Marifete giden farklı yollar: nazar, tasavvuf ve…

Zeyneb Hafsa

BİR ÖNCEKİ yazıda İbnü’l-Arabi’nin Razi’ye yazdığı mektup üzerinden akıl ve İslam’daki yerine değinmiştik. Bu yazıda İbnü’l-Arabi’ye de cevap veren Said Nursi’nin cevabından ve akıl-bilim-İslam arasındaki ilişkiden bahse geçeceğiz. Fakat yazıya başlamadan önce bir önceki yazıya ufak bir ek yapmak istiyorum. Diyanet Tefsiri’nin Zümer Suresi 17-18. ayetler için olan kısmında şu ifadeler yer alıyor: “Razi’ye göre duyulan bir söz doğru ya da yanlış olabilir ve bunu ayıracak olan da akli kanıttır. Razi bu ayetten yola çıkarak, aklın en iyi ve en doğru olanı ayırt etme konusundaki yetkisini iman, ibadet ve hukuki uygulamalara kadar bütün konulara genellemiş, insanın her konuda akli kanıta (hüccetü’l-akl), eleştirel düşünmeye (nazar) ve mantıksal çıkarıma (istidlal) değer vermesi gerektiği yönünde geniş açıklamalar yapmıştır.” Bu alıntı, Razi’nin İbnü’l-Arabi tarafından eleştirilen yönünü daha bir açıklığa kavuşmaktadır zira bugün modern bilim insanlarının bir kısmı tarafından dahi “sınırlı” kabul edilen aklı yalnız hukuki uygumalar ve ibadet için değil, fakat iman ve hatta marifetullah için dahi temel mihenk taşı olarak görmesi, İbnü’l-Arabi’nin temel eleştiri noktasını oluşturmaktadır. Fakat bu yazıda bahsedileceği üzere İbnü’l-Arabi’nin kendisi de eleştiriden ya da şerhten tamamen azad olamamıştır.

Nursi’den İbnü’l-Arabi’ye şerh

Said Nursi, İbnü’l-Arabi’ye cevaben şöyle demektedir:

“Muhyiddin-i Arabî’nin nazarına Fahreddin Râzî’nin ilm-i kelâm vasıtasıyla aldığı marifetullah ne kadar noksan görülüyor. Öyle de tasavvuf mesleğiyle alınan marifet dahi, Kur’ân-ı Hakîm’den doğrudan doğruya, veraset-i Nübüvvet sırrıyla alınan marifete nisbeten o kadar noksandır. Çünkü, Muhyiddin-i Arabî mesleği, huzur-i daimîyi kazanmak için لاَ مَوْجُودَ اِلاَّ هُوَ (O’ndan başka mevcut yoktur) deyip, kâinatın vücudunu inkâr edecek bir tarza kadar gelmiş. Ve sairleri ise, yine huzur-, daimîyi kazanmak için, لاَ مَشْهُودَ اِلاَّ هُوَ (O’ndan başka müşahede edilecek bir şey yoktur) deyip kâinatı nisyan-ı mutlak altına almak gibi acip bir tarza girmişler. Kur’ân-ı Hakîm’den alınan marifet ise, huzur-i daimîyi vermekle beraber, ne kâinatı mahkûm-i adem eder ne de nisyan-ı mutlakta hapseder.

Bir su getirmek için, bazıları küngân (su borusu) ile uzak yerden, dağlar altında kazar, su getirir. Bir kısım da her yerde kuyu kazar, su çıkarır. Birinci kısım çok zahmetlidir, tıkanır, kesilir. Fakat her yerde kuyuları kazıp su çıkarmaya ehil olanlar, zahmetsiz her bir yerde suyu buldukları gibi, aynen öyle de: Ulema-i ilm-i kelâm, esbabı, nihayet-i âlemde teselsül ve devrin muhaliyetiyle kesip, sonra Vâcibü’l-Vücudun vücudunu onunla ispat ediyorlar. Uzun bir yolda gidiliyor. Amma Kur’ân-ı Hakîm’in minhâc-ı hakikîsi ise, her yerde suyu buluyor, çıkarıyor. Her bir âyeti, birer asâ-yı Mûsâ gibi, nereye vursa âb-ı hayat fışkırtıyor. وَفِى كُلِّ شَىْءٍ لَهُ اٰيَةٌ تَدُلُّ عَلٰى اَنَّهُ وَاحِدٌ (Her şey O’nun varlığına delildir) düsturunu her şeye okutturuyor. Hem iman yalnız ilim ile değil; imanda çok letâifin hisseleri var. Nasıl ki, bir yemek mideye girse, o yemek muhtelif âsâba, muhtelif bir surette inkısam edip tevzi olunuyor. İlimle gelen mesâil-i imaniye dahi, akıl midesine girdikten sonra, derecâta göre ruh, kalb, sır, nefis ve hâkezâ, letâif kendine göre birer hisse alır, masseder. Eğer onların hissesi olmazsa noksandır. İşte Muhyiddin-i Arabî, Fahreddin Râzî’ye bu noktayı ihtar ediyor.”

Bu notun ikinci kısmında Said Nursi, Razi’ye İbnü’l-Arabi tarafından yazılan mektubun sebebini açıklarken ilk kısımda İbnü’l-Arabi’nin de tabiri caizse sigaya çekilebileceği bir noktaya temas ediyor. Özetle İbnü’l-Arabi, Allah’ı ve kainatı bilme gibi oldukça metafizik bir konuda akıl yönteminin yetersiz kalacağını ve bu noktada tasavvufa ve onun araçlarına başvurulması gerektiğini belirtirken Said Nursi bu ikincisinin dahi yetersiz kalacağını, bunu tamamlamak adına doğrudan Kur’an-ı Hakîm’den alınan marifete ihtiyaç duyulduğunu belirtmektedir (ki bu günümüzde moda olan Kur’ancılık akımıyla karıştırılmamalıdır ancak yazımızın konusu olmadığı için buna girmiyoruz). Neticede bu eleştiriler ya da şerhler silsilesi, belki de genel anlamıyla ilim edinmek için gerekli araçların sıralamasına bizi götürmektedir:

Akıl > Tasavvuf > Kur’an-ı Hakîm

Nursi ve ilim anlayışı

Buradan hareketle şu sorulabilir: Said Nursi’nin ve risalelerin ilimle bağlantısı ne noktadadır? Benzer bir soruyla yola çıkan Alparslan Açıkgenç, risalelerin hangi tür ilme girdiğini araştırırken şu bilgilere eriştiğini ya da şunları düşündüğünü anlatmaktadır. Öncelikle risaleler klasik bir sosyoloji, tasavvuf vb. tarzı ilmî ayrımlara denk düşmemektedir. O sebeple ilim kelimesinin kendisine dönmekte ve hakikatini en hatasız kaynaktan, Kur’an’dan araştırmakta yarar vardır. Buna göre ilim Kur’an’da %60-70 oranında “bilmek” anlamında kullanılmıştır. İkinci olarak, “vahiyle gelen bilgi” manasına da kullanılmaktadır. Nitekim Kur’an ilmi, en yüksek mertebeli ilim olarak geçmektedir. Buna göre peygamberlere gelen vahyin hepsi ilim olarak adlandırılmaktadır. Alimler ise peygamberlerin varisleri olarak adlandırılmaktadır. Özellikle son peygamberin varisleri… Fakat bunun için yaşantılarını da ona uygun hale getirmeleri gerektirmektedir. Nitekim İslam’ın erken dönemlerinde ilim hep Kur’an ve hadisler için kullanılır. Bugünkü anlamda sosyoloji vb. ilimler fıkıh kelimesi içerisinde yer almaktaydı. Fakat daha sonra Yunancadan yapılan tercümelerle bilim kelimesi ilim kelimesiyle karşılanmış, bu ikisi birbirinin yerine kullanılır olmuştur. Nitekim bugün de bu anlamda kullanılmaktadır. Fıkıh ise daralıp ibadet ve hukuka sıkıştırılmıştır. Buraya kadar bahsi geçen her iki anlamdaki ilmi -yani tebliğ ilmi ve bilim anlamındaki ilim- almaya çalışanlar da vardır. Bunlar hem Kur’an ilmini hem de fizik, kimya gibi ilimleri bir araya getirmeye çalışmaktadırlar.

Açıkgenç’e göre fizik, kimya gibi ilimleri, vahyin esası altında ele alanlar aydın ilim yapmış olurlar. Böylece vahyi alıp kendi alanlarında yansıtma yapmaya çalışırlar. Bu üçüncü tür ilim (ilki sadece peygamberler için olan vahiy ilmi, ikincisi belli alimlerle olan verasetle gelen ilim ve üçüncüsü her türlü alimin amaçlaması gereken bu ilim) bugün bizim de kendi alanlarımızda gerçekleştirmeye çalıştığımızdır (örneğin ben İslam ekonomisi çalışarak bunu naçizane yapmaya çalışmaktayım). Neticede bilimsel bilginin amacı eşyanın hakikatini bulmaktır ama aklı esas alır. Tebliğ ilmi ise kalbi esas alır. Bu noktadan itibaren Açıkgenç tebliğ ilmi ile bilimsel bilginin farklarını ortaya koymaktadır.

Son olarak, Said Nursi ve risale nerede durmaktadır? Nursi yaşantısını sünnet-i seniyyeye göre kurmuştur. Eski Said iken amacı bilimsel bilgiyi İslam’a hizmet için kullanmakdır. Sonra ise bütün amacı Kur’an olmuştur. Velhasıl Risale-i Nur tebliğ ilmine dahildir. Fıkıh alanına ise girmemektedir. Said Nursi, bunu daha sonraki dönemlerin yapacağı bir şey olarak belirtmektedir.

  04.08.2022

© 2021 karakalem.net, Zeyneb Hafsa



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut