Sabrın Peygamberi
anlaşılmayı bekliyor

Fuat Akdeniz, İlker İnanç Balkan

Belâlar insana isabet ettiğinde sonucu belirleyen insanın kendi yaklaşımıdır.


Giriş

İNSANLIK TARİHİNİN en büyük salgınlarından birini yaşıyoruz. Çin’den dünyaya yayılan bir virüs yüz elli milyondan fazla insana bulaştı, üç milyondan fazla insanın ölümüne sebep oldu. Salgın milyonlarca insanda ağırlaşan kronik hastalıklar, akciğer-kalp-nöropsikiyatrik sorunlar başta olmak üzere kalıcı izler (sekeller) bıraktı. Hastalığın girmediği ev kalmadı. Tanıdıklarımız, sevdiklerimiz, yakınlarımız... Hastaneler doldu. Hayatın her veçhesi salgından etkilendi. Binlerce insan işini kaybetti, iflas etti. Evlerimize kapandık, olan biteni ibretle izliyor, kendimize dersler çıkarıyor ve dua ediyoruz: “Allahım! Rahmetinle, lutfunla bu salgın imtihanımızı bitir. Sen merhametlilerin en merhametlisisin.” Tıpkı Eyyub aleyhisselam gibi…

Kur’ân bize Eyyub peygamberin sabrını örnek verir. Kısa bir süre içinde ardarda gelen musibetlerle servetini, dostlarını, ailesini, sağlığını yitiren; fakat sabır ve salât ile Allah’a yönelmeye devam eden (evvâb) bir peygamber. Peki, onun sabrı nasıl bir sabır idi? Yıllarca halini hiç Allah’a arz etmeden, musibetlerin durması için, hastalığının şifası için hiç yardım istemeden bekledi mi gerçekten? Hiçbir şey yapmadan bekledi mi?

Kur’ân’da kısaca, toplam altı âyette aktarılan Hz. Eyyub kıssası, aslında bizim için gerekli tüm ders ve mesajları içerir. Bundan fazlasının ‘gereksiz detaylar’ olduğunu, kıssaya dair tefsirlerde yer verilen İsrailiyat kaynaklı rivayetlerden anlıyoruz. Kıssadaki ‘boşluk’ları Tevrat’taki anlatılarla doldurarak anlamaya çalışmak bizi Eyyub aleyhisselamın sabrına yaklaştırıyor mu gerçekten, yoksa uzaklaştırıyor mu?

Allah (c.c.) dualara mutlaka karşılık verir. Pandemi bitecek, hayat normale dönecek. Çoğumuz kaybettiklerimizden çıkardığımız dersleri unutacağız ve gafletimize kaldığımız yerden devam edeceğiz. Uçağımız türbülansa girince Allah’a yalvaracak, yere inince pilotu alkışlamakla yetineceğiz. Hastaneye yatınca Allah’a yalvaracak, iyileşince ilacı, doktoru, kendi çabamızı öveceğiz. Allah’ı övmeyi, hâşâ, ilkel ve banal bulacağız.

Tıpkı okyanusta fırtınaya yakalanınca Rabbine dönüp karaya çıktığında şirk koşmaya devam eden atalarımız gibi…

Tıpkı Eyyub peygamberin çağları aşan sabrının sesine kulak tıkayıp sırtını dönen kavmi gibi...

Kur’ân’ı Anlamada Genel İlkeler

Kur’ân’ı anlamada esas aldığımız ilkeler, Eyyub aleyhisselam ile ilgili âyetlerden dersler damıtırken kullanacağımız yöntemi de belirlemektedir:

  1. Kur’ân’da bir yerde özet olarak verilen olay, başka yerde detaylandırılır; mücmel/kapalı olarak geçen konu, başka yerde ayrıntılı anlatılır; müphem/belirsiz olarak geçen konu/kavram, başka yerde açıklanır; mutlak/sınırsız olarak geçen bir konu/kavram, başka yerde mukayyed/sınırlandırılmış olarak geçer; umumi olarak geçen hüküm/konu, başka yerde özelleştirilir.

    Zümer sûresi 23. âyette şöyle buyurulmaktadır:

    Allah sözün en güzelini (ahsene’l-hadîsi), müteşâbih (benzeşen anlamlı) ve mesânî (hakikatleri tekrarlanan) bir kitap olarak indirdi. Bu (Kitab)ın etkisiyle Rablerine saygı duyanların tüyleri ürperir. Sonra hem derileri hem de kalpleri Allah’ın zikrine (Kur’ân ’a) ısınıp yumuşar. İşte bu (Kitap), Allah’ın, dileyeni (layık gördüğünü) kendisiyle doğru yola ulaştırdığı bir rehberdir. Allah kimi de saptırırsa (sapkınlığını onaylarsa) artık ona hiçbir yol gösteren olamaz. (Mehmet Okuyan meali)

    Bu âyet, Kur’ân’da yer alan her âyetin başka bir âyeti veya âyet grubunu açıklayıcı özelliği bulunduğuna delil olarak kabul edilebilir. Her âyetin anlam ikizi olan başka bir âyet veya âyetler grubu vardır ve bu karşılıklılığın sonsuz kez tekrarlanması Kur’ân’ın mucizelerindendir. Âl-i İmran sûresi 7. âyette geçen ve kelam ilminde esas alınan “muhkem ve müteşâbih âyetler” ayrımından farklı olarak Zümer 23’te her âyetin bir yönüyle muhkem, diğer yönüyle müteşâbih olduğu ifade edilmektedir ki, tefsir ilminde esas alınan yaklaşım budur/bu olmalıdır. Her âyet, karşılıklı benzeştiği (müteşâbihi olan) başka bir âyet/âyet grubu ile anlaşılır hale gelir, içeriği netleşir ve muhkem yönü açığa çıkar.

    Birinci örnek: En’am sûresi 82. âyette geçen “iman eden ve imanlarına zulüm bulaştırmayanlar” ifadesindeki “zulüm”den kasdın şirk olduğunu Lokman sûresi 13. âyetten öğreniyoruz. Buna göre anlam, “iman edip imanlarına şirk bulaştırmayanlar” şeklinde vuzuha kavuşmuş oluyor.

    İkinci örnek: Fatiha sûresinde geçen “Bizi kendilerine nimet verdiklerinin yoluna ilet” ifadesindeki “nimet” kelimesinin nasıl anlaşılacağını bize son inen âyet (Mâide sûresi 3), “Bugün size nimetimi (vahyimi) tamamladım” öğretmektedir. Nimet verilenlerin kimler olduğunu ise, Nisâ 69. âyetten öğreniyoruz.

    Üçüncü örnek: Sâd sûresi 41. âyette geçen ve Eyyub aleyhisselamın dilinden öğretilen “Bana şeytân nusb ve azab vermektedir/ messeniyeşşeytânu bi nusbin ve azâb” ifadesinde “şeytân” kelimesi ile insanı bıkkınlığa, ümitsizliğe, sabırsızlığa ve isyana sevk edebilecek her türlü “zarar”ın kastedildiğini; Enbiyâ sûresi 83. âyette aynı konu ile ilgili aynı cümlede şeytân kelimesinin “durr/zarar” kelimesi ile karşılanmış olmasından (messeniye’d-durru/ zarar dokundu) anlıyoruz.

  2. Özel anlama iten (sârif) bir nitelikte olmadığı sürece kelimeyi umumi anlamıyla almak Kur’ân’ın evrensel mesaj olma özelliğinin ve kuşatıcılığının gereğidir.

  3. Kur’ân’ın ana teması tevhid olduğundan, Kur’ân’ı anlama çabası süresince daima tevhid mesajı eksene alınmalıdır. Bu kural Hz. Eyyub kıssasını anlarken de akılda tutulmalıdır. Kur’ân Allah’ın nebi/resullerinin tevhid mücadeleleri üzerinde durur. Hayatlarındaki diğer detaylara değinmez. Hazreti Yusuf’un uzun hikâyesine yer veren Yusuf sûresinin 39 ve 40. âyetleri kıssanın “taşıyıcı sütunu” hükmündedir :

    “Ey hapishane arkadaşlarım! Çeşit çeşit tanrılar mı, yoksa gücüne karşı durulamaz olan bir tek Allah mı (inanıp bağlanmak için) daha iyi? Allah’ı bırakıp da taptıklarınız, sizin ve atalarınızın taktığı birtakım isimlerden başka bir şey değildir. Allah onlar hakkında herhangi bir delil indirmemiştir. Hüküm sadece Allah’a aittir. O size kendisinden başkasına ibadet etmemenizi emretmiştir. İşte dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.”

    Tıpkı bunun gibi, Eyyub kıssası da bir tevhid dersi, şirkten arınma dersi olarak okunduğunda musibetlerin kaldırılmasının ve hastalıktan şifaya ermenin yalnızca Allah’tan ve yalnızca O’nun razı olduğu şekilde beklenebileceği mesajı öne çıkmaktadır.

  4. Tüm peygamberlerin toplumlarından mukavemet görmüş olmalarından hareketle, aynı durumu Hz. Eyyub için de öngörmeliyiz. Yani, imtihan sürecini ferdî olarak değil, kavmiyle de yaşadığını bilerek kıssayı okumalıyız.

Kur’ân ’da Hazreti Eyyub

Eyyub ismi Kur’ân’da iki âyette kendilerine vahyedilen (Nisâ 163) ve hidayet verilen (En’am 84) diğer nebi/rasullerle birlikte anılır. Eyyub kıssası ise Enbiyâ 83-84 ile Sâd 41-44. âyetlerde anlatılır. Bu altı âyette Kur’ân Hazreti Eyyub’un başına gelenler hakkında—ana mesajı gölgeleyebilecek—hiçbir gereksiz detaya yer vermez. Kur’ân’ın bu bilinçli suskunluğunu anlamak yerine detaylara dair sorular üreterek İsrâiliyattan (Kitâb-ı Mukaddes’in Eyyub bölümündeki anlatılardan) yanıtlar devşirmek bizi kıssanın ana mesajından uzaklaştırmakta, örnek alınabilecek şekilde anlamamızın önünde engel oluşturmaktadır.

Hz. Eyyub kıssasının anlatıldığı âyetler, mealen şu şöyledir:

Enbiyâ 83-84: Eyyûb’u da an! Hani Rabbine, “Başıma bu dert geldi. Ama sen merhametlilerin en üstünüsün” diye niyaz etmişti. Bunun üzerine Biz, tarafımızdan bir rahmet ve kulluk edenler için anılacak bir örnek olmak üzere onun duasını kabul ettik; kendisinde dert ve sıkıntı olarak ne varsa giderdik; ona aile efradını, ayrıca bunlarla birlikte bir mislini daha verdik.

Sad 41-44: Kulumuz Eyyûb’u da an. O, Rabbine, “Şeytan bana sıkıntı ve acı vermektedir” diye seslenmişti. “Ayağını yere vur (dedik), işte yıkanılacak ve içilecek serin bir su!” Tarafımızdan bir rahmet ve akıl iz‘an sahipleri için de anılacak bir örnek olmak üzere ona aile efradını, ayrıca bunlarla birlikte bir mislini daha bağışladık. (Bir yemini vardı.) “Eline bir demet bitki sapı alıp onunla vur ve böylece yeminini yerine getirmiş ol” (dedik). Gerçekten biz onu sıkıntılara dayanıklı bulduk. O ne güzel bir kuldu! Yönü hep Allah’a dönüktü . (Türkiye Diyanet Vakfı meali)


Eyyub Sabrı Nedir?

  1. Asla pasif bir tahammül, bekleyiş ve tembellik değil; aktif ve dinamik bir sabır ve tevekkül, çözüme yönelik çaba ve gayret içinde olmak demektir.

  2. Yalnız Allah’a dayanıp güvenmek, Allah’ın kudret alanına giren hiçbir konuda başka hiçbir şeyden ve hiç kimseden yardım beklememek, medet ummamak demektir (Fatiha 5, Bakara 186, Hacc 12-13, Ahkâf 5).

  3. İnancın ve azmin gücünü kuşanmaktır.

  4. Hiçbir durumda Allah’tan ümidi kesmemektir.

  5. Araştırma, inceleme, ilim ve bilime yönelmektir.

  6. Fiilî duanın kavlî duaya eşlik etmesi zorunluluğu demektir. Fiilî dua yasası ise; “Bir işin kurallarına göre yapılması ve gereklerinin yerine getirilmesi” demektir.

  7. Mutlak kötülük ve olumsuzluğun reddidir. Belâlar insana isabet ettiğinde sonucu belirleyen insanın kendi yaklaşımıdır. Ümitsizliğe kapılıp gayreti elden bırakıp imtihanı kaybeden insan şeytana yenilmiş olur. Allah için sabredip kazanan kişiye ise kaybettikleri kat kat geri verilir.

Allah’a kullukta sabrı ile Hz. Eyyub, her çağın âbidleri ve ulu’l-elbâbı için ne güzel bir örnektir.

‘Eyyub Sabrı’nı Nasıl Anlamalıyız?

Şimdi yukarıda aktarılan mealden yola çıkarak Hazreti Eyyub kıssasını yanlış anlamamıza yol açan noktaları sorular ile açmayı deneyelim:

  • 1. Hazreti Eyyub, başına gelen bela ve musibetlerin kaldırılması için Rabbine dua etmekten imtina mı etmiştir?

    Hayır. Tefsirlerde yer alan “Takdire rızada sebat etmek için dua edip sıhhat istemekten çekiniyordu…” şeklindeki yorumlar kıssanın mesajıyla taban tabana çelişmektedir. Sâd sûresi 44. âyette “Biz onu sabırlı ve evvâb olarak bulduk” buyurulmaktadır. Demek ki Hazreti Eyyub’un sabrı gibi “inâbe”si de süreklidir, ilk andan itibaren elbette Rabbine yönelmiş, sabır ve salât ile O’ndan yardım dilemiştir. Tek başına “evvâb” ifadesinin mübalağa vezninde olması, yani ilk ândan son âna kadarki süreci kapsayan bir süreklilik anlamı içermesi bu iddiayı çürütmek için yeterlidir. Zira böylesi çileci bir yaklaşım, şeytânın “Allah ile aldatması” anlamına gelecektir. Şeytanın ‘sûret-i haktan görünerek’ sağdan yaklaşması tam da bu olsa gerektir. Hıristiyanlığın ruhbanlık anlayışından beslenen bu tutum, ‘kullukta ve duada sürekliliği’ emreden Hicr/99 ve Furkan/77 âyetlerinin mesajına bütünüyle aykırıdır.

    ”De ki: Ne dersiniz; size Allah’ın azabı gelse veya o kıyamet gelip çatıverse size, Allah’tan başkasına mı yalvarırsınız? Doğru sözlü iseniz (söyleyin bakalım)! Bilâkis yalnız Allah’a yalvarırsınız. O da (kaldırılması için) kendisine yalvardığınız belâyı dilerse kaldırır ve siz ortak koştuğunuz şeyleri unutursunuz. Andolsun ki, senden önceki ümmetlere de elçiler gönderdik. Ardından boyun eğsinler diye onları darlık ve hastalıklara uğrattık. Hiç olmazsa, onlara bu şekilde azabımız geldiği zaman boyun eğselerdi! Fakat kalpleri iyice katılaştı ve şeytan da onlara yaptıklarını câzip gösterdi .” (En’am 40-43)

    Âyetlerden anlıyoruz ki, (Hazreti Eyyub’a verilenler dahil) belâ ve musibetlerin maksadı, kulu Rabbine dönmeye, yönelmeye, yalvarıp yakarmaya ve tam teslimiyete taşımaktır. Keldânîliğin ve Sâbiîliğin dinî yaklaşımları olan astroloji, falcılık, cincilik ve Allah dışındaki varlıklardan medet umma kültürünün cari olduğu bir dönemde Eyyub aleyhisselamın tevhid mücadelesi ve tebliği de bu bağlamda okunmalıdır.

    Bela ve musibetlerden kurtaran, hastaları şifaya kavuşturan yegâne gücün yalnız Allah olduğuna (Şuara 80) imanın temsil ve tebliğ yükünü üzerinde taşıyan Hazreti Eyyub, Enbiyâ 83-84. âyetlerde ifadesini bulan “Ennî messeniye’d-durru ve ente erhamu’r-râhimîn/ Başıma bu zarar (musibet, afet, dert, bela) geldi, Sen merhametlilerin en merhametlisisin” şeklindeki ‘kavlî duâsı’ ile ilk andan itibaren Rabbine yönelmiştir. Peki, duâsı hemen karşılık bulmuş mudur? Evet. Âyetin devamında “Fâ stecebn â lehu/ Ona hemen icabet ettik” denilmektedir . Burada “fâ” edatı “tâkibiyye” anlamındadır. Yani Hazreti Eyyub dua ettikten sonra kenara çekilip beklememiş, fiilî duâ için harekete geçmiş, şifâ için (şifalı su ve bitkiler ile) hemen yola koyulmuş, Rabbimizin icabeti ile de iyileşme süreci başlamıştır.

    Sadece Allah’a dayanıp güvenmek (evvâb olmak) ile elde edilen moral ve motivasyon; stresle baş etmek için gerekli hormonal dengeyi kurmaya yardımcı olmaktadır. Bu da şifânın bir parçasıdır. Günümüzde kanser gibi hastalıkların tedavisinde manevî dinginliğin yeri yadsınamayacak denli büyüktür. Allah’a teslim olma halini tesis ettiği içindir ki, ölmek üzere olan ağır hastalara (ölülere değil) Kur’ân’ı (anlamıyla birlikte) okumak şifâdır. İnanan insana güç ve enerji bahşetmesi, Kur’ân’ın rahmet ve şifâ özelliklerindendir.

    Eyyub kıssasında bütün insanlara teşmil edilecek bir anlam genişliği bulunmaktadır. Gereksiz detaylara girilmemesi de bu evrensel boyutu ile ilgilidir. Sadece hastalık anılsaydı, Bakara 155. âyetteki imtihan çeşitlerinin (korku, açlık, mal-can-ürün kaybı) tamamına şamil olan mesajı daralmış olurdu. Oysa sözkonusu âyette müjdeye konu olan sabır; sadece hastalık değil, durr-darar-zarar cinsinden ferdî, ailevî veya toplumsal tüm afet ve musibetleri kapsamaktadır.

    Eyyub aleyhisselam; bize sadece hastalıkta, salgında/pandemide değil; tüm dert ve sıkıntılarımızda örnektir.

  • 2. İblis, Hazreti Eyyub’un karşısına çıkarak sabrını sınamış mıdır?

    Hayır. İblis’in Hz. Eyyub’un karşısına çıkması söz konusu değildir. Bu yaklaşım İblis’e ilahî birtakım özellikler atfetmek anlamına gelir, doğru değildir. Şeytan, Âdem aleyhisselama yaptığı gibi Eyyub aleyhisselama da vesvese vermiştir. O, Rabbine “Doğrusu şeytan bana bir yorgunluk (nusb) ve eziyet (azâb) verdi” diye seslenmişti (Sâd 41). Bu âyet Enbiyâ 83 ile birlikte okunduğunda (Ennî messeniye’d-durru/ Bana bir zarar dokundu) , ‘kişiyi ümitsizliğe sevk eden’ anlamında şeytan ile zarar kelimelerinin birbirinin yerine kullanıldığı görülmektedir. Bir zarar ile karşı karşıya kalan insanın imtihanı kaybetme riski ve potansiyeli; ‘şeytan’ kavramının Kur’ân’daki anlam karşılıklarından biridir. İnşirah sûresinden hatırladığımız (Fensab › Bir işe kurul, yine yorul) nusb kelimesi ise bu âyette “bi nusbin” olarak karşımıza çıkar. Nusb yorgunluk, bitmişlik hali, bıkkınlık ve iflas psikolojisinin adıdır. Fensab ise, bu psikolojiden ve durumdan kurtulmak için yeni bir başlangıç yapma ruhu, yeni bir işe koyulma ve yorularak dinlenmedir (94/7-8).

    İnsanın ümitsizliğe sevk eden şartlara/saiklere (şeytana) yenilmesi imtihanı kaybetmek anlamına gelirken, musibetle imtihanı kazanmaya yönelik çaba ve gayretlerin kendisi ise saadet ve felah olarak değerlendirilir.

  • 3. Hazreti Eyyub eşini ‘döveceğine’ yemin etti mi?

    Hayır. Tefsirlerde yer verilen ve Hz. Eyyub’un eşini ‘bir hatasından dolay dövmeye yemin ettiğini’ nakleden Tevrat kaynaklı rivayetler yanlışlarla ve çelişkilerle doludur. Oysa başka birtakım rivayetler de eşinin sonuna kadar vefalı davrandığını bildirir. Bu vefa, insanlığın en kadim ilkesi olarak Rahman sûresi 60. âyete göre, cezayı değil, yine vefa ile mukabeleyi gerektirirdi: “Hel cezâu’l-ihsânu ille’l-ihsân/ İyiliğin karşılığı yalnızca iyilik değil midir?”

    Günümüz Kur’ân meallerinin çoğuna bir şekilde giren Hz. Eyyub aleyhisselamın ‘iyileştiği vakit eşine yüz sopa vuracağına yemin etmesi’ şeklinde yapılan çevirilerle, trajik olarak ‘kadirşinaslıktan ve hakkaniyetten uzak, sabırsız bir peygamber profili’ çizilmektedir. Sabırla özdeşleşen bir peygambere bu nasıl atfedilebilir? Eşini dinlemeden hüküm veren, gücü olmadığı için eşini dövmeyi erteleyen, eşine şiddet uygulayacağına dair yemin etmekten kendini alamayan, sağlığına kavuşunca da bunu uygulamaya kalkan bir peygambere ne kadar sabırlı denilebilir? Allah’ın peygamberi velev ki içinden geçirmiş olsa bile bunu ala söylemez, sonradan da asla bunu yerine getirmeye kalkmaz.

    Bu yorumumuza delil teşkil eden âyetleri şu şekilde sıralayabiliriz:

    Tahrim/2: “Allah gerektiğinde yaptığınız yanlış yeminlerinizi bozmanızı size meşru kılmıştır.”

    Maide/89: “Allah kasıtsız olarak ağzınızdan çıkıveren yeminlerinizden dolayı sizi sorumlu tutmaz. Fakat bilerek yaptığınız yeminlerden dolayı sizi sorumlu tutar.”

    Bakara /224-225: “Yeminlerinizden dolayı iyilik etmenize, takvaya ve insanların arasını bulmaya engel olmayın. Allah sizi kasıtsız yeminlerinizden sorumlu tutmaz, lakin kasıtlı yaptığınız yeminlerden sorumlu tutar.”

    Hz. Eyyub de, özünde ala çelişki bulunmayan vahyi daha önce almış ve aynı mesaja muhatap olmuş bir peygamber sıfatıyla, yemin ettiği dahi var sayılsa, nihayetinde bu âyetlerin gereğini yapar ve bu konuda yemininin geçersiz olduğunu (bağlayıcı olmadığını) bilirdi.

    Sad sûresi 44. âyette geçen “Velâ tahnes” ifadesinin “Yeminini bozma!” şeklinde tercüme edilmesi yanlıştır. Bu yorumumuzu delillendirmek için Vâkıa sûresi 46. âyete gitmek yeterlidir: “Ve kânu yusırrûne ale’l-hınsi’l-azîm/ Onlar büyük günahta (şirkte) ısrar ediyorlardı.” Bu âyette geçen hıns kelimesi, bize “velâ tahnes”in anlamını verir: Sakın tevhidden sapma, büyük günaha/şirke meyletme.

    Tefsirlere alınan kimi rivayetlerde, aslı olmayan bir yemini kurtarma çabasının iffetli bir annemize iftiraya kadar vardığı görülür. Dahası, adı sabırla anılan bir peygamber, sonradan pişman olduğu bir yeminle ilgili sorununu eşine şiddet uygulamadan çözemiyor ve tarihe ‘kadına yönelik şiddet’ için korkunç bir gerekçe bırakıyor! Hz. Eyyub’e revâ görülen durum bununla sınırlı kalmıyor, ‘yüz sopa vurma’ yeminini ‘yüz hafif hurma sapını bir araya getirip tek seferde vurarak yerine getirme’ şeklinde bir de ‘hile’ (hile-i şer’iyye!) atfediliyor. Bu son derece vahim ve maalesef kronik bir anlama problemine işaret etmektedir. Tam da burada En’am 91. ve Hacc 74. âyetlerde ifadesini bulan, “Allah’ı hakkıyla/gereği gibi takdir edemediler” uyarısını hatırlamak yerinde olacaktır.

    Kur’ân’ı parçacı bir yaklaşımla, İsrailiyata dayalı rivayetlerle anlamaya çalışmak, Kur’ân’ı hakkıyla anlamaya yardımcı olmadığı gibi, işi iyice içinden çıkılmaz hale getirmektedir. Kur’ân’ı anlamak, ancak temel mesaj ve ilkelerine ters düşmemek ile mümkün olabilir.

  • 4. Hazreti Eyyub’un belâ ve musibetlerle imtihanı 10 yıl mı sürmüştür?

    Eyyub (as) Kıssası Ne Öğretiyor?

    1. Hayatın travmalarına karşı sabır/direnç eğitimi veriyor.

    2. Manevi bağışıklık sistemimizi inşa edip güçlendiriyor.

    3. Ümidini ve umudunu yitirmenin insanı İblis’e dönüştürme tehlikesi konusunda uyarıyor (İblis: ümidini yitirip iflas eden)

    4. Yorulmadan, emek harcamadan hiçbir gerçek başarı elde edilemeyeceği yasasını (Necm 39) hatırlatıyor.

    5. Her zorluktan sonra kolaylığın, her yokuştan sonra bir inişin olduğuna dair yasayı (İnşirah 5-6) hatırlatıyor.

    6. Acı ve hüzne sırtını dönenin, aslında hayata sırtını döndüğünü; ölmeyi istememenin hayatı da istememe anlamına geldiğini ders veriyor.

    7. İnsana en çok yakışan özellik olgunluktur (rüşd) ve acılar ile elde edilebilir. Olgunluğu arzu edip acılara göğüs germemek, olgunluk hedefini arzu düzeyinde bırakmak anlamına gelir. Elmas yontulmadan, insan acı çekmeden tekâmül edemez.

    8. Mü’mince sabır, çare/mehdi beklemek ile değil, çare/mehdi olmak ile tamamlanır (Ra’d 11). Kendi vazifesini ihmale yol açan bir mehdi beklentisi sünnetullah ile uyuşmaz.

      Çaresizseniz, çare sizsiniz.

    Kur’ân, Ashâb-ı Kehf’in kaç kişi olduğu ve kaç yıl uyuduğu gibi muhatabı mesajın özünden uzaklaştıracak gereksiz ayrıntıları özellikle vermemiştir. Hazreti Eyyub’un serveti, çocuklarının sayısı, verilen bela ve musibetlerin mahiyeti, hastalığının nev’i, süresi ve iyileşme şekli gibi detaylar da bu kabildendir. Enbiyâ 83. âyetin tefsirinde müfessir Beyzâvî’nin naklettiğine göre evinin yıkılması sonucu aile fertlerinin çoğu ölmüş ve on yıldan fazla süren hastalığa dûçar olmuştur. On yıl sürdüğü bilgisinin hangi delile dayandığı bilinmemektedir. Hastalığın özellikleri, süresi bir tarafa; tüm zamanlara teşmil edilebilecek çeşitlilikteki diğer bela ve musibetleri bırakıp sadece hastalığa odaklanmak dahi kıssanın evrensel mesajını gölgelemektedir.

  • 5. Hazreti Eyyub eşine bir tutam sap ile sembolik olarak ‘vurup’ ‘yeminini yerine getirerek’ ‘hile-i şer’iyye’ mi uyguladı?

    Hayır, asla. Önce sabrın peygamberine aslı olmayan bir yemin ettirip sonra bu yeminin gereğini yerine getirmek için sembolik bir ‘dövme’ sahnesi kurgulayan, bunun için de Allah’a hile-i şeriyyeyi yakıştıran bir anlayış elbette ‘sorunlu’ bir anlayıştır ve böyle bir yaklaşım Kur’ân’da Benî İsrail’in kendilerine gelen vahyi eğip büken tutumlarını hatıra getirmektedir. Bu bakımdan, maazallah böyle bir yaklaşım ümmetin yüz yüze olduğu bir tehlike olarak ‘yahudileşme temayülü’ dahilinde tarif edilebilir. Kur’ân’ı bu şekilde yorumlamak, ‘hile-i şer’iyye’ mefhumunu, hâşâ, sanki Allah öğretmiş gibi normalleştirmek anlamına gelmektedir. İşte bu yanlış yorum nedeniyle maalesef fıkıh kitaplarımızdan günlük hayatımıza kadar faiz-zekat-talak (hulle) ve benzeri konularda hile-i şer’iyye örnekleri kitaplara ve hayatımıza girmiş durumdadır.

  • 6. Hazreti Eyyub ‘ayağını yer vurarak’ çıkardığı su ile ‘bir anda’ mı iyileşti?

    Hayır. Sâd 42’de yer alan: “Urkud bi riclik” İfadesi, Hz. İsmail kıssasından etkilenerek “Ayağını yere vur” şeklinde tercüme edilmektedir. Oysa ayağı sürekli yere vurmak, yürümeye dönüşen bir eylemdir. Dolayısıyla insanın ayağıyla yere sürekli vurması › yürümesi anlamına gelir. “Yürü, yol al, çabala, didin, gayret et” anlamında deyimsel bir ifade olarak okunmalıdır. Peki, ne içindir bu yürüyüş? “Hâzâ muğteselun berdun ve şarâb › yıkanılacak, içilecek bir serin su.” Hem içine girildiğinde deri için şifalı, hem de içildiğinde iç organlar için şifalı bir su.

    Bir su var derinde; izi sürülesi, çıkarılası. Kaplıca tedavisi veya serin su olduğu için hidroterapi demek daha doğru. Belki tarihte ilk olarak Hazreti Eyyub ile başlıyor yahut onun tarafından ihya ediliyor. Bu su nedir? Şifa özelliği hangi hastalıklar için geçerlidir? Araştırmak gerek. Burada Kur’ân’ın tıp ilmine yönlendirmesinden bahsedilebilir. Şifasıyla birlikte yaratılmayan hiçbir hastalık yoktur. İnsanoğluna düşen, onu arayıp bulmaktır. Bu konu, ‘bir kulun olumluya doğru harekete geçmedikçe Allah’tan bir yardım göremeyeceği’ni (Ra’d 11) ve “Allah’ın kendisi için ve O’na doğru çaba ve gayret ortaya koyanları muhakkak destekleyeceğini, yardım edeceğini, doğru yoluna ileteceğini ve bu çabalarını karşılıksız bırakmayacağı’nı (Ankebut 69) öğreten Kur’ânî ilkelerin ışığında okunmalıdır.

    Hastalık gibi şifa da bir süreçtir. Sabır ve yönelişin (sâbir ve evvâb oluşun), emek ve arayışın (urkud bi riclik ve idrib bihi) dersini veren bir süreç…

  • 7. Hazreti Eyyub’a ‘eline bir demet ot alması’ ne için emredildi?

    Şifayı aramak için. Sâd sûresi 44. âyette şöyle buyuruluyor: “Ve huz bi yedike dığsen › Eline bir demet al/ elde et.” Zımnen; “hastalığa/salgına karşı çareyi üret.” Günümüze uyarlarsak, yaşanan umumî salgın karşısında “Aşıyı üret” şeklinde dahi anlayabiliriz. Peki, bir demet bitki alıp ne yapacaktır? “Fadrib bihi › Onunla (suyu bulduğun gibi) ilerle/ arayışa gir/ sürece gir .” Burada darabe fiilinin Kur’ân’da 53 farklı âyette 8 farklı anlamda toplam 57 defa kullanıldığını, bu âyette olduğu gibi ‘çıkmak’ anlamında ise yedi kez kullanıldığını (2/273, 3/156, 4/94, 4/101, 5/106, 38/45, 73/20) belirtmek isteriz.

    Allah şifayı suya, bitkiye yerleştirmiştir. Kula düşen bunu araştırmak için yola çıkmaktır. Bu Allah’ın kaderi/yasası/ilkesidir. Âdetullahtır. O’nun yasasına uygun davranmadıkça başarıya erişilemez. Fiilî dua olmadan sadece kavlî dua ile sonuç alınamaz. Lokman peygamber nübüvvet vazifesiyle birlikte hastaların şifası için ilaçlar yapıyor, ilmini öğretiyordu. “Şeytan bana eziyet verdi” deyip yerinde durmak yerine şifayı arayan Hz. Eyyub gibi; hamile haliyle çekildiği hurma ağacının altında, “Kurumuş hurma ağacını salla, sana hurma dökülecek” ilahî nidası ile harekete geçen Hz. Meryem de buna örnektir. Burada Hz. Meryem’in bile, o hamile haliyle ağacı sallayarak emek harcaması istenmekte, fiilî duanın hakkı boş geçilmemektedir. İlme/somut sebeplere başvurmak ile kudsiyet atfedilen şefaatçi/aracılara başvurmak birbirinden tamamen farklıdır. Birincisi tevhid, ikincisi şirktir. Elbette bilime/akla/sebeplere kudret atfederek küfre sapma riski de bulunmaktadır; günümüzde yaygın olduğu gibi. “Falan ilaç/doktor hayatımı kurtardı” şeklinde bilinçsizce, Allah anılmadan kurulan cümleler kavlî ve itikadî şirke girme tehlikesi taşır. Asıl müsebbibi görmemek olur. Bu noktada günümüzde cömert tabiat ana, doğaya teşekkürler vb. söylemleri çok yaygın durumdadır. Oysa, şükre lâyık olan, her şeyin sahibi yüce Allah’tır.

    Allah Hz. Eyyub’u ve onun nezdinde musibetlerle sınanan tüm müminleri ilmî arayışa/bilime yönlendirmiştir. Sabır, beklemek değil, harekete geçmektir. Bizler Kur’ân’ın bu mesajına kulak verebilseydik, belki gerekli tedbirleri alıp pandeminin önüne geçer, insanları hastalıktan koruyacak aşıları bizler keşfederdik.

  • 8. Hazreti Eyyub kendisine mahsus bir imtihan ve hikmetin gereği olarak ‘yıllar süren sessiz bir tahammül’ şeklinde sabretmiş olabilir mi?

    Hayır. En’am sûresi 43. âyette “Hiç olmazsa onlara azabımız geldiğinde yalvarsaydılar! Fakat kalpleri katılaşmış, şeytan da onlara yaptıklarını hoş göstermişti” buyurulmaktadır. Bu ve benzeri âyetler Hz. Eyyub’a da gelmişti. “Dua edin” diyen Rabbimize Hz. Eyyub’un dua etmemesi ve duayı geciktirmesi mümkün değildir. Böyle bir durum, tebliğ ettiği ilkeyi kendisinin ihlal etmesi anlamına gelir. Bu da bir peygamber için asla düşünülemez. Dua kulluğun ta kendisidir. Kullukta kesintinin söz konusu olamayacağını Hicr/99 âyetinden öğreniyoruz: “Sana ölüm gelinceye kadar Rabbine kulluğu kesme!”

    Enbiyâ/83 âyetinde Hz. Eyyub hastalık sürecinin başında “Dert geldi başıma, Sen merhametlilerin en merhametlisisin” diyerek halini Rabbine arz etmiş, Sâd /41 âyetinde ise hastalığın (ve elbette diğer belaların) bıkkınlık, bezginlik, ümitsizlik vermeye başladığı bir aşamada “Şeytan bana (duygularıma, ümidime, maneviyatıma) ilişti” diyerek Rabbine yönelişini (inâbesini) sürdürmüştür. Bu ümitsizlik hali Kur’ân’da, şeytanın anlam çerçevelerinden biri olarak geçer. Hz. Eyyub’un imtihanını Hz. Yakub ve Hz. Yusuf’un imtihanından bağımsız okuyamayız. Yusuf sûresi 87. âyette “Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin. Çünkü inkâr edenlerden başkası Allah’ın rahmetinden ümit kesmez!” buyurulmaktadır. Bu uyarı, hayata yön veren Kur’ânî bir ilke olarak karşımızda durmaktadır. Kur’ân’da şeytanın vesveseleri olarak tanımlanan, her insan için olduğu gibi peygamberler için de örneklikleri bağlamında zarureten geçerli olan (En’am 112) bu kabil bir durumda “Bittim yâ Rabbi” dediği anda “Urkud bi riclik” emrine muhatap olmuş ve Hz. Eyyub üzerinden şu evrensel mesaj bizlere de emredilmiştir: “Silkin, üzerindeki ölü toprağını at, harekete geç, vesveseden sıyrıl, tembelliğe düşme, çare arayışına gir, uğraş, çabala, en üst düzeyde gayret et ve sakın Allah’tan başkasına yönelme, beklenti içinde olma, yalnız Rabbine dayanıp güven!”

    İnsanın aslî varlığı manevî yönüdür. Ona ilişen zarar bedene ilişenden daha yıkıcıdır, tehlikelidir ve dediğimiz gibi imtihanın kaybedilmesi durumunda Kur’ân buna şeytan der. Şeytanın ise mü’min kullar üzerinde hiçbir etkisi yoktur. Ayağa kalkan mü’min ümitsizliği yener. Allah için yola koyulana Allah yolları açar: “Vellezine câhedu fînâ lenehdiyennehum subulenâ/ Bizim uğrumuzda elinden gelen çabayı sarfedenlere gelince, onları bize ulaşan yollara mutlaka yöneltiriz” (Ankebût 69). Ve nihayetinde mü’mine kaybettiği kat kat verilir.

    Âyetler, tüm zamanların tüm muhataplarını böylesi durumlar için inşa etmektedir.

    Kıssanın tarih üstü kahramanı sabırdır. Sabrın karşılığı hem direniş, hem göğüs geriş, hem de çare arayıştır. Sabretmek, hak etmektir.

Sonuç:

Eyyub kıssası, Kur’ân’ın mucizelerinden biridir. Rabbimiz, altı âyetlik kıssaya hikmete dair tüm hisseleri çıkarmaya yetecek malumat, ders, ibret ve rehberlikleri mübeyyen ve mufassal (net, açık ve açıklayıcı) şekilde yerleştirmiştir. Kıssa, bu haliyle âdeta öze ulaşmamıza engel olan, üzerimize vazife olmayan, konuyu aydınlatmak yerine iyice karmaşıklaştıran tüm uydurma, İsrailiyat menşeli rivayetlere cevap niteliğindedir.

Kıssa ile bize verilen en mühim ders, Şuara sûresi 80. âyette Hz. İbrahim’in dilinden öğretilen şu tevhid ilkesine atıf gibidir: “Hastalandığımda bana şifa veren yalnız ve yalnız Allah’tır.”

Kur’ân’da mutlak musibet ve afet yoktur. Tıpkı koronavirüsün bünyemize verdiği hasarın bizim virüs ile enfekte hücrelerimize karşı verdiğimiz bağışıklık cevabının orantısızlığı ölçüsünde ziyadeleşmesi gibi, musibetlerin de kişilere ve toplumlara vereceği hasar gösterilen sabır ve şükür tavrı ile orantılıdır. Hazreti Eyyub’a bela ve musibet namına ne varsa hepsi gönderilmiş, o ise ilk andan itibaren sabîr ve evvâb olarak karşılamıştır.

Rabbimiz kulluk edenler için bir örneklik (zikrâ lil âbidîn ve zikrâ li uli’l-elbâb) olmak üzere onun kavlî ve fiilî duasını hemen kabul etmiş, “Fekeşafna bihi min durrin › Rahatsızlık adına ne varsa hepsini kaldırmış ,” ona kaybettiği ailesini, malını, mülkünü her şeyini misliyle geri vermiştir. Bu da imtihanı kazanan herkese yönelik olarak Allah’ın vaadi, Kur’ân’ın öğrettiği temel ilkelerdendir…

Allah asla vaadinden dönmez ve kendi yolunda sabredenlere kaybettiklerini lutfuyla kat kat iade eder (bkz. Leyl 5-7).


Eyyub kıssası bağlamında birbirini açıklayan Sâd (38) ve Enbiyâ (21) âyetleri
38/41: “ennî messeniye’ş-şeytânu”21/83: “ennî messeniye’d-durru”
38/43: “zikrâ li uli’l-elbâb”21/84: “zikrâ li’l ‘abidîn”
38/43: “rahmete’n-minnâ”21/84: “rahmeten min ‘indinâ”
38/43: “ve vehebnâ lehu ehlehu ve mislehum me’ahum”21/84: “âteynâhu ehlehu ve mislehum me’ahum”

  11.05.2021

© 2021 karakalem.net, Fuat Akdeniz, İlker İnanç Balkan



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut