Gerçek(ten) mi?

Harun Pirim

GERÇEKLİĞİN SORGULANMASI bir çok anlama gelebilir: “gerçekten var mıyız? Aşkın bir yaratıcıya kıyasla varız diyebilir miyiz?” gibi. Her iki durumda da düşünmemize fayda sağlayacak kavramlar varlık ve yokluktur. Varlık tartışmaları esasen yokluğu bilmediğimizden, tatmadığımızdan kaynaklanıyor. Yok iken, yaratılmamış iken duygu sensörlerimiz açılmamışken varlığa/varlığımıza dair bir algımız da yoktu. Descartes’a düşünüyorum öyleyse varım dedirten nokta. Bizim varlıkların tasnifinde kullandığımız, cansızlar, hayat sahipleri, şuur sahipleri özelliklerini kullandığımızı düşünürsek; cansızlar hayat sahiplerine göre yok gibidir, çünkü varlıklarını anlamlandıramazlar, farkında değildirler. Ancak şuurlu bir gözlemci onlara var diyebilir. Bu durumda bir taş kendisinin varlığını, gerçekliğini tartışamaz ama gözlemci onun varlığına hükmeder.

Gerçekliğin sorgulanması biraz da herkesi bir belirsizlik parantezine alan post-modern felsefelerden kaynaklanmaktadır. Bir meselenin hakikatının göreceli oluşunun abartılması, varlık sorgulamalarındaki göreceliliğe de sirayet ederek varlığın gerçekliğinde de bulanık düşünmeye sebep olmuştur. Bir nevi, aklı nezle olmuş bir insanın varlık sofrasından tam manasıyla lezzet alamadığı gibi sofrayı da inkar etmeye meyletmesi diyebiliriz.

Gerçeklik sorgulamasında önemli bir unsur da dışa dönük yani kendimize yönelik olmayan gördüklerimizin/sorgulamalarımızın içselleştirilmesi çabası. Fenomenoloji diyebiliriz. Örnek verecek olursak; dişin var oluş maksadı ısırmaktır, lakin bir diş kendisini ısıramaz. Gözümüz başka gözleri doğrudan görebilse de kendisini ancak bir ayna vasıtasıyla ya da dolaylı olarak görebilir. Bu örnekler şunu söyler: gerçekliği kendi ötesindeki fonksiyonlarda okuyabilmek/görebilmek içselleştirebilmekten daha kolaydır. Mesele içselleştirebilmekte düğümlenir. Burada “benlik” kavramı ortaya çıkar. Başlı başına bir konudur benlik. “Ben” anahtar gibidir, varlığın ontolojisini açabilir. Kendisi de kilitlidir, bilinmesi kendisini dolayısıyla bütün bir varlık anlamlandırmalarını açabilir. Ne de olsa “kendini bilen rabbini bilir”.

Varlığın delillendirilmesi üzerine düşünecek olursak; nedensellikle birlikte teleolojiyi de göz önünde bulundurmamız gerekir. Yani sebep sonuç ilişkileriyle birlikte “niçin bu şekilde?” amaç eksenini de sorgulamamız/inşa etmemiz gerekir.

Sorgulamanın kendisi varlığa ve gerçekliğe delildir. Soru, varoluşu imgeler. Bir elmanın var olduğuna kendisinden daha sağlam delil, elmaya olan midemizdeki iştahtır. Akıl midesi ilmin varlığına, dolayısıyla gerçekliğine delildir. Kalp midesi, aşkın gerçekliğine, yazılımın varlığı donanıma delildir.

Metodolojik olarak baktığımızda, varlık ispat edilebilirken, yokluk ise genel anlamda ispat edilemez. Bir elmanın yokluğunu ispat etmeye çalışmak, mekansal ve zamansal bir kuşatma gerektirir ki zaman ve mekan eksenlerinin koordinatlarında hiçbir zaman ve herhangi bir mekanda elmanın bulunmadığını göstersin ve neticede elmanın yokluğuna hükmetsin. Dolayısıyla, özel bir zaman ve mekana hasredilmeyen inkar, yokluk ispat edilemez. Dünya, kainat, hatta metafizik konuların genel anlamda yokluğunun ispatı mümkün değildir. Diğer taraftan yokluğun ispatında birbirine destek olmayan kişisel sebepler varken, varlığın ispatı birbirine destek olur. Mesela, duvardaki saatin varlığını gösteren iki ayrı parmak aynı yere işaret ederken, odada bulunan bir ama(kör) görmediği için saatin yokluğuna hükmederken, duvarın arkasındaki kişi mekansal kısıt yüzünden yokluğa hükmeder.

Gerçeklik tartışmalarında da kokunun uzmanlarının birikimleri, aktardıkları daha muteberdir. Sağlık konusunda basit bir doktorun açıklamalarının, iyi bir mühendisin birikim ve açıklamalarından daha muteber oluşu gibi. Bu anlamda “gerçek olmamamız mümkün mü?” imkan dahilinde bir sorgulama olsa da bu imkan aklî bir delile dayan(ama)madığı için zanni/vehmi kalır.

1918 senesinde telif edilmiş (Allah'ın marifet nurundan bir) nokta risalesinde[1] tevhidin hadsiz bürhanlarından özelde dört büyük bürhanlarından birisi olarak vicdandan bahseder:

'Akıl tatil-i eşgal etse de, nazarını ihmal etse, vicdan Sanii unutamaz. Kendi nefsini inkar etse de onu görür. Onu düşünür. Ona müteveccihtir. Hads-ki, şimşek gibi sür’at-i intikaldir-daima onu tahrik eder. Hadsin muzaafı olan ilham, onu daima tenvir eder. Meyelanın muzaafı olan arzu ve onun muzaafı olan iştiyak ve onun muzaafı olan aşk-ı İlahi, onu daima marifet-i Zülcelale sevk eder. Şu fıtrattaki incizap ve cezbe, bir hakikat-i cazibedarın cezbiyledir.'

Akıl anlayışını ihmal etse bile vicdan yaratıcını unutamaz. Kendini inkar etse de O'nu görür, düşünür; O'na yönelir. Kalbimize aniden doğanlar vicdanı tahrik eder; ilhamlar vicdanı aydınlatır. Meyiller, arzu, iştiyak ve aşk, vicdanı Allah'ın bilinmesine sevk eder. Nihayetinde fıtrattaki cezbe, cazibedar bir hakikatin cezbiyledir...

------------------------------------------------------------

[1] Said Nursi, Mesnevi-i Nuriye, Nokta

  10.06.2019

© 2021 karakalem.net, Harun Pirim



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut