullandığınız çok önemlidir. Freud’un söylediği şey ile Mevlânâ’nın söylediği şey birbirinden farklıdır, fakat hakikatin farklı cepheleridir. Bazı insanlar hakikaten kendi güvensizlik hislerinin bir neticesi olarak Tanrı inancı geliştirebilirler de. Böyle birşey olabilir, ama bazı insanlar daha olgun bir tarzda bir inanış da geliştirebilirler. Yani hayata baktığınız zaman kişiler için çok farklı anlamlar bulmak mümkündür. Herkes kendi kabı ölçüsünde okyanustan su alır. Yine Mevlânâ’nın bir benzetmesini kullanırsak, siz ne kadar derin ve genişseniz okyanusa kâsenizi daldırdığınız zaman o kadar su alırsınız.

Anlam duygusu hayatta yapıp ettiklerimizle alâkalıdır, dedim. Sevmekle, üretmekle alâkalıdır. Freud böyle diyor. Frankl şunu ekliyor: ‘kadere rıza göstermek.’ Burada ilginç bir noktaya geliyoruz: değiştiremeyeceğin şeyi değiştirmek için aşırı efor sarfetmemek, ondan öğrenmeye, yaşantıdan da öğrenmeye çalışmak. Hani dedim ya, “Zaman zaman ruhumuza yumruk yeriz.” Ruhumuza yediğimiz yumruklardan birşeyler öğrenmek, anlam duygusunun sağlayıcılarından bir tanesidir. Bu, pasif bir alıcı olmak değildir. Bu, değiştirebileceğin şeyler için uğraşmak, değiştiremeyeceğin şeyler için de gereksiz tasa yapmamak demektir. Yani insanın kendi varoluşunu da sevmesi demektir.

Evet, anlam duygusunu birkaç düzeyde devşirebiliriz dedim. Afrikalıların meşhur bir hikâyesi var. Afrikalılar iki türlü açlıktan bahsederlermiş. Bunlardan bir tanesi, maddî olana açlık. Yani suya, yiyeceğe açlık. Bir tanesi de niçin sorusuna duyulan açlık. Kadim Afrika kültürlerine, eski kültürlere baktığınız zaman, insanı büyüleyen şeylerle karşılaşıyorsunuz. Bu çok güzel bir hikâye gibi görünüyor bana. Niçin sorusuna duyduğumuz açlık, bugün her zamankinden daha fazla.

Bilimin çok çeşitli versiyonlarıyla karşılaşıyoruz. İlerlemeci görüş bize diyor ki: “Bilim ileri gidecek, insanlığın bütün dertlerine çare bulacak. Bilim öyle bir hale gelecek ki, insanın mutsuzluğunu iyileştirecek. Geçmişin birikimleri hep üst üste ekleniyor, bilim sonunda bize doğru yolu mutlaka gösterecek.” Öte yandan, bilimin ta kendisinden kaynaklanan dertlerle de karşılaşıyoruz. Bilim atom bombasını üretiyor, Iraklı zavallı çocukların başına yağan bombalar üretiyor. Bilim sonuçta bizim etkinliğimiz, bizim zihinlerimizden çıkan birşey. Dolayısıyla insanın her türlü zaafı ve zayıflığı bilime yansıyabilir.

Herşeyin tartışılabildiği, şüpheciliğin neredeyse baskın iklim olduğu bir zaman diliminde bir bilimperest olmak bizim yaralarımıza, insanın yaralarına çare bulabilir mi? Anlam problemimizi giderebilir mi? Bana sorarsanız, gideremez. Anlam problemimizi çözecek olan şey, yine insanın insana duyduğu ihtiyaçtır.

Martin Buber isminde bir Yahudi ilahiyatçı var. Çok değerli bir adam. Yıllar önce yaşamış, ölmüş. Çok güzel bir cümlesi vardır onun. “Ben, ben olmak için bize ihtiyaç duyar” der. Yani benim karşımda bir başkası olmazsa, ben ben olamam. İnsan insana ihtiyaç duyar. Kitab-ı Mukaddes’in ilk sözünü değiştirir bazıları, derler ki “Önce ilişki vardı.” Herşey bir ilişkidir. Meselâ bebeğin anneyle kurduğu şey, bir ilişkidir. Hepimiz bu dünyada teyid edilmeyi bekleyen varlıklarız. Onaylanmak istiyoruz, bir başkası sesimizi duysun istiyoruz. Bir başkası sesimizi duymazsa bu dünyadaki varlığımız anlam kazanmıyor. Eğer bir başkası beni duymazsa ne olacak? Ben burada kendi kendime konuşup gideceğim. Benim anlamlı bir hayat yaşadığımı bana kim anlatacak? Eğer etrafımda benim anlamlı bir hayat sürdüğümü bana aksettiren insanlar yoksa, bana ayna tutan insanlar yoksa, giderek daha fazla kendimden bahsetmeye başlarım.

Yakınlarda bir hanımefendi bana “İnanamıyorum” dedi, “son günlerde diğer insanlarla biraraya geldiğimde hep kendimden bahsediyorum. Sonra kendime dönüp bakıyor, şaşırıyorum. Niye bu kadar çok kendimden bahsediyorum diye?” Bu çok açık. Birşeyin yokluğunu hissettiğinizde, ondan çok bahsedersiniz. Bu kişi etrafında kendi varlığını teyid eden kişiler bulamadığı için onlara ısrarla kendisini tanıtma, kendisini gündeme getirme ihtiyacı duyuyor. Hepimiz hayatta teyid edilme ihtiyacı duyuyoruz ve anlam duygusunun bir kısmını buradan devşiriyoruz.

Anlam hayatımızı yönlendiren, hayatımıza istikamet veren şeylerden bir tanesi. Ama sadece bizim kendi benliklerimizden neş’et ettiğinde, çok yanar söner birşey olmaya da mahkûm. İnsanlar kendi anlamlarını, kendi hayatlarını ve kendi benliklerini aşan yerlere yerleştirdikleri zaman o anlam çok daha kalıcı oluyor. Benim hayatıma biçtiğim anlam benim hayat sınırlarımla kâim değilse, ben öldükten sonra da o anlam duygusu kalabilecekse veya bir başkası bayrak yarışı gibi o anlamı alıp başka bir yere taşıyabilecekse, o anlam duygusu çok daha güçlü olur.

O yüzden, insanlar anlam duygusuna çok ihtiyaç duydukları zaman nerelere yöneliyorlar? Dinlere yöneliyorlar; ideolojilere, fikir akımlarına yöneliyorlar. Yani benimle doğup, benimle biten birşey bana yetmiyor. Daha yüce birşey olması lâzım. Benim benliğimi aşan birşey olursa, o çok daha sağlam, çok daha kalıcı, çok daha huzur verici birşey oluyor.

Bazen hayatımıza biçtiğimiz anlam başka insanların hayatlarına kahredici bir gölge olarak da yansıyabilir. Biz kendimizi evrenin kurtarıcısı sayabiliriz, kendimize böyle bir anlam biçebiliriz; fakat karşımızdaki insan bizim tarafımızdan kurtarılmak istemiyordur. Kendi hayatımıza biçtiğimiz anlam yüzünden onu zorlayacak mıyız?

Bu bakımdan, anlam duygusunun ahlâklılıkla beraber olması lâzım. Bizim hayatımıza biçtiğimiz anlamın, bu anlam her ne olursa olsun, evrensel ahlâk ölçülerine vurulduğunda bir değer ifade etmesi lâzım. Zira, bir işkenceci de çok anlamlı bir hayat sürdüğünü, çok yüce bir ideale hizmet ettiğini düşünüyor olabilir. Nitekim, bu ülkenin geçmişine baktığınız zaman bir sürü karanlık işlere bulaşmış insanlar da görüyoruz. Onlara sorduğunuzda, “Vatan için yaptık” diyorlar. Yani herkes çok yüce bir davaya hizmet ettiğini iddia ederek kendi süflî, basit arzularını rasyonalize edebilir. İnsan kendi kendisini çok kolay kandırabilen ve kendisine çok kolay yalan söyleyebilen bir varlık. Demek ki, ahlâk bir ölçü. Ahlâklılık olursa anlam duygusu insana rehberlik edebilecek bir ışık oluyor. Ahlâklılık olmazsa o anlam bizi daha iyi yerlere götürmüyor.

Anlam duygusundan kasıt, insanî olarak kendimizi geliştirebileceğimiz, bizi daha iyi yerlere taşıyacak bir ışık, bir meş’ale, bir yön duygusu. Hayatımızı niçin yaşadığımız sorusunun cevabı. Bu soru çok önemli bir soru. Herkesin en yakıcı sorusu bu; en derininde hissetmesi gereken soru. Hayatımıza bir anlam duygusu katabildiğimiz zaman hayatımızı daha sakin, daha huzurlu, eskilerin deyimiyle ‘mutmain’ olarak yaşamış oluyoruz.

Hayatına anlam duygusunu katan herkes mutlu olmayabilir. Anlam duygusu olmayan insanların mutsuz olacağını ise çok rahatlıkla söyleyebiliriz.

İstiklâl Harbi’ni düşünün, bir sürü insan ne kadar ıstırap çekti değil mi? Çanakkale Savaşı’nda yüz bin civarında şehit verdik. Mutlu muydu sizce oradaki insanlar? Mutlu olduklarını sanmıyorum, siperlerde uyudular, ama huzurluydular ve hayatlarına anlam duygusu katan birşeyler vardı.

Hayatımızda bir anlam duygusu olduğu zaman, yediğimiz darbeler geriye dönüp baktığımızda bizi zenginleştiren tecrübeler oluyor. Hani Nietzsche’nin o ünlü sözü var ya, “Beni öldürmeyen şey, beni güçlendirir.” O zaman, aldığım darbeler benim daha mukavemetli bir insan olmamı sağlıyor. Hayata karşı daha hoşgörülü, daha bilgece bakabilmemi sağlıyor. Değişik alternatifleri hesaba katabilmemi sağlıyor.

Sting isminde bir şarkıcı var, şöyle diyor: “İnsanlığın ortak malı olan bir bilgelik, bir hikmet var.” Kimileri geçmişe dönüp buna bakıyorlar. Meselâ Aldous Huxley’in Perennial Philosophy diye bir kitabı vardır. “Kalıcı Felsefe” başlığıyla Türkçe’ye de çevrildi. Bu kitap, çok ilginç bir kitaptır, Batı dünyasında çok satmıştır, ama Türkçe’de pek kimsenin dikkatini çekmedi herhalde. Huxley orada Mevlânâ’dan alıntı yapar, Lao Tzu’dan da alıntı yapar, dünyanın en uzak yerlerindeki adamlardan alıntı yapar. Ama bir bakarsınız ki, hepsi aynı şeyi söylemiş. Yani, insanlığın en eski çağlardan beri süzülüp gelen bir bilgeliği var ve bu bazen bir pop şarkıcısının sözlerinde karşınıza çıkar, bazen bir şairde, bazen de köydeki Mehmet Ağanın sözlerinde. Anneannem o kadar hikmetli sözler edermiş ki, annem bana anlatıyor, benim ağzım bir karış açık kalıyor, “Bunu anneannem mi söylüyordu?” diye. Geçmişin kadınlarında da böyle bir irfanî gelenek var. Okullara gitmemişler, ama çok hikâye dinlemişler.

Toparlamak gerekirse, yine Sting’e dönelim. Diyor ki, “Herşey yıkılıp giderken, geride kalan şeylerle güzel birşeyler kurmaya çalışmaktır hayat.”

Herşey yıkılıp gidebilir, ama geride kalan şeylerle eğer ben hala iyi bir hayat kurmaya çalışıyorsam, işte o zaman anlamlı biçimde yaşamaya çalışıyorum demektir.

  18.11.2005

© 2021 karakalem.net, Kemal Sayar

  1.  Bu yazının geçtiği eseri incelemek -veya satın almak- istiyorum.



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut