*Bu sayfa, değişik arkadaşlarımızın kâinat ve hayat sayfalarını ‘alışılmışın dışında’ bir gözle okumak suretiyle çıkardıkları derslerden hareketle yazdıkları yazıları paylaşmak amacıyla tasarlanmıştır.

Meydan Okumaları

İŞYERİ İLE evin arasına kilometreler koyan modern hayatın zıddına evde çalışan biri olarak, işimi bitirip evden dışarı çıktığım bir akşam üstüydü. Apartman kapısından dışarı çıktığım dakikada, karşımızdaki kiliseden dönme lise binasının kapısında, okul hademesinin pek de küçük olmayan kızını görecektim. Bu binanın önünden her geçişimde, dünkü hali mi, şimdiki hali mi bana daha yakın diye sorarım ya, neyse. Dün bir bölümünde başı örtülü rahibelerin okuduğu bu binadan çıkan kızın kıyafeti, tek kelimeyle, ‘çağdaş’tı. Müteal bir Rabbin tesettür emrine sırt çevirip kapitalist modacıların tesettürün semtine uğramayan emirlerine tereddütsüz tâbi olmanın tüm unsurlarını içeriyordu. Üstüme farz olmayan; babanın maaşı, elbisenin tahminî değeri, bu paranın nasıl temin edilebildiği, neye mal olduğu.. gibi hesaplar içinde ilk sokağı döndüğümde, kulağıma gelen ‘trak-trak’ seslerinden, ‘izlendiğimi’ anlamıştım. Çok şükür, paranoyak filan değildim. İnsanları giyimiyle etkilemek yahut giyimiyle etkilemeye çalışanlardan etkilenmek gibi kötü huylarım da yoktu. Dolayısıyla, ayak seslerinin anlamını doğru yorumlamak için yeterli sebeplerim vardı. Ben birkaç sokağı daha aşıp bulunduğumuz mahallin meydanını geçerek gideceğim yere vasıl olacaktım; mâlûm kişinin yolu da galiba aynı taraflara düşüyordu. Nitekim, birkaç sokağı daha, ardımdan gelen trak-traklarla geçtim; lâkin, Anadolu yakasının en büyük ‘toplanma’ yeri olan meydanda, sesler kesildi. Yanılmamıştım. Komşumuz meydanda dolaşmaya çıkmıştı.

Başka bir akşam üstü, aynı meydanın bitişiğindeki otobüs durağından, oturduğum yere en uzak mahalle doğru bir yolculuk yapmam gerekmişti. Bir ‘özel araba muhalifi’ olarak bindiğim otobüs boş sayılmazdı, ama tıklım tıklım da değildi. Velhasıl, otomobil tiryakilerinin asla nail olamadığı bir nimetle bir kez daha yüzyüze idim. Durduğum köşeden, insanların kıyafetine, yüz çizgilerine, tavırlarına, okudukları gazetelere, indikleri semte bakarak, ‘başka türlü okumalar’ımı sürdürebilirdim. Bindiğim otobüs zengin-fakir, taşra kökenli-kentli, ‘çağdaş’-‘geleneksel’ semtlerden geçerek, kısmen fakir, taşra kökenli ve geleneksel bir diyarda duracaktı. Kim nerede inebilir diye fikir yürütürken, karşıma, gerçek boyunu tesbit için göründüğü boydan on santim düşmem gereken, zira Rabbinin kendisine verdiği boy tüm dünyanın iliğini emerek sömüren Batının besili çocuklarına göre kısa düştüğü için on santim topuklu ayakkabılarla hem kendini, hem başkalarını aldatmaya çalışan biri çıkıverdi. Üstteki elbise, sırttaki çanta, yüzdeki ifade, yüz boyasındaki pastel tercihler, bu kişinin durumunu aşağı-yukarı ele veriyordu. Otobüsün yolu daha taşra kökenli semtlere varmadan ineceği muhakkaktı.

Yanıldığımı, duraklar bir bir geçilirken anladım. Sonunda, aynı durakta inmiş olduk. Elimdeki tarif, gideceğim adres için uzun bir yokuşu aşmam gerektiğini gösteriyordu, onu da o yokuşta gördüm. O, yokuşun orta yerindeki köhnemiş bir ahşap evin kapısından içeri girdi; benim yolum yukarılara doğru devam etti.

Ve yakın zamanlarda vuku bulan bu iki olay, ‘okumalar’ listeme meydanları da eklememe yetti. O gün bu gün, bulunduğum yerin yakınındaki meydandan başlayarak, fırsat buldukça meydanları okumaya çalıştım.

Gördüğüm en önemli nokta, meydanların bir ‘toplanma’ ve ‘gösterme’ yeri oluşuydu. Meydanlar, yalnız çevre sokaklarda oturan insanların değil, çok daha geniş bir çevrenin çekim merkezi hükmündeydiler. Meselâ, oturduğum Kadıköy’ün meydanı, Altıyol’u ve Bahariye’si de dahil olmak üzere, bütün bir Anadolu yakasının toplanma yeriydi. Gerçi Ümraniye’nin, Üsküdar’ın, Beykoz’un, Kartal’ın.., velhasıl her bir ilçenin ve her bir semtin daha küçük ölçekli meydanları vardı; ama Kadıköy, her semtten insanı kendine çekiyordu. Aynı şekilde, Bakırköy meydanı bütün bir Rumeli yakasını kendinde topluyor; Taksim meydanı ise, İstiklâl Caddesi ile birlikte, yalnız Beyoğlu yakasının değil, bütün İstanbul’un en büyük çekim alanı niteliğini taşıyordu. (Burada yapılması düşünülen cami, biraz da bunun için olay oldu zaten).

Her meydan, bir yanda otobüs, dolmuş, taksi, vapur, tramvay ve sair araçlarıyla bir aktarım ve ulaşım yeriydi. Ama, ondan da önce, tanışma, bulunma, görme, görülme, gezme, eğlenme, yeme ve içme yeri. Zaten, etrafındaki binaların özellikle zemin katları, bunu rahatlıkla ele veriyordu. Giyim mağazaları, saatlerce oturulan sözde ‘fast’-food’lar, büfesinden kafeteryasına türlüçeşit yeme-içme yerleri, sinemalar, ve de banka binaları.

İnsanlar, dükkanların cinsi açısından aslında müthiş bir tek-tipleşme barındıran bu mekânlarda, bir sözde çeşitliliğin büyüsüne kapılırlar. Hepsi de ‘giyim’ sektöründe işgören yüzlerce dükkan, binlerce çeşit kıyafetle kuşatır zihnimizi. Sıcak çikolatadan kızarmış pilice, İzmir lokmasından Maraş dondurmasına uzanan bir başka çeşitlilik ise, aslında yalnızca dile ve damağa hitap eder. Böylesi bir sözde çeşitlilik içinde, kendini unutur insan. Vitrinler ona ihtiyaçları elbise ve yiyip-içmekten ibaretmiş gibi gösterir; bu ihtiyaçların karşılanması için para gerektiğini ise hem etiketler, hem de banka binaları ilan eder. Bu meydanlarda, ipek, saten elbiseler, yemeler, içmeler, kahkahalar ve gülüşmeler vardır; ama tüm bunlardan söz ettiği ünlü şiirinde Heinrich Heine’nin gerçekleştirdiği harika ‘final cut’ bir türlü hatıra gelmez. Bir başka şiirinde "deniz kenarında ıssız bir gece denizi," dalgalara hayatın sırrını soran şair, güzel güzel bunları anlatmış, ve şiirini "Ah! Keşke kalbiniz de olsaydı" diye noktalamıştır. Gerçi herkeste kalb vardır; ama meydanların kalbi yoktur. Meydanlar insanı kalbi, ruhu, aklı, soruları ve arayışları olan biri olarak değil; yiyen, içen, giyinen ve kur yapan canlılar olarak sunar.

Yahut, şu çağın meydanları öyle sunar. Zira, bugünün meselâ camisiz, kiliselerin de arkada kaldığı Taksim meydanının aksine, dünkü İstanbul’un asıl meydanı, bir iman ve kulluk vurgusu yüklüdür. Konstantinopol’ün meydanı Ayasofya’dır. Adını bile bir azizeden almaktadır. Zira, hemen bitişiğinde, ünlü Ayasofya kilisesi vardır. Osmanlı İslambol’unun ana meydanı da burası olmuş; insanlar Ayasofya ve Sultanahmet gibi iki görkemli mabedin ortasında ruhlarının gergefini dokumuştur. TC İstanbul’unda ise, akıl-kalb, iman-hayat, dünya-ahiret dengesi ve denklemi açısından dünyevî olanın lehine keskin bir ‘taksimat’ı dile getirir Taksim.

İnsanlar bu modern meydana gelir gelmez ne Kilise görür, ne de cami. Ne İsa aleyhisselâmla gelen mesaj hatırına gelir, ne Muhammed aleyhissalâtu vesselâm ile gelen. Macdonalds ruhunuzu değil, midenizi doyurur ve de cebinizi hafifletir. Filan, falan, feşmekân marka giysiler, bedeninizi örter; ama ruhunuzu çırılçıplak kalmaktan da, imandan üryan kalmış bir ruhun üşümesinden de kurtarmaz sizióüstelik, şimdilerde elbiseler bedenleri dahi örtmüyor! Vitrinler, yüzler, kızartılmış piliçler, sıcak çikolatalar, patlamış mısırlar, filancanın üstündeki kıyafet, feşmekanın saç kesimindeki acaiplik, falanca filmin başlama saati, X mağazasındaki ucuzluk.. derken, insan kendi gerçeğini unutur. Ne faniliği aklına gelir; ne bir mikroba bile söz geçiremeyecek kadar zayıf ve âciz olduğu halde sonsuz istekler ve de sonsuzluk arzusuyla donatılmış olduğu paradoksu. Üstündeki elbiseyle edindiği ‘etkileyicilik’in sahteliği de, on yıl sonra buruşacak bir yüzün Saniine değil, sahibine tutulmanın şaşkınlığı da gelmez akla. "Ay, şu gömleğin kumaşı ne harika!" "Şu adamın saçlarına bak!" "Ulan şu kızı görüyor musun?" "Miniminnacık fincanına yüz bin lira verip şu sıcak çikolatayı içmek ister misin?" "Bi dakka canım, şu vitrinde güzel şeyler var." "Hadi ama filim başlayacak." "Bak Erol, sinirimi bozuyorsun."

Meydanların kulağı olsa, akşam da geçip her yer sessizliğe büründüğünde bunları tekrarlardı size. Hayatın anlamını kesinlikle söyleyemez, ama modern hayatın anlamsızlığını fısıldardı. Meydanların röntgen-misal gözleri olsa, harcamasıyla hava atan nicelerinin, o an cepteki son kuruşu da tükettiğini bildirirdi.

Ama meydanlar dilsiz; çağın insanı ise ketuz ve renksizdir. Renk vermemek için yüzüne türlü türlü boyalar sürer; içinde olanı içinde gizler. Doğalmış gibi gözüken nice pozu, aslında ayna karşısında saatlerce çalıştıktan sonra verdiğini söylemez. Aslında çok uzaklarda bir gecekonduda yahut köhne bir dairede cenneti dünyada aramanın getirdiği bir dizi kompleksle ve yetersizlikle yaşadığını da söylemez. Hatta, meydanlarda, kendini kendinden dahi gizler modern insan. Meydanların modern işlevi, kalabalık içinde kendini unutma; soruları, paradoksları ve arayışları hepten unutmadır.

Meydanlarda kendimize dahi gizlenen, başkalarına haydi haydi gizlenir. Oturduğumuz semte asla yolu düşmeyecek olan, düşse bile insanın ‘değer’ini oturduğu semtteki dairelerin satış fiyatına göre belirlediği için bizi değersiz bulacak olan gerzek modernlerin ilgisini ancak o semtin çok uzağındaki, herkesin farklı ve daha iyi görünme adına tek-tipleştiği meydanlarda çeker nice insan. Eh, ilk adımda oturduğumuz semti gizler, aslında bir kapıcının kızı veya oğlu olduğumuzu da gizler; acı gerçeği, ilgili kişi bize iyice aşık olduktan sonra ifşa ederiz. Gerçi o zaman birdenbire aslında aşık filan olmadığını farkedenler olur; ama en garantilisi gene de budur. Öyle olmasa bile, meydanların cafcaflı vitrinleri, lüks binaları, iyi giyimli ve bol boyalı çehreleri insanı bir zaman için olsun hayal dünyasında yaşatır. Alamasa bile, filan lüks mağazanın vitrinindeki otuz altı milyon liralık takım elbiseyi üstünde farzetme imkânı sağlar. En önemlisi, Goethe’nin kısa bir dizede özetlediği çelişkiyi unutturur. "Hayat kısa, günler uzun" gelir bize. Her anını her anın ve herşeyin Sahibini tanımakla geçirmeyi reddedişin acil cezası, ‘geçmiyor günler geçmiyor’ feryadıdır. Ve meydanlar, bize aldatıcı meşgaleler sunarak günü kurtarır.

Kısacası, ‘başka türlü okumalar’ın izini sürenler için, aldatıcı bir cila küpüdür meydanlar. Bir ülkenin, bir toplumun gerçekten ne halde olduğunu değil, ne halde olmak istediğini ele verir. İç dünyalarının haritasını çizer size. Meydanlara bakıp, bu toplum böyle sanır iseniz, aldanırsanız. Ama yine meydanlara bakıp, bu toplumun insanları buna özlem duyuyor, böyle olmak istiyor, kendini bu şekilde sunuyor mesajını çıkarırsanız, müthiş dersler edinirsiniz. Meselâ, şu günlerde İstanbul’un veya herhangi bir Anadolu şehrinin meydanında dolaşın: RP’nin iktidar oluşunu ‘dinî gelişme’ye bağlamanın da, bundan dolayı MGK toplamanın da saçmalığını görürsünüz. Şu günün toplumunda, dinlisi-dinsizi ile meydanlarda basiretli gözlerle çekilen fotoğraflar, herkesin gözünü dünyaya diktiğini resmetmektedir. Ve yine şu günün toplumunda, meydanların etrafında kümelenen yapılar, insanların ne ile meşgul olduğunu ele vermektedir. Para, yemek, elbise!

Doğrusunu söyleyeyim, ister Divarese, Stefanel, Benetton, Garibaldi ismini taşısın; ister adı Huzur, Meymenet veya Tekbir olsun, meydanları çevrelen mağazalar beni hiç cezbetmiyor. Rabbimin binbir isminin sayısız cilvesini okumaya çalıştığım şu kâinatta, yeterince meşgulüm. İster Mcdonalds, Kentucky, Burger King, Pizza Hut ismini taşısın; ister adı Hacıoğlu, Halil İbrahim Sofrası yahut Ensar olsun, yediğimi başkalarının gördüğü, yiyemeyenlerin imrendiği, yiyenlerin de kazıklandığı lokantaların uzağındayım.

Benim referansımı modern hayatın ‘sünnet-i seyyie’si değil, en sevgili insanın ‘sünnet-i seniyye’si oluşturuyor. Peygamber şehrinin meydanında ise Mescid vardı. Ne giyim mağazaları, ne lokantalar vardı; ve orada insanlar en hayatî sorulara cevaben gelen ilâhî vahyin aydınlığını paylaşıyorlardı.

  21.10.2000

© 2021 karakalem.net, Metin Karabaşoğlu

  1.  Bu yazının geçtiği eseri incelemek -veya satın almak- istiyorum.



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut