KELİME İŞTİKAKI, türediği kök kelimeler, filos ve sofos; ikisi birlikte ‘düşünce dostluğu veya devamlı biçimde fikren arama taraftarlığı’ mânâsında. Tatbikat ve şuur bakımından da aşağı yukarı aynı mânâya geliyor. Bir farkla; ‘hiçbir önkabul veya değerler sistemine bağlı kalmadan yapılan bir düşünce arayışı...’
Pek çok ilim adamı ve tefekkür ehlinin ortak görüşü, felsefe akımlarının hemen hemen hepsinden çıkan terim anlam da şudur: hakikatı, hiçbir dayanak noktası, önkabul veya yaslanılan bir inanç olmaksızın, her insana göre değişebilen bir kuru akılla arama işlemi. Dikkat edin, ‘bulma’ değil, ‘arama’ işlemi...
Yani, felsefe bulmanın veya müsbete ermenin yolu değil, devamlı ve hiç durmadan, sürekli devrim diyalektiğine denk şekilde boşuna çabalamanın yoludur. Doğruyu ve hakikatı bulduğundan emin olsan bile, felsefi görüş zaviyesince onu bile yargılayacak, şüphe ile karşılayacaksın; yoksa bilimsellik dışına itilip, ‘geri’ yaftasını yemeye mahkûm edilirsin.
Halbuki, akıl ve hikmetin kabul ettiği bir doğruyu şüphe ile karşılayıp, hayatı ‘şüphe’ gibi kaypak bir değer zemini üzerine dikmek ne insanlığa uyar, ne de ‘insaniyet-i kübra,’ büyük insanlık olan ‘Küllî Akl’a! (bkz. İşârâtü’l-İ’caz)
Ve yine herkesin mâlumu ki, temel ve mutlak hakikat, yani ‘nass’larla bina edilmiş ‘selim akıl yolu’ tektir! Hakikatın ne olduğunu hangi metodla olursa olsun bulan bir insan, onu bu sefer ‘gayr-i muayyen,’ yani sınırsız, hatları belli olmayan bir mıntıka içerisinde, yani kuru aklın felsefî görüşleri istikametinde arama gibi bir ‘abes’ iş yapar mı? Farz-ı muhal, ‘beşer şaşar’ kaidesiyle yaptığını düşünsek bile, devamlı o hal içerisinde kalabilir; bunu insanlığına, ‘eşref-i mahlukat’ sırrıyla kenetleşmiş kişiliğine sığdırabilir mi? Zannetmiyorum.
Gelelim akıl bahsine... İki-üç kelime ile de onu özetleyip geçelim.
Bilindiği gibi Muhakemat’ta ‘aklın âkıl olması’ diye bir tabir var.
Evet, Yüce Kitabımız Furkân-ı Hakîm’de ‘tefekkür, aklı çalıştırma’ emirleri mevcuttur. Ama ‘aklın âkıl olması’ şartıyla. O akıl, ‘selim’ akıldır; yani ‘teslim olmuş’ akıldır mânâsı... Demek ki aklın değeri ‘teslim’ oluşunda, bir büyük ve küllî, mutlak hakikate nisbet edilmesindedir. Her nefse ve her hevaya göre değişebilen indî, subjektif, çok kere de menfaatçı bakış açılarına ‘realist, akılcı’ tevillerini getirmede değil.
Eğer aklı ‘başıboş’ ve ‘serseri’ bir düşünme vasıtası kabul edersek, bu ikinci ve azim cinayet mânâsına gelebilen tehlike baş gösterecektir. Zamanımızda bir ‘şuhud’a göre kırkta bir, başkalarına göre ise çokluktan kinaye olarak daha az ihtimal içerisine girebilecek bir dönüşü olmayan yola girilecektir.
Anlaşılıyor ki, aklın en büyük memuriyeti, başı ve sonu belli olmayan, hatları bulunmayan (mi fıkhî bir mütearif, usuli’d-din’in bir umdesi; muayyen olmayan hiçbir meseleye fıkhî bir hüküm oturtulamaz) devamlı bir arayış değil, ‘teslim’ olmaktır, baş eğmektir; baş eğilen değer ve kıymetin ‘hikmet’ yönündeki faydalarını düşünmektir. Neye baş eğileceğini, itaatın neye olacağını ise ister tek tek, ister belli bir çoğunlukta olan, ister insanlığın hepsinin düşüncesiyle tesbit etmek imkânsızdır; bundan dolayıdır ki, ‘en doğru,’ kaç kişinin görüşüyle olursa olsun, bulunamaz, en doğrusu öyle bir yol zaten tıkalıdır; ‘içtihat’ meselesi ise, bahsedilen o halden çok çok ayrı hususları muhtevi bir mevzudur.
Dinimizde düşünceye ‘hikmet’ denmesinin mantalitesi de işte burada. ‘Hikmet-i Kur’âniye’ tabiri meseleyi zaten bedahet derecesinde açmaktadır. Fakat kelimesinin asıl mânâsında, salt felsefe dinimizde yoktur—‘denilebilir’ değil, kesin olarak diyoruz bunu; yoktur.
Karşının düşünme tarzını öğrenmek, gönlü ısınmaya meyyal insanlara ses edilmemesi ayrı, onu İslâm’ın bir umdesiymiş gibi sunmak ise daha ayrı bir meseledir.
Felsefenin Batı âlemine mensup bir mefhum olduğunu, baştaki kelime iştikakı ile ilgili sözlerimizde bahsetmiştik. Filos ve sofos, sürekli devrim sloganına benzer bir arayış anlamına geliyordu hani... Halbuki bizde (İslâm’da) boyuna arayış diye birşey sözkonusu olamaz; mutlak hakikata teslim olduktan sonra ‘tefekkür’ ciheti önümüze çıkabilir ancak. ‘Bir saat tefekkürün bir sene nafile ibadet’ hükmüne girebileceği hadisinin bahsettiği düşünce, işte budur. Devamlı surette doğruyu arama demek değildir. Bu emrin, ‘hakâik’ veçhesinden, hadiselere bakıp ‘pencerelerden bakıp, içlerine girme!’ emrine pek uygun bir bakış olduğu çok bellidir.
Batı dünyası, tasladığı mimsiz medeniyetin formülünü klişeleştirmiştir oysa; ‘felsefe’nin lügat mânâsı ‘boyuna arayış dostluğu veya taraftarlığı’ demek olsa bile, şu formülün dairesi dışına hiçbir zaman çıkamaz Batı âlemi. Önceden engizisyon buna müsaade etmezdi zaten, şimdi ise ‘medeni engizisyon.’ Hemen gerilikle, vahşetle suçlama paranoyası, Orta Çağın vahşetiyle denk değil midir zaten?
“Rüyada Bir Hitabe”deki ‘Roma ve Yunan medeniyeti...’ tabirlerinden hareketle de aynı noktaya varıyoruz. Böyle bir ‘idrak silsilesi’nin bizi ‘bel’etme,’ yutma gibi bir isteğe ulaşamayacağı çok bellidir; boğazlarına durma bir yana, zeytinyağıyla suyun karıştırılmaya çalışılması gibi bir garabet olacağından, menfi sonuç verecektir. “Fıtrat yalan söylemez.” Suyun fıtratı ile yağın fıtratı aynı değil ki karıştırılabilsin; yağ her zaman suyun üstüne çıkacaktır. Pek çok ihbar da zaten aynı noktaya parmak basmaktadır.
“Bence Müslüman neslinden gelen bir adam fıtraten İslamiyete meyyaldir” mealindeki ifadeler de, ‘fıtrat’ın eninde sonunda kendi mecrasını bulacağı neticesini vermez mi anlayışlara?
Mü’minler olarak kendi şahsiyetimizi yutmaya kalkışacak böyle bir zihnî çalışmanın, bilvesile tam bir ‘yutturmaca’ olduğu apaçıktır. “Bitarafane muhakeme, taraf-ı muhalifi iltizamdır” ifadeleri meseleye zaten son noktasını koymuştur.
Yunan aklı + Roma nizamı + Hristiyanlık ahlâkı ve hassasiyeti...
Formülün açılımı, “Rüya’da Bir Hitabe”de verilen formülün açılmış şekli, işte budur. ‘Tanzimat’ Fermanı denilen altın kâse operasyonundan çok çok önce başlayan ‘Batılılaşma’ cereyanının insanımızı düşürdüğü buhran o kadar aşikar ki, öyle düşünmenin neye mal olduğu ve mal olacağı, ‘manzara’nın vahameti ile sarsıcı biçimde görülecektir.