Sıradan, sırası gelmiş bir gün…

Mustafa H. Kurt

Güvercinler şefkatli gözlere muhtaç halleriyle yine parka konup uçuyor, bulutlar rahmet dolu yükleriyle birbiri ardınca sıralanıyor, yağmurun ıslattığı çamur zemindeki sarı yapraklar ise yanı başlarındaki en taze ayak izlerine rağmen her halleriyle ölümü de hatırlatmaya devam ediyorlardı.

Dünya bir yönüyle böyleydi işte; sonsuz arzuların hedefi fakat ani bitişlerin de sahnesiydi.



KRONİK AĞRILARLA bölünmüş uykusuz bir gecenin sabahında yatağından yorgun argın doğruldu. Yavaşça araladığı kalın perdenin ardından karşılaştığı kapalı havayı süzerken, “kış yine geldi..” diye efkarla söylendi. Soğuğu sevmiyordu, soğuk havaların insanı değildi. Daha doğrusu soğuğu sevmediği fikrine öteden beri inanmaktaydı. Gerçi yazın bazen haftalar süren aşırı sıcaklarda bu kez de sıcağa dayanamaz, günler geceler boyu kendini adeta bir kabusta hissederdi ama, olsundu. Son birkaç gündür bastıran soğuklar ve buna bağladığı boğaz ağrısı yüzünden, evden çıkarken yine de kara bulutlara karşı gergin bir yüz ifadesi takınmaktan kendini alamadı.

İşte, yanılmamıştı; dışarıda hava tedbirsizliği affetmeyecek kıvamda soğuktu maalesef. Dökülen nemli yaprakların neredeyse tamamen kapadıkları kaldırımda yürürken, “şu hale bak, adım atacak yer kalmamış yahu” diye içten içe kızmaya devam etti. O sıra önünden geçtiği komşu evin lambası yanınca adımlarını hızlandırdı. Ne de olsa bu gergin yüz ifadesini ve çatık kaşlarını sabah sabah aceleyle düzeltmek zahmetine katlanmak istemiyordu. Öyle ya, şimdi komşusuyla selamlaşmak hatta zoraki birkaç kelam etmek zorunda bile kalabilirdi…

Az sonra her zaman uğradığı poğaçacıya doğru karşı kaldırıma geçeceği sırada, o küçük dükkânın ta dışarıya taşan kalabalığını fark etmesiyle birlikte çatık kaşları daha da çatılmış oldu. Sanki başka poğaçacı yokmuş gibi bu ne kalabalıktı böyle? İçinden bir “lâ havle…” çekti ve beklemek yerine otobüsü kaçırmamak için aceleyle yoluna devam etmenin daha doğru olacağına karar verdi. Buna karar verdi vermesine ama yine de hızlı yürüyemiyor, yol boyunca uzanan ağaçlardaki güvercinlerin dökülmüş nemli yapraklarla buluşturdukları gübreleri adımlarını hiç yoktan yavaşlatıyordu maalesef. Dahası bu gidişle ayakkabısı ya da pantolonu dahi kirlenebilir, hatta eğer dikkat etmezse taze gübrenin marifetiyle kayganlaşmış bir yaprağa basarak şu nemli kokusunu her yana yayan zemine kapaklanması bile mümkün olabilirdi. İçinin gittikçe daraldığını hissetti ve hayli gergin bir tınıyla “bu ne çiledir yahu sabah sabah?!” diye diye ilerlemeye devam etti. Ne var ki bir yandan da aklı poğaçalarda kalmıştı aslında. İşte tam da o an, her sabah otobüs durağının yanında gördüğü simitçiyi hatırladı. O simitler de fena değillerdi hani; evet evet, oradan zeytinli bir simit alır ve işyerinde sıcak bir duble çayla birlikte kahvaltısını güzelce yapabilirdi pekâlâ.

Bir dakika kadar sonrasında ise soluk soluğa ve kalabalık yüzünden zorlukla girebildiği otobüsten durağın ve simitçinin uzaklaşan görüntülerini melül şekilde izlemekteydi.. Köşeyi döndüğünde otobüsün son yolcularını almakta ve duraktan kalkmak üzere olduğunu görmüş, simit işini halledemeden kendisini aceleyle içeri atmak zorunda kalmıştı ne yazık ki..

Otobüste zorlukla tutunduğu demirden dışarıya, daha doğrusu yolcuların pencere camına yansıyan ve insana hoşnutsuzluğu hatırlatan donuk simalarına bakındı bir süre. Kimse kimseye bakmak istemiyor, dışarda hızla geçen ve hemen hepsinde sadece bir kişinin bulunduğu çoğu lüks arabaları görme pahasını da olsa bakışlarını dışarı salıyordu herkes. O sıra yeniden başlayan yağmurla hava daha da karardı. Kararan havayla birlikte cama yansıyan suretler daha da belirginleşti, yansıttığı suretlerin daha da belirginleşmesiyle bu kez de bakışlar camdan başka istikametler aramaya başladılar.

Bu manzara karşısında yüzünü yere eğdi ve ekşi bir yüz ifadesiyle “ne harika bir sabah!” diye başını iki yana doğru ağır ağır salladı. Hemen ardındansa, oysa her şey böyle mi olmalıydı diye düşündü tıpkı böyle zamanlarda bunu sıkça düşündüğü gibi.. Eğer zamanında hayal ettiği okula girebilse ve arzuladığı mesleği elde edebilseydi, böyle mi olurdu? Şu acı hayat bu zamana dek kıymetini takdir edebilseydi şayet, şimdi kim bilir nerelerde olurdu? Gerçi hiçbir zaman parlak bir öğrenci de olamamıştı ve okul yılları haytalık peşinde geçmişti, bu doğru ama.. Ama işte o arkadaş çevresi var ya, ah, bütün suç da onlarındı aslında! Çünkü rahat bıraksalar o vakitler sınava adamakıllı hazırlanır ve böylece şimdiki hayat şartlarının çok üzerinde yaşayacağı bir konuma sahip olabilirdi. Şu an ise hayattan ve zevkten bir şey anlamayan, iki lafı bir araya getiremeyen, güdük hatta hödük tiplerin emri altında ve asla potansiyelinin karşılığı olamayacak bir maaşla çalışmak zorunda kalması, kanına dokunuyordu.

Havadaki bulutların daha da kararttığı duygu ve düşüncelerle otobüsten inerek bakımsızlıktan dökülen tarihi kör çeşmenin köşesinden döndü. Çamura doymuş zemininde yeniden ağır adımlara mecbur kaldığı parkta ilerlerken, bir yandan uzaktan beliren çalıştığı binaya bakıyor, bir yandan da eşine babasından kalacak dairenin parasıyla biraz da borçlanarak hem bir araba hem de şimdiki muhitten daha nezih bir semtte uygun bir ev almayı hayal ediyordu. Hem kim bilir, belki sıkça selam yolladığı uzak kuzeninin birkaç yıl içinde kalkınmasında büyük pay sahibi olan bazı mühim zatların bir dokunuşuyla bir gün kendisi de bir yerlerden bir mevki kaparsa hiç bu hesaplara bile gerek kalmaz, o kurnaz eski patronunun övmekten bıkmadığı Yalova’daki yazlıklardan birisine dahi müşteri olabilirdi.

Bu umutlarla parkı geride bırakırken, “Ah ah, nasip olur mu bir gün?!” diye iç geçiriyordu...

O sıra parkın çıkışında kendisine doğru el açan üstü başı dökük zayıf bir ihtiyar: “Ömrün uzun olsun beyim, Allah rızası için bir sadaka” deyince hiç aldırmadan yoluna devam etti. Böyle şeylere karnı toktu ne de olsa. Ama şimdi adamdan yansıyan bu kısa manzara hayat hakkındaki fikirlerinin daha da pekiştiğini düşündürmüştü kendisine. Öyle ya, adam eğer sahtekâr değilse, bu yaşta bu hale düşmesinin tek nedeni maddi yönden zayıf olmasıydı tamamen! Parası olsa hiç böyle olur muydu?! İmkânı yoktu bunun. Fakirin yüzü soğuk, dostu da kendi gibi fakir olurdu çünkü. Onun için dikkatli olmalıydı. Şu çapsız işinden de, şu uzak semtinden de, şu otobüs yolculuklarından da, şu yorgunluğuna rağmen böylesi sabahları yaşamaktan da, şu harcanıyor oluşundan da kurtulmak için mutlaka ‘güçlü’ olmalı, güçlü dostlar edinmeliydi. Hele yaşlılıkta bile böylesi dramların kahramanı olmamak için hep artırmalı, doğru yatırımlar yapmalı ve de insanların itibar gösterdiği, haline vaktine bakıp iç geçirdikleri görüntüler vereceği bir konuma yükselebilmek için elinden geleni yapmalıydı.

Hırsına katık ettiği hayalleri ve planlarıyla caddeden karşıya geçerken, az önce sadaka isteyen yaşlı adamın gözleri önünde birden son nefesini verdi! Kendisine çarpan koca kamyonun arkasındaki şu cümle, dünyadan şahit olduğu son sahne olmuştu: “Hayat fani, ölüm âni!”…

İhtiyarın ise ağlamaklı bir sesle, “Az sadaka çok belayı def eder be oğlum” cümlesi dökülüyordu dudaklarından.

O sıra güvercinler şefkatli gözlere muhtaç halleriyle yine parka konup uçuyor, bulutlar rahmet dolu yükleriyle birbiri ardınca sıralanıyor, yağmurun ıslattığı çamur zemindeki sarı yapraklar ise yanı başlarındaki en taze ayak izlerine rağmen her halleriyle ölümü de hatırlatmaya devam ediyorlardı.

Dünya bir yönüyle böyleydi işte; sonsuz arzuların hedefi fakat ani bitişlerin de sahnesiydi. Öyle ki, çağlar öncesinden gelen çağlar ötesi bir rivayet, barındırdığı pek hikmetli nasihatlerin yanında bize bunu da ders vermekteydi:

“Resulullah (s.a.s) yere bir çizgi çizdi ve “Bu insanı temsil eder” buyurdu. Sonra bunun yanına ikinci bir çizgi daha çizerek: “Bu da ecelini temsil eder” buyurdu. Ondan sonra daha uzağa bir çizgi daha çizdikten sonra: “Bu da emeldir” dedi ve ilave etti: “İşte insan daha böyle iken (yani emeline kavuşmadan) ona daha yakın olan (eceli) ansızın geliverir.” (Buhari, Rikak: 4; Tirmizi, Zühd: 25, (2335); İbn Mace, Zühd: 27, (4232).

  22.10.2021

© 2021 karakalem.net, Mustafa H. Kurt



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut