Bediüzzaman’ın Ayasofya’sı

Abdullah Taha Orhan

HEM BU kahraman milletin ebedî bir medar-ı şerefi ve Kur'ân ve cihad hizmetinde dünyada pırlanta gibi pek büyük bir nişanı ve kılıçlarının pek büyük ve antika bir yâdigârı olan Ayasofya Camii’ni puthaneye ve Meşîhat Dairesi’ni kızların lisesine çeviren bir adamı sevmemek bir suç olması imkânı var mı?

Böyle demişti Bediüzzaman Afyon mahkemesi müdafaasında. Ayasofya’yı “medar-ı şeref, büyük bir nişan ve antika bir yâdigâr” diye nitelerken, Mustafa Kemal’i de “Ayasofya Camii’ni puthaneye çeviren adam” olarak tavsif ediyordu.

Son günlerde fıtrî ya da gayr-ı fıtrî bir biçimde daha çok duyar hale geldiğimiz Ayasofya tartışmalarında, Bediüzzaman’ın duruşunu, kanaatimce işte bu cümle tam olarak açıklıyor. Ayasofya’nın Bediüzzaman için önemi, buradaki tanımında açıkça görülüyor. Tekrar cami olarak açılmasıyla ilgili hassasiyetinin neden ve nereden kaynaklandığını da cümlenin ikinci kısmında veriyor.

Şimdi sondan başa dönelim. Ayasofya ne idi ve ne oldu sorularının cevaplarına kısaca bir bakalım. Ayasofya, bir kilise olarak ilk kez, Bizans İmparatoru Konstantinus tarafından 360 yılında açılıyor. 404’te yanan kilise, 415 yılında II. Theodosius tarafından tekrar yaptırılıyor. İkinci bir yangınla 532’de harap olan kilise 537 yılında ise İustinianos tarafından çok daha büyük bir şekilde yeniden inşa ediliyor. Bugün gördüğümüz yapı, temel hatlarıyla bu 537 yılında yapılan şekli binanın. Ardından birçok tamirat ve tadilat gören eser, İstanbul’un fethiyle birlikte cami haline getiriliyor ve sonrasında da çok çeşitli tadilatlarla, farklı dönemlerde inşa edilen minarelerle birlikte bugünkü halini alıyor. Ayasofya’nın bugünkü makus talihi ise 24 Ekim 1934’te başlıyor, cami o tarihte müze haline getirilip, Müzeler Genel Müdürlüğü’ne bağlanıyor.

Ayasofya kelimesi, Bizans döneminde İstanbul dışındaki bazı şehirlerde de, şehrin en büyük kilisesi için kullanılır hale geliyor zamanla. Edirne, İznik, Ohri, Selanik, Sofya, Kırklareli, Trabzon ve Mora’da da Ayasofya kiliseleri bulunuyor. Buraların İslam’a açılmasının ardından, şehrin en büyük kiliseleri olan bu Ayasofya kiliseleri camiye çevriliyor.

Burada bir parantez açalım. İslam’da, fetihten evvel şehrin en büyük mabedi olan yapının camiye çevrilmesinin dayanağı var mıdır, tarihte ilk kim tarafından uygulanmıştır sorularını bu noktada sormak gerek. Bulabildiğimiz ilk örnek 635 yılında Ebu Ubeyde b. Cerrah’ın, daha evvel pagan mabedi ve ardından kilise olarak kullanılan binanın yerinde, Şam’ın fethinin ardından Emeviyye Camii’ni inşa ettirmesi. Tam olarak bir dönüşüm olmasa da, yer seçimi bir işaret verebilir bizlere. Diğer taraftan, özellikle Hıristiyanlar tarafından, girdikleri şehrin en büyük camisinin kiliseye çevrilmesi örnekleriyle de karşılaşıyoruz. Yaklaşık 450 yıl boyunca cami olarak hizmet görüp ardından 1236 yılında kiliseye çevrilen Kurtuba Ulu Camii bunun en göze çarpan örneklerinden biridir.

Fethedilen yerdeki en büyük kilisenin camiye çevrilmesi örneğine Osmanlı tarihinde sıkça rastlıyoruz, ancak öncesinde bunun ne kadar yaygın bir uygulama olduğu müstakil bir araştırma konusu.

Gelelim Bediüzzaman’ın Ayasofya’sına.

İlk kez 1907 yılında İstanbul’a gelen Bediüzzaman’ın, Ezher şeyhi Şeyh Bahîd’in “Avrupa ve Osmanlı hakkında ne düşünüyorsunuz?” sorusuna “Avrupa, bir İslam devletine hamiledir, günün birinde onu doğuracak; Osmanlılar da Avrupa ile hamiledir, o da onu doğuracak” cevabını verdiği sohbet, işte Ayasofya Camii’nde kılınan bir namazın ardından etrafta bulunan bir çayhanede gerçekleşiyor. Bediüzzaman ve Ayasofya dendiğinde, ilk bu sahne canlanıyor hafızalarda.

Bediüzzaman’ın verdiği bazı temsillerde, çok alakası olmadığı halde Ayasofya Camii’nden örnekler vermesi de onun zihninde Ayasofya’nın hususi bir yer işgal ettiğine dair küçük bir işaret. Bunlara bir iki küçük örnek verelim:

  • Meselâ, Ayasofya Camii, ehl-i fazl ve kemalden mübarek ve muhterem zatlarla dolu olduğu bir zamanda, tek tük, sofada ve kapıda haylâz çocuklar ve serseri ahlâksızlar bulunup camiin pencerelerinin üstünde ve yakınında ecnebîlerin eğlence-perest seyircileri bulunsa, bir adam o cami içine girip ve o cemaat içine dahil olsa; eğer güzel bir sadâ ile, şirin bir tarzda, Kur'ân'dan bir aşir okusa, o vakit binler ehl-i hakikatin nazarları ona döner, hüsn-ü teveccühle, mânevî bir dua ile o adama bir sevap kazandırırlar. Yalnız haylâz çocukların ve serseri mülhidlerin ve tek tük ecnebîlerin hoşuna gitmeyecek.

  • Nasıl ki, meselâ, Ayasofya kubbesindeki taşlar eğer mîmarının emrine ve sanatına tâbi olmazlarsa, her bir taşı, Mîmar Sinan gibi dülgerlik sanatında bir mahareti ve sâir taşlara hem mahkûm, hem hâkim olmak, yani "Geliniz, düşmemek, sukut etmemek için başbaşa vereceğiz" diye bir hüküm sahibi olması lâzımdır; öyle de, binler defa Ayasofya kubbesinden daha sanatlı, daha hayretli ve hikmetli olan masnuâttaki zerreler, Kâinat Ustasının emrine tâbi olmazlarsa, her birine Sâni-i Kâinatın evsâfı kadar evsâf-ı kemâl verilmesi lâzım gelir.

Yine On Dördüncü Şuâ’ya derç edilen Afyon mahkemesi müdafaasında Bediüzzaman’ın verdiği şu örnek de, Ayasofya Camii’nde, belki Cuma hutbesi veya vaaz/lar/ı verdiğini de gösteriyor:

Hiç mümkün müdür ki, böyle haddinden yüz derece ziyade teveccüh-ü âmmeye mazhar ve bir nutukla binler adamı itaate getiren ve bir makaleyle binlerle insanları İttihad-ı Muhammediye Cemiyetine iltihak ettiren ve Ayasofya Camiinde elli bin adama takdirle nutkunu dinlettiren bir adam, üç sene Emirdağı'nda çalışsın, yalnız beş on adamı kandırsın ve âhiret işini bırakıp siyaset entrikalarıyla uğraşsın, yakın olduğu kabrine nurlar yerine lüzumsuz zulmetler doldursun. Hiç kabil midir? Elbette şeytan dahi bunu kimseye kabul ettiremez.

1950’lere geldiğimizde, Bediüzzaman’ın, Demokrat Parti iktidarıyla birlikte bazı ümitlerinin yeniden yeşerdiğini görüyoruz. Ezanın yeniden aslına ircâ edilmesiyle birlikte, Bediüzzaman’ın hükümetten beklediği, ümit ettiği 3 temel meseleden biri Ayasofya’nın yeniden “beş yüz sene devam eden vaziyet-i kudsiyesine” çevrilmesi ve diğeri de Risale-i Nur’ların serbestçe yayımlanabilir, hatta devlet eliyle basılabilir hâle gelmesi. Adnan Menderes’e göndermek istediği mektupta da bu üç noktayı vurguluyor Bediüzzaman.

Peki, niçin Ayasofya’yı, ezanla ve Risale-i Nur’la birlikte, bu kadar ehemmiyetli görüyor Bediüzzaman dersek, baştaki tarife dönmemiz yeterli olacak: “bu kahraman milletin ebedî bir medar-ı şerefi ve Kur'ân ve cihad hizmetinde dünyada pırlanta gibi pek büyük bir nişanı ve kılıçlarının pek büyük ve antika bir yâdigârı”...

Bediüzzaman’ın hayatı boyu verdiği mücadelenin sembolleri olarak görülebilir Ayasofya, ezan ve Risale-i Nur. İslam şeairinin Bediüzzaman’ın sosyal hayatında ve mücadelesinde her zaman önemli bir yeri olmuştur. Sarığı için gerekirse ölümü göze alan Bediüzzaman için mesele ne sarıktır, ne ezandır, ne de Ayasofya’dır aslında. Sarık, tesettür, ezan ya da Ayasofya gibi şeair üzerinden yürütülen İslam düşmanlığına karşı bir cihaddır onunkisi.

Son olarak şununla bitirelim: Ayasofya tekrar eski haline dönünce ne olacak? Kanaatimce çok da bir şey olmayacak. Çünkü Ayasofya’nın açılması, toplumsal gelişimin bir sonucu olacak, sebebi değil. Ayasofya açılınca her şey çok daha güzel olmayacak. Bilakis, her şey çok daha güzel olduğunda Ayasofya da açılıverecek. Bu topraklarda normalleşmenin, Kemalizmin baskıcı reformlarının geriye sarılışının, öze dönüşün güzel bir sembolü olacak tekrar...

  24.12.2015

© 2021 karakalem.net, Abdullah Taha Orhan



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut