Bir ‘sırât-ı müstakim’ okuması

Abdullah Taha Orhan

Sadece O’na kulluk etmek hakikatse, bu kullukta istikamete ulaşmak da hakikatin dengesini işaret ediyor bizlere. Kullukta kıvamın, dengenin yakalanması bir üst mertebe olarak gösteriliyor Fâtiha suresinde, işte o ideal kulun ağzından.


BİR MÜSLÜMANIN hayatı boyu en fazla okuduğu sûre Fâtiha’dır herhalde. Her rekatta okuruz, her duanın ardından, her ölünün ardından okuruz Fâtiha’yı. Çünkü Fatiha, Kur’an’ın “girişi”, kapısı olduğu gibi, özetidir de aynı zamanda.

Niyet bazında, tüm Kur’an’ı okumuş oluruz Fâtiha’yı okuduğumuzda.

O yüzden aslında bizim için belki de en hayati suredir Fatiha. Bize neler söyler, neler emreder, hangi hakikatleri hediye eder bu sure, işte bu yüzden bunları iyice anlamamız gerekir.

Fatiha kulla rabbi arasında bir çeşit diyalogdur esasen. Âlemler rabbi bize ideal kul profilini çizer Fatiha’da.

Sırayla takip edelim isterseniz, o ideal kul neler söylermiş, neler dilermiş rabbinden. “Hamd Alemlerin Rabbi’nedir, O Rahman ve Rahim’dir, din gününün mâlikidir”. Önce hamd ile başlar bu ideal kul rabbiyle diyaloguna. Çünkü her şeyini, varlığını ve rabbine muhatabiyetini O’na borçludur kul, bu yüzden hamd ile başlar söze.

Tahmid ve tesbih: itiraf ve ilan

Ardından rabbini tesbih eder, rahmaniyetini, rahimiyetini zikreder, hesap gününün yani dünya ve sonrasının yegâne sahibi olduğunu ve rabbini bu sıfatlarıyla tanıdığını ilan eder rabbine.

Bu aynı zamanda bir itiraftır da. Bu ideal kul, rabbini tesbih ederek kendi acizliğini de itiraf eder. “Rahim sensin, Rahman sensin, din gününün sahibi sensin, bense senin aciz kulunum, kendi başıma ne rahimiyet ne rahmaniyetim ne de malikiyetim var” der.

Sonra “kulluğu sana ederiz, yardımı senden dileriz” diyerek aczini şefaatçi kılarak rabbinin fazlından yardım diler bu kul. Bu ‘yardım’ların en önemlisini ise bir sonraki ayette zikredecektir: “bizi sırat-ı müstakime ilet”. Evet, kulun rabbinden isteyebileceği en önemli nimet, en çok ihtiyaç duyduğumuz şey olan istikamet...

Sonrasında ise ‘sırât’ı biraz daha açar Âlemler rabbi, bu ideal kulun ağzından bize bu duayı öğreterek: ‘nimet verdiklerinin yoluna, yoksa mağdûb ya da dâllînin yoluna değil’.

Kendisine nimet verilenlerin yolunu, kendisine istikamet nimeti verilmişlerin yolu olarak anlayabiliriz bir önceki ayetten hareketle.

İşte bu sıralamada ilginç bir nokta var aslında. Bu ideal kul, rabbini en güzel vasıflarıyla tanıdıktan, tahmid ve tesbih ettikten sonra, üstelik ancak O’na kulluk ettiğini ve ancak O’ndan istediğini de ilan ettikten sonra rabbinden bir şey istiyor hâlâ, o da sırât-ı müstakim.

Oysa rabbini bu kadar güzel tanıyan, ancak rabbine kulluk edip ancak O’ndan dileyen kulun sırât-ı müstakim üzere bir kul olduğunu düşünebilirdik.

Sırât-ı müstakim hakikatin dengesidir

Tam da burada sevgili Metin Karabaşoğlu’nun Kur’an ve sünnet tefekkürünün bir meyvesi olarak bizlere ikram ettiği “hakikatin dengesi” kavramı devreye giriyor.

Yani rabbini tüm güzel isim ve sıfatlarıyla tanıyıp tahmid ve tesbih eden, kulluğunu ancak O’na teksif ettiğini ilan eden kul, elbette ki hakikat üzere olan bir kul.

Ancak mü'minin asıl sınavı belki bunun ardından başlıyor, o da hakikatin dengesini, kıvamını bulabilmesi. İşte Fâtiha sûresinde örneğini gördüğümüz hakikat üzere olan bu ideal kul da, ulaştığı hakikatin ardından bir de istikamet isteyerek rabbinden, hakikatin ardından bir de hakikatin dengesine ulaşma nimetini talep ediyor aslında.

Şöyle özetleyebiliriz belki, sadece O’na kulluk etmek hakikatse, bu kullukta istikamete ulaşmak da hakikatin dengesini işaret ediyor bizlere. Kullukta kıvamın, dengenin yakalanması bir üst mertebe olarak gösteriliyor o ideal kulun ağzından.

Hep birlikte o mertebeye erişebilmek duasıyla...

  20.11.2013

© 2021 karakalem.net, Abdullah Taha Orhan



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut