DADISI ÜMMÜ Eymen'in Resûlullah'ın vefatı üzerine söylediği söz, sahabilerin dilinden sâdır olan sözler arasında ilk sıralarda zikredilmeyi hak edecek derecede manidardır. Hz. Peygamber'in (a.s.m.) vefat haberini gözyaşlarıyla karşılayan Ümmü Eymen, "Ben onun vefatına ağlamıyorum" diyecektir yanındakilere. "Fakat ben, artık vahyin kesilmiş olmasına ağlıyorum."
Ümmü Eymen'in bu sözü, muazzam bir derinlik ve öngörü barındırır. Aralarında Ümmü Eymen'in de bulunduğu sahabiler, Resûlullah hayatta iken, her an vahiyle yüzyüze olmanın huzurunu yaşamışlardır. Tereddüt ettikleri durumlar olmuş; ama gelen vahyin yol göstericiliğiyle netliğe kavuşmuşlardır. Yanıldıkları noktalar olmuş; gelen vahiy onlara doğru şıkkı sunmuştur. İhtilafa düştükleri noktada ise, hepsi birden, gelen vahyin hükmünde buluşmuşlardır. Ama artık aralarında Resûlullah yoktur. Dolayısıyla, tereddüt ettikleri noktada aydınlatıcı, yanıldıkları noktada düzeltici yeni bir âyetin gelmesiyle netliğe ve rahatlığa ulaşmaları mümkün olmayacaktır artık. Deyim yerindeyse, bundan sonra, iş başa kalmıştır. Yine, bundan böyle ihtilafın ittifaka dönüşmesi zorlaşacak; zira, ihtilaf ettikleri hususta "İsabetli görüş şudur" diye yeni bir vahyin gelmesi sözkonusu olmayacaktır.
Ki, muhtemelen bu yüzden, vefatından sonra çıkacak ihtilaf ve fitneler konusunda Resûl-i Ekrem (a.s.m.) defaatle uyarmıştır sahabileri. Ne var ki, hadiseler Resûlullah'ın henüz hayatta iken mucizevî surette haber verdiği şekilde gelişmiş; ve onun vefatından sonra Ashab-ı Kiram bir dizi sınanmayla yüzyüze gelmiştir.
Yaşanan bu sınanmaların en büyüğü ise, üçüncü halife Hz. Osman'ın katledilmesiyle başlayan olaylar zinciri olsa gerektir. Bu olaylar esnasında, Hz. Peygamber'in hayatta kalmış sahabileriyle birlikte bütün bir ümmet müthiş bir ikilemle karşılaşmış; artık Allah'ın elçisi yanlarında bulunmadığı ve onun elçiliğiyle yeni bir vahyin gelmesi de sözkonusu olmadığı için, sahabiler ciddi bir tereddüt ve ihtilaf yaşamışlardır. Ortada çözülmesi son derece zor bir olay vardır. Asi bir güruhun mensubu olan kırk kişilik bir grup, Resûlullah'ın iki kızını kendisiyle evlendirdiği en güzide sahabilerinden biri ve onun üçüncü halifesi olan Hz. Osman'ın evine saldırmış ve içlerinden biri halifeyi öldürmüştür. Cinayeti işleyen kişi bu kırk asiden biridir. Ama, cinayeti bu kırk kişiden hangisinin işlediği bilinememektedir.
Ümmü Eymen'in ağlama gerekçesinin ne derece isabetli olduğunu bize öğreten ikilem, işte bu noktada başlar. Cinayete teşebbüs eden kırk kişi, buna mukabil bilfiil cinayeti işleyen bir kişi vardır. Dolayısıyla, Cenab-ı Hakkın cana kasdetmeye dair kısas emri, fiiliyatta ancak bu bir kişiye karşı uygulanabilir durumdadır. O bir kişi ise henüz tesbit edilememiştir. Ve, seçilen yeni halife olarak Hz. Ali, ortalık yatışıp katil tesbit olunana kadar bekleme kararındadır. Hz. Ali gibi 'aşere-i mübeşşere'den olan Zübeyr b. Avvam, Talha b. Ubeydullah gibi sahabiler ise, 'geciken adalet'in yeni cinayet ve zulümlere kapı aralamasından endişe etmektedir.
Böylece, birbiriyle ciddi şekilde çatışan iki zıt yaklaşım ortaya çıkar. Bir tarafta, 'bir kişinin işlediği bir cinayetin cezasının başkalarına yüklenemeyeceği'ni düşünen, temkinli olma ve bekleme yanlısı Hz. Ali vardır. O, kırk kişinin tamamına kısas uygulamayı "Hiçbir günahkâr başkasının günahını yüklenmez" mealindeki ilâhî emre aykırı görmektedir. Öte yandan, Hz. Zübeyr, Hz. Talha ve Hz. işe gibi sahabiler, cinayetin yapanın yanına kâr kaldığı bir görüntünün başkaca zulüm ve cinayetlere davetiye çıkaracağını düşünmektedir. Dolayısıyla, adaletin tatbiki gecikmemeli; muhtemel cinayetleri engellemek içinÑmadem ki hepsi cinayeti işleme eğiliminde idiÑ cinayetin cezası olaya karışan kişilerin hepsine birden yüklenmelidir.
Araya başkaca unsurların da girmesiyle sahabilerin iki gruba bölünmesine yol açan bu ikilem, esasen, İslâm tarihinin en büyük dönemeçlerinden birini temsil eder. Bu olaylar esnasında, İslâm'ın sonraki bütün asırlarını etkileyecek bir dizi kritik soru gündeme gelecek ve bir dizi hayatî cevabın izi sürülecektir: Gelmesi muhtemel bir zararı önlemek için şahsî hukuklar feda edilebilir mi? Kamu yararı mı daha önceliklidir, bireysel haklar mı? Toplum mu asıldır, fert mi?
İki grup arasındaki mücadelenin bir içtihad mücadelesi olduğunu bilerek her iki tarafın hürmete olan hakkını zayi etmemesi gereken bütün bir ümmet, öte yandan, bu zor sınanmada sergilediği dirayetle böylesi soruların doğru cevabına ulaşılmasını mümkün kılan 'ilim şehrinin kapısı' Hz. Ali'ye teşekkür borçlu olsa gerektir. Zira, İslâm tarihini bir kırılma noktasına getirmesi muhtemel bir dönemeç, onun sergilediği dirayetle aşılmış durumdadır.
Her iki grupta yer alan güzide sahabilerin bu büyük içtihad savaşında sergilediği argümanlar, İslâm ümmetinin sonraki kuşakları tarafından, 'adalet-i mahzâ' ve 'adalet-i izâfiye' suretinde kavramlaştırılmıştır. Bu kavramlaştırmanın izini sürersek; Hz. Ali'nin bayraktarı olduğu 'adalet-i mahzâ' yaklaşımına göre, hak haktır, büyüğüne küçüğüne bakılmaz. Bir fert, umumun selameti için dahi feda edilmez. Toplumun selameti için--kendi rızası olmaksızın--ferdin hayatı veya hakkı feda edilemez. Hem, bir masumun hakkı, bütün halk için dahi iptal edilmez. Adalet adalettir; adaletin uygulanması 'duruma göre' değişemez.
Buna karşı geliştirilen 'adalet-i izâfiye' yaklaşımına göre ise, değişen şartlarda adalet farkı şekillerde uygulanabilir. Meselâ, daha büyük bir zararı engellemek için daha küçük bir zarara razı olunabilir. Toplumun selameti sözkonusuysa, ferdin hakkı feda edilebilir.
Hz. Zübeyr, Hz. Talha, Hz. Âişe gibi sahabiler sözkonusu olayda kendileri açısından son derece haklı gerekçelerle işte böylesi bir yaklaşım sergilemişlerdir. Hz. Ali'nin sergilediği yaklaşım ise, bu gerekçeleri de aşan bir derinlik ve incelik içermektedir. Evet, bir ferdin hakkını zayi etmemenin bedeli, daha büyük zararlara yol açılması olabiliir; ne ki, 'vaki olan' ile 'muhtemel olan,' eşit şeyler değildir. Bütün bir toplumun zarar görmesi yönündeki bir ihtimal, bir bireyin vâki olan hakkının zayi olmasından daha büyük bir durum değildir; zira muhtemel olan, nitelik itibarıyla, vaki olandan küçük durumdadır. Bu bakımdan, umumu ilgilendiren bir zararın gerçekleşmemesi adına, kişiye hak etmediği bir ceza verilemez. Muhtemel olan, vâki olanın; mümkin olan muhakkak olanın önüne geçirilemez. Kaldı ki, bir kere muhtemel olanın vaki olanın önüne geçmesine kapı aralandığında, ihtimallerin devreye sokulduğu akıl yürütmelerin eşliğinde, çok zulümlere meşruiyet yolu açılacaktır. Dolayısıyla, aksi takdirde zarar ihtimali gözükse bile, mümkün ve muhtemel olan vâki ve muhakkak olanın önüne geçirilmemelidir.
Açığa çıkması için sahabilerin bir büyük içtihad savaşına razı olduğu bu ölçü, selef-i sâlihîn çizgisinin sonraki mümessilerince de korunmuş ve formüle edilmiştir. Ve, en temel dayanağı "Birinin hatasıyla başkası mes'ul olmaz" anlamını taşıyan "Hiçbir günahkâr başkasının günahını yüklenmez" âyeti (bkz. İsrâ, 15 vd.) olan bu ölçü sayesindedir ki, İslâm tarihi bir adalet ve itidal tarihi olagelmiştir. İslâm tarihi, herkes için her hal ve şartta adaleti gözeten bu ölçüden dolayı, 'kamu yararı' adına kişisel hakları çiğnemenin meşrulaştırıldığı bir tarih olmaktan uzak kalmıştır. İslâm tarihi, yine bundan dolayı, muhtemel zararlara binaen mevcut hakların hiçe sayıldığı bir tarih de değildir.
Maamafih, İslâm tarihinde haksızlığa, eziyete ve zulme yeltenen insanlar da vardır. Ama, adalet-i mahzâ ölçüsünün sıkıca formüle edilmiş olması sayesindedir ki, yapılan haksızlık yapanın hesabına yazılmıştır; İslâm'ın hesabına değil. Meselâ Emevî sultanlarının sergilediği zulmün din namına meşrulaştırılması asla mümkün ve vaki olmamıştır; bunun için devlet gücüyle muazzam bir gayret sarfedilmiş olsa bile. Hem, İslâm tarihi uyguladıkları şiddete dinî kılıf giydirmeye çalışanların 'Haricî' tanımıyla dışlandığı bir tarihtir; 'Haçlı' gibi ünvanlarla okşandığı bir tarih değil!
Gelin görün ki, İslâm tarihinin sergilediği bu tabloyu bugünün Müslümanları olarak bugünün dünyasına yansıtmayı başardığımız da pek söylenemez. Eğri oturup doğru konuşalım, bugünün dünyasında birçok mü'minin zihnini, sözkonusu tabloyu mümkün kılan ince içtihadlardan ziyade, kalın ve temelsiz hükümler dolduruyor maalesef. Ne yazık ki, birçok Müslüman kılı kırk yaran hassas İslâmî adalet mirasını yansıtmaktan ziyade, geçmişi Haçlı savaşları gibi zulüm dosyaları içeren bir iklimde doğan modern medeniyetin ürettiği paradigmalarla bakıyor olaylara ve olgulara.
Meselâ, bugünün dünyasındaki silahlı mücadelelere dair ciddi bir sorgulama göremiyoruz ehl-i din arasında. "Birinin hatasıyla başkası mes'ul olmaz" gibi Kur'ânî bir adalet ölçüsü ortada iken; üstelik, bu ölçünün bir pratik tezahürü olarak Resûl-i Ekrem'in savaşlarda çocuklara, kadınlara, yaşlılara, mabedinde ibadetle meşgul olan din adamlarına, tarlasında işiyle meşgul olanlara, ekinlere, ağaçlara ve hayvanlara zarar vermeyi yasaklamış olmasına rağmen, İslâm ümmetinin üyesi olan kimi fertlerden 'masumları ateşe atan' şiddet gösterileri sâdır olabiliyor. İslâm adına, İslâmî ölçülerle izahı imkânsız şiddet eylemleri düzenlenebiliyor.
Bu bâbda, modern medeniyetin sergilediği 'topyekün savaş' mantığınınÑKur'ânî ve nebevî ölçülere sığdırmak asla mümkün değilkenÑehl-i din nezdinde yeterince irdelenmediği pekâlâ görülebiliyor. Sahi, yalnızca doğrudan savaşa dahil olan kişi veya kurumları (meselâ orduyu, hükûmeti) değil, onların içinde yaşadığı ülkeyi ve toplumu toptan düşman gören topyekün savaş mantığının en zalim göstergelerinden biri olarak 'bomba'nın ne demeye geldiğinin yeterince tartışıldığını gördünüz mü hiç? Sözgelimi atom bombası, sahibi kim olursa olsun, sanık sandalyesini oturtulabiliyor mu? Hiroşima ve Nagazaki'de doğrudan savaşın tarafı olmadıkları halde yüzbinlerce çocuk, kadın, yaşlı, hasta ve sair sivilin feci şekilde ölümüne yol açan zulümlü bir 'topyekün savaş' âleti olarak atom bombası, bir İslâm ülkesi olarak meselâ Pakistan imal eder hale geldiğinde de kötü görülebiliyor mu hâlâ? Yoksa, Pakistan veya İran'ın bu bombayı üretme aşamasına gelmesi, senelerce 'İslâm bombası' şeklinde mi yansıda ehl-i dinin sözlerine ve yazılarına? Keza, bir devletle veya bir hükûmetle olan sorununu o devletin sınırları içinde bulunan veya o devletin kimliğini taşıyan insanlara ödetme gibi bir haksızlığın ismi olan terörizm, girişenlerin kimliğinden bağımsız olarak, her hal ve şartta lânetlenebildi mi?
Yoksa, gerçekte modern medeniyetin zihnî-fikrî-fiilî kalıpları içerisinde sergilenen bu kabil düşünce yahut eylemler, yapanın kimliğine ve kime karşı yapıldığına göre mi değerlendirildi bazı Müslümanlar tarafından? Yapan Müslüman olduğunda yapılanı da 'İslâmî' görme gibi bir çifte standarttan her hal ve şartta uzak durmayı başardığımız söylenebilir mi?
Bütün bu soruları ortaya atarken, son asırlar boyu İslâm dünyasınınÑyani, MüslümanlarınÑuğradığı sürekli haksızlığı görmezden geliyor değiliz elbette. Sömürgeleştirilen, çoğunlukla ancak ulusal kurtuluş savaşlarından sonra bağımsızlığına tekrar kavuşan, ama bu defa ya yerli bir zorbanın pençesine teslim edilen ve ayrıca iktisadî açıdan hâlâ sömürülen bir coğrafyaya sahip olmak, ehl-i İslâm'da büyük bir öfke ve hiddet beslemiş bulunuyor; bunun farkındayız elbette. Dahası, Keşmir, Filistin, Bosna, Çeçenistan gibi parçaları dolayısıyla tecrübe ettiği ikiyüzlü Batılı tavır, bu öfkeyi sürekli canlı tutuyor ve büyütüyor; bu da apaçık görülüyor.
Ama, bunların hiçbiri, uğradığı bir haksızlığın cezasını haksızlığı yapanların milletdaşına, yurttaşına, doğrudan o haksızlığın icracısı olmayan insanlara kesmeyi haklı ve meşru kılmıyor. Dolayısıyla, sözümona İslâmî bir dava adına masumları hedef alan hiçbir teşebbüsün gizli-açık sempati beslemenin uzağında olmak; bilakis, keyfîlik, haksızlık ve zulüm kokan böylesi tavırlaraÑkimden gelirse gelsinÑkarşı olmak gerekiyor. Kendimiz için istediğimiz adaleti herkes için istemek; kendimiz için adalet isterken başkalarına karşı zulüm işlenmesine asla razı olmamak gerekiyor.
1400 yıllık İslâmî mirasın ve İslâm'la kıvamını bulan şefkat ve rahmet gibi insanî değerlerin eşliğinde pek çok mü'minin bu hassasiyete zaten sahip olduğunu biliyor; yine de, bir bütün olarak mü'minleri, şu âyeti tekrar tekrar düşünmeye davet ediyoruz:
"Ey iman edenler! Allah için duran hakimler, adalet nümunesi şahitler olun. Sakın bir topluma kızmanız sizi adaletsizliğe sevketmesin. Adil olun; takvaya en yakın olan odur!" (Kur'ân, 5:8)