DÜNYANIN EN güzel, en anlamlı ve en doyumsuz okumalarından biri, belki de birincisi nedir, bilir misiniz?
İki buçuk yıldır bu konuda ‘ihtisas’ yaptığım için, kendi namıma tereddütsüz şu cevabı veriyorum: bebek yüzü okumaları.
Dünyanın en saf, en temiz, en anlamlı ve en pürüzsüz sayfasını bir bebeğin yüzünde okursunuz. Tarif etmeye kalktığınızda ilk önce ‘masumiyet’i akla getiren o yüz, müthiş bir merakı, müthiş bir anlama tutkusunu da ihsas eder. Her bebek, ceddimiz dem gibi, Cennetten gelir; geldiği yerin tatlı nesîmini dünyamıza taşır; ve onun için bir ilahî sanat galerisi hükmündeki şu dünyada, bizim ‘ülfet’ gibi, ‘sıradanlık’ gibi, ‘olağanlık’ gibi yaftalarla basite aldığımız herşeyi müthiş bir merak, hayret, hayranlık ve masumiyet içinde seyreder. Bir kapı açılır; ardında çeşit çeşit yiyecek gözükür. ‘Buzdolabı’ deyip geçilecek kadar ‘basit’ bir olay değildir bu. Başka bir kapak açılır; kat kat elbiseler göze çarpar. ‘Gardrob’ deyip geçemez bebek. Ona tebessüm eden bir yüz görür, o da gülümser. Onun gibi sevimli bir kedicik görür, hemencecik sevinir.
İnsan, bebek yüzlerini okudukça, dar zihinlerimizin aynı anlama geldiğini zannettiği ‘ülfet’ ile ‘ünsiyet’ arasındaki aşılmaz sıradağları farkeder. Bebek bir ‘ünsiyet’ dünyasında yaşar; annesinden başlamak üzere, herşey yakın, herşey dost ve sevimli gelir ona. Ama, hiçbir şeyi ‘ülfet’ denilen alışkanlık perdesiyle sıradanlığa atmaz. Herşey yeni, herşey olağanüstüdür.
Ama, Rabbinin sanatını hakkıyla tanıyacak kıvamda yaratılmış bu sevimli emanet, bizim hoyrat ellerimizde, bize benzetilir. Kâinata açılan o meraklı yüz, kâinattan kaçılan televizyon adlı saçmalığa teslim edilir sözgelimi. Herşeyi anlama çabasıyla gelen "Bu ne? Aaa, bu ne?" misali sorular, sanata ve Sanatkârı hiç mi hiç atıfta bulunmayan kuru ve mekanik cevaplarla susturulur. Zaman içinde tebessümün yerini endişe, masumiyetin yerini şüphe, merakın yerini boş bakışlar alacak şekilde bir ‘eğitim’e tâbi tutarız bebeklerióböylece, onlar da ‘bebek’ olmaktan çıkar, bize benzerler.
Şahsen, kendi çocuğum ve kendi çocukluk resmim başta olmak üzere, hangi çocuk yüzüne baksam, Cennetin kokusunu duymuşumdur. Yüz, herşeydir; bebeğin iç dünyasını dolduran masumiyet, aynen dışına aksetmiştir. Yüz herşeydir; bebeğin iç dünyasını kuşatan ve bir Rabb-ı Rahîm’in hazinesinden gelen huzurun yansıması, yüzüne vurmuştur.
Bir aynadır yüz. Sûret, sîretin aynasıdır. Ve, yine o yüz, bir hadisin ifadesiyle, ‘sûret-i Rahman’da, yani Rahman-ı Rahîm’i en güzel biçimde tanıyıp tanıtacak bir sûrette yaratılmıştır.
Zaten, bebek yüzlerini seyrederken, bunu hissetmez mi insan? Aslında, olabildiğine ‘sade’ bir nakşı vardır yüzün. Bir yaprağın kıvrımlarını ince ince işleyen; bir gül veya karanfilin taç yapraklarında misilsiz bir renk ve nakış gösterisi sunan Nakkaş-ı Ezelî, yüzleri olabildiğine sade bir biçimde dokumuştur. Yuvarlak bir çehre, üstte iki çift köz, kaşlar ve kirpikler, bir burun, ağız ve yanda kulaklar. Hepsi bu. Üstelik, böyle milyarlarcası vardır yeryüzünde. Ama beş milyar yüz, beş milyar ayrı iç dünyanın habercisidir; zahiren birbirine benzer beş milyar yüz, gerçekte birbirinden farklıdır. Herkes, kendine özgü, yalnız ona has bir yüz taşımaktadır. Benzerlik içindeki bu muazzam farklılık ile, Nakkaş-ı Ezelî, kendisini ‘mekanizm’e hapseden ‘tab’cılara meydan okumaktadır. Sadelik içindeki güzellik ise, sanattaki cemalin, kemalin, hüsnün; kısacası saf güzelliğin simgesidir. ‘Güzellik’ deyince akla bu yüzden öncelikle ‘yüzler’ geliyor zaten.
Yine bu yüzden, insan, akşama kadar seyretse bile, bir bebeğin yüzünü seyirden, masumiyetini bozmamış bir büyüğün yüzünü seyirden ve de sevdiğinin yüzünü seyirden bıkmıyor. En âlâ tatlıyı üç gün ard arda yese, en harika yerde üç sene kalsa bıkan insan, eğer yüzler birbirine denk düşüyorsa, çocuğuyla veya eşiyle hayat boyu ‘yüzleşmek’ten bıkmıyor. Bilakis, ayrılığa dayanamayıp, ölümün ötesinde de beraber olmanın hesabını yapıyor; o kalble sonsuza dek yüzyüze olmak istiyor.
Çünkü, yüzler, sade ama olabildiğine sanatlı oluşuyla güzele meftun duygularımıza seslendiği gibi; kâinatın bile doyuramadığı bir ‘iç dünya’nın aynası ve tercümanı olarak, bizi benzersiz bir zenginlik ve derinliğe muhatap kılıyor. İşte burayı doğru okuyabilsek, o yüz, bize Cennetten geldiğini fısıldayacak ve ebedî bir Cennetin varlığını fısıldayacak.
Kimbilir, belki bu sırdandır, sevgili Peygamber’in eşlerinin ve de bebeklerin yüzünü seyredişi. Velîlerin, bozuk kalblerin anlamamakla kalmayıp yanlış anladıkları, meclislerinde bir masum yüz sahibi bulundurup o yüzü tefekkür edişleri. Hem, tesettür emrinin binlerce sırrından biri de, nazarların yüzde yoğunlaşmasıdır belki.
Ama şurası muhakkak ki, çok insan Hz. Peygamber’in yüzünü seyrederek mü’min oldu. "Bu yüzde yalan yok" dedi kimileri. Onun yüzünü okuyup, "İnsanların en eşsizinin yanından geliyorum" diyerek evlerinin kapısını çaldı kimileri.
Yüzün bu eşsiz niteliğinden dolayı da, ‘bilmediği şeye düşman olan’ların düşmanlığını celbeden ilahî şeriat, savaş anında dahi düşmanın yüzünü hedef almayı yasakladı. Karşıdakinin yüzü hedef seçilerek ne ok atılabilir, ne kılıç savrulabilir, dedi. Hatta savaşta ölmüş düşmanların yüzüne eziyet edilmesini de yasakladı. İlahî şeriatın nuranî tebliğcisinin öğrettikleri arasında, çocuğun yüzüne tokat atmamak, hatta hayvanların dahi yüzünü dağlamamak veya nişan almamak vardı.
Yüzün bu ‘dokunulmazlığı’na rağmen, gelin görün ki, ona ne kötülükler ediyoruz. Başkalarının yapmadığı kötülüğü, kendi elimizle ona yapıyoruz. Kalble birlikte nefis taşıyan insan, hem o yüzün bebeklikteki safiyetini ve masumiyetini bozuyor; hem de, o yüzde ‘ötesi’ni okumayı engelleyen fettanlıklar takınıp boyalar ve süsler takıştırarak yüzün ‘ayna’lığını engelliyor. Nice yüz, bir Cemîl-i Zülcelâlin habercisi iken, "Cemîl benim, güzel benim; bu güzellik kendimden" iddiasını takınıyor.
Ve eğer, ‘bebek yüzlerindeki masumiyet’ üzerine ihtisas yapmamış ise insan, bu ‘ismetsiz cemal-i sûretler’e kapılıp kalıyor. Ayna ile ‘ötesi’ni seyredecek iken, aynalara tapınıyor. Tapıldıkça kararan ve karanlıklaşan ve bir gün ‘Güzel olan benim’ foyası yaşlılık ve ölümle açığa çıkacak olan ‘masumiyet mahrumu’ aynalara...
İnanın, bebek yüzlerini doğru okuyan tek bir insanın, yüzündeki sanatı kendine mal eden, ve Allah vergisi güzelliğini başkalarını esir ettiği bir silaha dönüştüren kişilere kapılabileceğini sanmıyorum.
Zira, Kelâm-ı Ezelî mü’minleri ‘sîmalarında secdenin eseri görülenler’ olarak tarif ettiğine göre; secdesizliğin veya yanlış adreslere secdenin eserini de okuyabilir insan. Kimi yüzlerde cennetin kokusunu duyduğu gibi, cehennem alevi gibi kalbleri yakan yüzleri de farkedebilir.
Elbette, ‘okuma’ alışkanlığı varsa... İnsanî duygularını nefsin ânlık hazlarına satmamışsa...