Her şeyden evvel lazım olan (1)

Harun Pirim

Hani o gençler mağaraya sığınmışlardı da, “Ey Rabbimiz! Bize katından bir rahmet ver ve içinde bulunduğumuz şu durumda bize kurtuluş ve doğruluğa ulaşmayı kolaylaştır” demişlerdi. Bkz. Kehf:10


KUR'AN'IN HERBİR ayetinin diğer ayetlere bakar bir yüzü, görür bir gözü var. Kur'an semasındaki ayet yıldızlarının herbirinin bahis olan mevzulara göre diğerlerine nispeten merkeziyeti söz konusu. Kainat dediğimiz, cisimleşmiş Kur'an da öyle değil mi? Blaise Pascal'ın ifadesiyle 'Tabiat, merkezi her yerde olan çevresi hiçbir yerde olmayan sonsuz bir küre'. Doğruluk konusunda, merkeziyeti olduğunu düşündüğüm Hud suresiyle birlikte, her vadide gezen, gerçekte yapmadıkları şeyleri söyleyen şairleri eleştiren Şuara suresinin yüzleri ve gözlerini takip edebiliriz.

Hızla akıp giden hayatımızın seyrinden, muhasebesinden bizi mahrum bırakan bir bezginlik söz konusu. İstibdadın yadigarı 'neme lazım'cılık, her gelişmenin önünü kesen ümitsizlik yanıbaşımızda. İşlerin düzgün gitmediğinin; makine-i ahvalin güzelce işlemediğinin, bakıma ihtiyacı olduğunun farkındayız. Farkındayız ama kötü alışkanlıklarımız, kültürel kodlarımız, iki mahalleden oluşan ülke ve dünya tasavvurumuz dünyalarımıza sirayet edip bizi ve işlerimizi dönüştürebilecek fikir ve deneyimlere kapı aralamıyor maalesef. Kur'an ayetlerinin kalplerimize şifa olacağı iradi kıvamın uzağındayız. Halbuki, İbn Arabi(ks) Fütûhât-ı Mekkiyye'de ifade etmiş: 'Kur'an'daki herbir ayetin o kulun kalbinde bir hükmü vardır; çünkü Kur'an hüküm vermek üzere inmiştir, yoksa hükme konu olmak için değil'. Sığındığımız mağralarımızda, bazen ne aradığımızı bilmeden bazen de bildiğimiz halde nasıl bulacağımızı kestiremeden yaşıyoruz. Dolayısıyla, kehf gençlerinin yaşadıkları devirdeki zorbalıklar ve adaletsizliklerden sığındıkları yer olamıyor mağaralarımız. O gençler gibi kurtuluş ve doğruluğa ulaşma duasına duramıyoruz. Oysaki 'Nasıl düzeleceğim(z)?' sorusunun cevabı o mağaradan gelen duanın içinde: ''doğruluğa ulaşabilmek''.

Doğruluğu istikamet, rüşd ve sıdk bütünlüğünde düşünebiliriz. Seyid Şerif Cürcani (1340-1413) Ta'rifat eserinde sıdkı 'helak olacağın yerde dahi hak sözü, yalandan başka kurtuluş yolu gözükmeyen yerde dahi doğruyu söylemektir. Sıdk yalanın zıddıdır ve bir şeyi olduğu gibi söylemektir.' olarak tanımlıyor. İstikamet tarifi ise: 'verilen söz ve yapılan ahidlerin hepsine vefalı olmak ve sırat-ı müstakimde olmaya devam etmektir. Bu devamlılık; yemede, içmede, giyinmede ve her türlü dini, dünyevi işlerde itidal üzere bulunmakla olur...Zikredilen şekilde bütün işlerde orta yola riayet etmenin meşakkatli bir iş olduğunu Efendimiz(sav), "emrolunduğun gibi istimaket üzere ol!..." ayeti nazil olunca "Hud suresi beni ihtiyarlattı" diyerek belirtmiştir.' Doğruluğun istikamet şubesinde devamlılık vurgusu çok mühim. İstikamet, doğruluk ihlasla da yakından ilişkilidir ki Ebu Ali ed-Dekkak(v.1015) istikametin bir derecesini kalbin temizlenip halis hale getirilmesi olarak tanımlamıştır. Yine Ta'rifat ihlası, 'kalbi onun safiyetine mani olan her şeyden kurtarmak, temizlemek' olarak tarif ediyor.

Yahudi alimlerinden Abdullah ibni Selam gibi insanlar Peyramber Efendimizi(sav) görünce 'şu simada yalan yok' diyerek imana gelmişler[1]. Dosdoğru olmanın değerini ve ağırlığını anlamak için Muhammed'ul Arabi(sav)'nin[2] 'Hud suresi ve arkadaşları(Vâkıa, Mürselât, Nebe ve Tekvir) beni ihtiyarlattı' hadisi yeterlidir. Hususan 'Öyle ise emrolunduğun gibi dosdoğru(istikamet üzere) ol, beraberindeki tövbe edenler de olsunlar. Hak ve adalet ölçülerini aşmayın. Şüphesiz O, yaptıklarınızı hakkıyla görür'[3] ayeti için Razi ve Elmalılı tefsirlerinde Abdullah b. Abbas(ra)'ın 'Bütün Kur'an içinde Resulullah'a bu ayetten daha ağır ve daha çetin bir ayet nazil olmamıştır' dediği nakledilir. İşarat'ül İ'caz tefsirinın Fatiha kısmında insana verilen üç ana akım duygu olarak şehvet, gadap ve aklın vasatı olarak istikametten bahseder ve istikametin neticesi de adalettir. Diğer bir ifade ile sırat-ı müstakim adalettir. Hud suresi ilgili ayeti, bu yönüyle kişisel duyguların istikametine de emrediyor diyebiliriz. Dolayısıyla hem kendi duygulanımlarımızda, hem de bütün işlerimizde ifrat-tefrite savrulmadan orta yolu tutturabilmenin, adil olabilmenin mağaramızın içindeki kurtuluş olduğu ortaya çıkıyor.

Bediüzzaman'ın Münazaratında kendisine sorulan ''Her şeyden evvel bize lazım olan nedir?'' sorusuna verdiği cevap 'doğruluk'dur. 'Daha?'sına cevabı 'yalan söylememektir'. Takribi dönemde verdiği meşhur Şam Hutbesinde 'necat yalnız sıdkla, doğrulukla olur. ''urvet-ül vüska'' sıdktır. Yani en muhkem ve onunla bağlanacak zincir doğruluktur' demiştir. Neticede an be an, sürekli yaşayabildiğimiz doğruluklar bizi düzeltebilir ki en lazımımızdır.

Bütün hayat serüvenimiz aslında Rabbimizin bize ihsan ettiği istidat ve kabiliyetlerimiz akıl, kalp, ruh başta olmak üzere bütün latife ve hislerimizle ruhlar aleminde verdiğimiz "evet" O'nu tanıma sözüne sadık kalabilmekten ibaret. Bu söz imtihan için gönderildiğimiz karmakarışık alemde çok ciddi bir duruş gerektiriyor. Güncel hadiselere vereceğimiz tepkiler, insan ilişkilerindeki tasannu ve riyaya(Hutbe-i Şamiye'de riyakarlık fiili yalancılıkla özdeşleştiriliyor. İşarat'ul İ'caz'da yalan riyanın babası, tasannunun annesi olarak tarif ediliyor) olan meyillerle mücadelemiz, iç alemimizde tövbelerimizin sahihliği...hepsi doğruluğa bağlı.

------------------------------------------------------------

[1] Said Nursi, Mektubat, 19. Mektup

[2] Kızıl İ'caz'da Bediüzzaman 'Arabi' lafzını şöyle şerh ediyor: ''doğruluk ve zeka, onun evlatlarındadır''

[3] Bkz. Hud:112

  22.06.2019

© 2021 karakalem.net, Harun Pirim



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut