Kaderi okumak

Zeyneb Hafsa

BİLİYORUM, BAZI şeylerin üzerinde fazlaca kafa yormamamız isteniyor, zira insan zihni buna gerçekten yeterli değil. Fakat insan kendini alıkoyamıyor her zaman. Zira içi daha bir ‘mutmain olsun’ istiyor, tıpkı Hz. İbrahim’in duasındaki gibi.

İnsanlar yeryüzünde var olduğundan beri zihinlerini, net bir cevap bulamasalar dahi, en çok uğraştıran mevzuların başında sanırım ki kader mevzusu geliyor. Hatta bu mevzu, aşağıda da göreceğimiz gibi, İslam dinindeki bazı ekollerin temel ayrım sebeplerinden de birini teşkil ediyor. Kader mevzusu sadece kendi başına değil fakat yakın ilişkili olduğu mevzular üzerinden de –Allah’ın varlığı, kötülük/şer problemi gibi- insanları etkiliyor. Örneğin, İslamiyet’in Ekonomi Politiği isimli kitabı okurken kitabın baştan sona yazarın ‘şer problemi’ ile ilgili içsel çekişmesinin yansımalarına dayandığına şahitlik etmiştim.[1]

Filmlerdeki sorulardan Risale’deki cevaplara

Kader mevzusunu öne çıkaran iki filmi zikretmek istiyorum öncelikle; The Adjustment Bureau ve Serendipity. Her ne kadar iki film de Hollywood zihniyetini aş(a)mayan filmler olsa da günlük hayatta zaman zaman herkesin zihnine takılabilecek bazı soruları ve bunlara verilebilecek -birçoğu problemli olan- çeşitli cevapları yansıtmaları bakımından önemliler. Nitekim iki filmin de temel sorusu şu: kader dediğimiz şey var mıdır ve bizim dışımızda kararlaştırılmış bir şeyi hayata geçirmemizden mi ibarettir, yoksa kader diye bir şey yoktur da biz sadece kişisel tercihlerimizle mi baş başayız? Bu sorulara filmlerden ilki, her şeye dair ‘plan’ yapıcı olan ‘chairman’i -Tanrı’ya atıfla kullanıldığı çok aşikâr- dahi planını değiştirmeye yöneltecek denli kişisel tercihlerin gücüne vurgu yaparken daha mizahi bir şekilde çekilen ikinci film, ‘aramazken bulunan’ diye çevrilebilecek olan serendipity’nin -karşılığı tamı tamına tevafuk- etkisine odaklanıyor. Fakat bu aramazken bulunan şeyin berisindeki gücün ne olduğu ya da olabileceği müphem bırakılıyor.

Bu filmler bana Kader Risalesi’nde Said Nursi tarafından verilen örneğin iki tarafını hatırlatıyor:

Kader, sebeple müsebbebe bir taalluku var. Yani “Şu müsebbep, şu sebeple vukua gelecek.” Öyle ise, denilmesin ki, “Madem filan adamın ölmesi, filan vakitte mukadderdir. Cüz-ü ihtiyariyle tüfek atan adamın ne kabahati var? Atmasaydı yine ölecekti.”

Sual: Niçin denilmesin?

Çünkü kader onun ölmesini onun tüfeğiyle tayin etmiştir. Eğer onun tüfek atmamasını farz etsen, o vakit kaderin adem-i taallukunu farz ediyorsun. O vakit ölmesini neyle hükmedeceksin? Ya, Cebri gibi sebebe ayrı, müsebbebe ayrı birer kader tasavvur etsen veyahut Mutezile gibi kaderi inkar etsen, Ehl-i Sünnet ve Cemaati bırakıp fırka-i dalleye girersin. (Zira) Cebri der: “Atmasaydı yine ölecekti.” Mutezile der: “Atmasaydı ölmeyecekti.”

İşte filmlerden hareketle bahsettiğim iki örnek, Mutezile (ilk filmdeki gibi) ve Cebri’dir (ikinci filme yakın). Peki ya olması gereken bakış? Onu da şöyle ortaya koyar Nursi:

Öyle ise, biz ehl-i hak deriz ki: “Tüfek atmasaydı, ölmesi bize meçhul.”

Bu ifadeyi tamı tamına açıklayan şu ayet geliyor aklıma: “Ey iman edenler! Kardeşleri sefere veya savaşa çıktığında onlar hakkında, “Onlar bizim yanımızda olsalardı, ölmezlerdi ve öldürülmezlerdi” diyen inkârcılar gibi olmayın. Allah, bunu (bu düşünceyi) onların kalplerine bir hasret (yarası) olarak koydu. Allah, yaşatır ve öldürür.” (Al-i İmran, 156)

Cüz-ü ihtiyari ve kader uyumu

Kadere dair bakışımızın nasıl olması gerektiğine dair köşetaşlarını Said Nursi şöyle oturtuyor:

1. Cüz-ü ihtiyari, kadere münafi değil. Belki kader, ihtiyarı teyid eder. Çünkü kader, ilm-i ilahinin bir nev’idir. İlm-i ilahi, ihtiyarımıza taalluk etmiş. Öyle ise ihtiyarı teyid ediyor, iptal etmiyor.

2. Kader, ilim nev’indendir. İlim, maluma tabidir.

Birbiriyle bağlantılı olan bu iki nokta aslında şunu söylemektedir; kaderi, ilm-i ilahinin bir nev’i olarak değil de kudret-i ilahinin bir nev’i olarak almanın sonucunda cüz-ü irade ile kader arasında çatışma yaratan bir yoruma kayılıyor. Oysa bu ikisi birbirini dışlar değildir. Kaderle cüz-ü irade arasındaki ilişkiyi açıklamak için her şeyi yukarıdan, geniş bir açıyla gören ayna metaforunu örnek gösteren Said Nursi’nin bu örneğini açmak üzere M. Karabaşoğlu’nun aktardığı şu örneği paylaşabiliriz:

Bir dağın başındasınız ve alt yoldan birbirine zıt yönde son sürat giden, birbirini görmeyen iki araba görüyorsunuz. Eğer bu hızla böyle devam ederlerse birbirlerine çarpacaklar diyorsunuz. Bu olay vuku bulduğunda siz öyle dediğiniz için mi öyle oluyor? Elbette hayır.

İşte bu örnekten hareketle şunu diyebiliriz: Allah zaman ve mekan üstü olduğu için, bunu anlaması ve anlatması zor ama aslında bize yüzyıllarca, milyonlarca yıl uzun gelen her şey O’nun için bir andan bile kısa, sayılamayacak bir sürede, bir anda olup bitiveriyor. O, tıpkı dağ başındaki kişi gibi, her şeyi tabiri caizse üstten görebiliyor. Öncesi, şimdisi ve sonrasıyla. O yüzden kimin üzerinde ta başından neyin ne şekilde etkili olacağını, o kişinin bunlardan hareketle nasıl seçimler yapacağını ve bunların sonuçlarını biliyor. Hem de dağın başındaki kişi örneğinden farklı olarak şeksiz şüphesiz biliyor. O’nun nezdinde bilinmesi demek kayıt edilmesi demek. Biz seçiyoruz, o şey oluyor ya da o şey kayda geçmiş ve biz o yüzden seçiyor değiliz. Tıpkı yukarıdaki filmlerde olduğu gibi, bu tür bir bakış açısı, zamandan sıyrılamamış bir bakış açısıdır. Oysa her şey tek bir göz kırpması anından bile kısa bir zamanda gerçekleşiyor; olmuş, olan ve olacak olan birleşiyor. Velhasıl, O’nun bilmesi, bizim seçimimiz ve levh-i mahfuz BİR oluyor.

Değerlendirme

İnsan hemen her meselede olduğu gibi bunda da uçlara kaymaya meyilli; güzel şeyleri kendinden, kötüleri başka bir şeyden bilmeyi arzu ediyor özellikle. Oysa bize ortalar, dengeler salık verilmektedir. Burada ise denge hali şudur: iyilikleri O’ndan, kötülükleri kendimizden bilmek. Nitekim yukarıda cüz-ü irade yerine ihtiyari kelimesinin kullanılması, ihtiyaride yapmak yerine seçmek vurgusunun olmasındandır. Çünkü aslolan hayırdır. Ona çağırır her şey. Hayrı biz var etmeyiz. Bize sadece seçmesi düşer. Buna dair, yine Karabaşoğlu’ndan hareketle şu örneği zikredebiliriz:

Karanlık bir odaya girdiğinizde ışığı yakmak için düğmeye basarsanız aydınlığı siz var etmiş olmazsınız, sadece aydınlığa vesile olursunuz. Lakin ışığa basmayarak karanlığın devamındaki mesuliyet sizindir. Zira düzenekte, elektrik akımında bir sorun yoktur. O gelip aydınlatmak ister, siz engel olursunuz. Fakat karanlık baki de değildir. Önemli olan, bizim karanlığı tercih edip etmediğimizdir. Bu sebepledir ki şer problemine de bağlı olarak “Halk-ı şer şer değildir, kesb-i şer şerdir.”

İnsanın cüz-ü ihtiyarisi (iradesi değil) vardır. Bu, sınırlılığa ve yaratmaktan ziyade tercihe vurgu yapar. Velhasıl, cüz-ü ihtiyari ile sonuçlar arasında yüzde yüz deterministik bir ilişki yoktur çünkü bir şeyin varlığını, olmasını etkileyen milyonlarca şey vardır belki de. Bizim bunların hepsini bilip hepsine müdahale edebilmemizin imkanı yoktur. Bunu ekonometrik bir modelle şöyle açıklayabiliriz diye düşünüyorum:

Y=a1*cüz-ü ihtiyari+a2*dış etmen1+…+a6*dış etmen5+e

Bu modelde Y, olan ya da olması beklenen şeydir. Denklemin sağındakiler bu şeye etki ettiğini biledildiğimiz şeylerdir. Diyelim ki bu örnekte kendi yapabileceklerimizin yanı sıra 5 tane de dış etmenin varlığını biliyoruz. Her bir etmenin önünde yer alan a’lı ifadeler, Y’ye etkilerinin gücünü gösterir. İşte insanoğlu her bir olayda yalnızca ilk etmene sahiptir, belki bazen ona bile tamamen değil zira etki kuvveti değişir. Diğer etkenlerin ise ancak bir kısmını –mesela burada sadece 5 tanesini- bilebiliriz ve genellikle bunlara müdahale edemeyiz. Modelin sonunda e ile gösterilen şeye ekonometride error term denir, yani hata payı. İnsan bilemediğini, hesaplayamadığını -mesela burada geriye kalan binlerce dış etmene işaret ediyor olabilir- bilmediği bir şeye atfeder. İşte Allah’ın iradesi bu denklemin her bir parçasındadır aslında. Bizim cüz-ü ihtiyariye sahip olup onu etkin kullanabilmemizde, dış etmenleri yönlendirmesinde ve elbette hata payı denilende hep O vardır. O halde nasıl olur da insanoğlu bir şeyi rahatça ‘ben yaptım, ben ettim,’ diyebilir?

Her ne kadar denklemden de anlaşıldığı üzere oldukça aciz kalsak da denklemdeki o minnacık yerimizi denklemin tümünü etkileyebilecek hale getirmenin ‘basit’ bir yolu vardır: dua (kendinizin ya da başkalarının sizin için duaları, bkz. Furkan, 77). Haddimi aşmak istemem ama insanın doğumundan ölümüne her bir seçim aşamasındaki tüm olası seçme ihtimallerinin dökümü de bir yerlerde kayıtlı ise ben buna bir şeyin daha kayıtlı olduğunu düşünüyorum: insanın dualı ve duasız kader çizgileri.

Fakat en nihayetinde tüm bunlar cüz-ü ihtiyarinin reddine de, küçümsenmesine de işaret etmez, etmemelidir. Bilakis, ona, sınırlarını belleterek asıl hüviyetini kazandırmaktadır. İnsanın emek sarf etmeden Allah’tan beklenti içine girmesine değil, yukarıdaki denklemde ilk etmen olan cüz-ü ihtiyarinin önündeki rakamın çıkabileceği en üst noktayı Allah her bir olay için ne belirlemişse olabildiğince ona yaklaşmak için çaba sarf etmeye yönlendirmelidir bizi bu. Çünkü “Allah insanın kaderini boynuna bağlamıştır”. (İsra, 13)

Goethe’nin de dediği gibi: “Allah cevizleri verir ama açıp vermez.” Elbette istediğine açıp da verebilir lakin biz nedense hep o ‘seçilmişlerden’ olmayı isteriz her bir durumda.

Sınırlarının farkında olunan cüz-ü irade için elden geldiğince çaba, niyet ve duadır bize düşen.


[1] Konuya dair önceki bir yazımıza bakılabilir: “Allah-insan ilişkisi bağlamında şer problemi”

  04.12.2017

© 2021 karakalem.net, Zeyneb Hafsa



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut