Bize lâzım olan sıdk: Harrâz’ın Kitâbu’s-sıdk’ına Münâzarât’tan bir bakış

Abdullah Taha Orhan

Sıdk aşina olduğumuz ve anlamını bildiğimizi sandığımız kelimelerden. Fakat gerçekten öyle mi acaba? Harrâz’ın Doğruluk Kitabı ve Nursî’nin Münâzarât’ı bizi sıdk üzerine yeniden düşünmeye çağırıyor. Zira onlara göre sıdk sadece doğru sözlü olmak değil, küllî bir ahlâk ve bu ahlâk, ancak bilginin akledilerek eyleme geçirilmesiyle elde edilebilecektir.


- Her şeyden evvel bize lâzım olan nedir? - Doğruluk.
- Daha? - Yalan söylememek.
- Sonra? - Sıdk, ihlâs, sadâkat, sebat, tesanüd.
- Yalnız? - Evet. - Neden?
- Küfrün mahiyeti yalandır. İmanın mahiyeti sıdktır.
Şu burhan kâfi değil midir ki, hayatımızın bekası, imanın ve sıdkın ve tesanüdün devamıyladır.

- Said Nursi, Münâzarât (1911).

SIDK; SIDDIK, SADIK VE SADAKAT gibi türevleriyle Türkçede aşina olduğumuz ve dolayısıyla anlamını bildiğimizi kabul ettiğimiz kelimelerden. Ebû Bekir es-Sıddîk radiyallahuanh diyoruz mesela. Ya da filanca kişi işine çok sadık… Sıdkı ise daha çok Türkçe karşılığıyla dürüstlük ve doğruluk şeklinde kullanıyoruz. Daha çok da “doğru sözlü” olmak anlamında.

Tüm bunlar doğru olmakla beraber halen sıdkta tam anlamadığımız noktalar olduğunu düşünüyorum. Bediüzzaman’ın, müslümanların en çok ve hatta tek ihtiyaçlarının sıdk olduğunu söylemesini nasıl anlamalıyız örneğin? Sadece doğru söylemek, yalan söylememek midir sıdk? Başta alıntılanan ilgili Münâzarât pasajında Bediüzzaman’ın ilk soruya “doğruluk” şeklinde cevap vermesinin ardından ikinci soruya “yalan söylememek” diye cevap vermesi aslında bize bir ipucu veriyor gibi. Ve ardından üçüncü defa sorulduğunda daha net bir biçimde sıdkı ihlas, sadakat, sebat ve tesanüd ile irtibatlandırması da. Dördüncü sorunun ardındansa sıdkı doğrudan doğruya imanla eşleştirmesi bu kavramı kuşatıcı bir anlam alanına sahip olarak kullandığını açık bir şekilde gösteriyor.

Şöyle özetleyelim.

Bediüzzaman’a göre sıdk tüm güzel ahlâkları içinde barındıran -“iman yetmiş şu kadar cüzdür” (Müslim, Îmân, 58) meâlindeki hadis-i şerifi hatırlayalım- iman gibi, onunla eşanlamlı kullanılabilecek bir çatı kavramdır. Anlam alanında evvelemirde doğruluk, yalan söylememek, ihlâs, sabır/sebat, tesânüd gibi güzel ahlâklar da yer alır.

Harrâz’ın perspektifi: Doğruluk Kitabı

Şimdi kavrama bir de sıdka özel bir kitap kaleme alan dokuzuncu asır sûfîlerinden Ebû Saîd el-Harrâz’ın (ö. 277/890) perspektifiyle bakalım.

Tasavvuf ilminin kurucu dönemi ve halkasından, yani hicri üçüncü asır Bağdat sûfîlerinden olan Harrâz, sıdk üzerine müstakil bir risale yazarak sıdkı düşüncesinin ve tasavvufî yaşantısının merkezine aldığını gösteriyor.

Risalesinde Harrâz, aynen Bediüzzaman’ın yaptığı gibi, sıdkı ihlâs ve sabır ile ilişkilendirerek onların ve aslında diğer tüm güzel ahlâkların üstün mertebesine sıdk denebileceğini ifade ediyor. Örneğin sabrın sıdkından bahsedebileceğimiz gibi takvanın, zühdün, vera‘ın ya da muhabbet gibi aynı zamanda tasavvufî terbiye yolculuğunun durakları olan makamların hepsinin birer sıdk derecesi olduğuna dikkat çekiyor. Harrâz’dan anladığımız kadarıyla sıdk başlı başına bir ahlâk olmakla beraber her ahlâka içkin olarak bulunan ve harekete geçirildiğinde o ahlâkın kemâle ermesine sebep olan bir üst ahlâk, bir çatı kavram…

Sûfîlerin tasavvuf ve zühd gibi kavramlar için de benzer bir tercihte bulunduklarını biliyoruz. Buradan bakıldığında Harrâz için sıdk hem tasavvuf için hem İslam için hem iman için hem de ihsan vb. tüm kavramlar için eşanlamlı kullanılabilecek küllî bir kavram. Dolayısıyla bu noktada Bediüzzaman’la birebir örtüşüyorlar. Tüm güzel ahlâkları kuşatan kavramımız olarak imanın mahiyeti sıdktır, demişti Nursi. Harrâz da küllî imanın tüm cüzîlerine yayılmış bir kavram olarak ele alıyor sıdkı bu eserinde. Buradan bakılınca da şu daha açık bir biçimde görülüyor: dokuzuncu yüzyılda da müslümanların en büyük ve belki de tek ihtiyacı sıdk iken bu yirminci yüzyılda da böyle oldu ve dünyanın ömrü var ise gelecek asırlarda da böyle olacak.

Neden ‘sıddîk’?

Hz. Ebû Bekir’e sıddîk -ki her ahlâkın kemâl mertebesi olan sıdkın da en kemâl haline işaret eden mübalağa kipinde kullanılmış halidir bu- lakabının verilmesinin hikmeti bu perspektiften bakıldığında biraz daha billurlaşıyor gibi. O sadece imanda en kâmil mertebede değildi, aynı zamanda imanın tüm alt cüzlerinde de en kâmil dereceyi şahsında tahakkuk ettirdiği için sıddîkiyyet mertebesine nail oldu. Bu sadece doğru sözlü olmaya ya da sadâkat bağlamına indirgenemeyecek bir anlam zenginliğini ve derinliğini barındırıyor.

Harrâz’ın Türkçeye Doğruluk Kitabı olarak çevrilen ilgili risalesinde sıdkı kazanmanın temeli olarak gösterdiği yol ise tüm zamanların tüm sûfîlerinin ittifak edecekleri bir hakikate dayanıyor: bilgi-eylem bütünlüğü. Yani imanı amelle gerçek hale getirmek, tahkike eriştirmek… Böyle olmazsa, eyleme geçirilmeyen bilginin insana sadece bir yük olacağını söylüyor Harrâz. Nitekim Tâhâ suresinin başında yer alan ayet-i kerimeyi de bu bağlamda yorumluyor: “Biz Kur’ân’ı sana yük olsun diye indirmedik.” Rasulullah aleyhissalatuvesselam vahyin tüm bilgisini kemâl mertebede eyleme geçirdiğinden onun için vahiy bilgisinin bir yük olması söz konusu olamaz.

Eserde dikkat çeken bir diğer husus yukarıda sıdkın alt dalları olarak zikrettiğimiz tüm güzel ahlâkların kazanılmasının akletmek ve tefekkür etmekle elde edileceğinin ifade edilmesi. Çünkü Harrâz’a göre vahiyle ve sünnet-i seniyyeyle bize gelen bilgiyi eyleme geçirmemek gerçek akılsızlığın ta kendisidir. Diğer bir deyişle akıllı insan ahiret merkezli bir dünya hayatı kuran bu bilgi kaynaklarına ciddiyetle kulak verip, onları sıdk ile eyleme geçiren kişidir. Aklın neredeyse ahlâkla eşanlamlı olarak düşünüldüğü bu bakış açısını çağdaşı bir diğer önemli sûfî olan ve akıl meselesi üzerine İslam geleneğinde ilk müstakil eseri kaleme alan Muhâsibî’de (ö. 243/857) de görüyoruz. Burada Harrâz’ın sıdkın temel taşlarından olarak Allah’ın hukukuna riâyet etmeyi gördüğünü de er-Riâye li hukûkillah (Allah’ın Hukukuna Riâyet) adlı enfes kitabın müellifi Muhâsibî’yle bir diğer önemli ortaklığı olarak -saded harici olsa da- zikredelim.

Hâsıl-ı kelâm, Bediüzzaman’ın 1911 yılında İslam ümmeti için yegâne çare olarak zikrettiği sıdk/doğruluk, sadece ‘sözde’ doğruluğa indirgenemeyecek bir anlam derinliğini barındırıyor. Bunu, sıdk hakkında müstakil ilk eser olan ve takriben 850’lerde Ebû Saîd el-Harrâz tarafından kaleme alınan Kitâbu’s-sıdk’tan da anlıyoruz. Aralarında bin senelik bir fark da olsa iki yazar da aynı noktalara işaret ediyor: sıdk küllî bir ahlâktır, her bir ahlâkın bir sıdk derecesi vardır ve bu, ancak bilginin akledilerek eyleme geçirilmesiyle elde edilebilecektir.

  12.04.2022

© 2021 karakalem.net, Abdullah Taha Orhan



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut